ÜSKÜDAR Ziya Paşa Akyürek Sayı:
63 - Ocak / Mart 2009
Hava oldukça soğuktu ama onun umurunda değildi. Onda soğukların hükmünün geçmediği, sıcakların tesir etmediği anlar olurdu. Üsküdar'a doğru yanaşırken vapur içi yine kıpır kıpırdı. Neydi onu böylesine dertlerden soyutlayan ve hayatını ikiye katlayan heyecan?
Vapur bütün görkemiyle sulara çalım satarken vapurun demirine tutundu tıpkı yıllar önce burada hayata tutunduğu gibi. Hayatındaki sıkıntıların başladığı anla şu anki hali arasında fark varsa o bunu burada kazanmıştı. Hayal kurmayı bile burada öğrenmişti. Hayallerine ket vuran ne var ise hepsi buraya gelince otomatikman devre dışı kalıyordu.
Akşam ezanı okunmak üzereydi o göklere uzanan minarelerden. Üsküdar'ı anlatırken minarelerinden bahsetmeden edemezdi. Sahilden Üsküdar'a bakar, minarelere doğru bir iç çekerdi. Ne güzel değil mi, diye yanında kim var ise onların da o minareleri izlemelerini isterdi. Her ne güzellik yaşasa o sızılı kalbinde hep başkalarıyla paylaşmak isterdi. Onun hayatı paylaşmak üzerineydi. Öyle öğrenmişti kendisiyle sofrasındaki üç zeytini paylaşan ve ona karşılıksız ders veren üniversiteli abisinden.
Vapurdan inmek için herkes hareketlendi birden. O da bu hareketliliğe uydu ister istemez.
Elleri vapurun demirinde gözleri Mihrimah Sultan Camii'nin minarelerindeydi. Adım atınca Üsküdar'a ne güzel ne de güzel ferah bir yer diyecekti ama yanında bunu diyecek kimsesi yoktu. Yalnız inmişti bu sefer ilk geldiği gibi. Yıllar önce bir sınav onu buralara sürüklemiş ve adeta sen buradasın ve yiğit otağında gerek işte burada senin otağın demişti. Üsküdar'da kalırken öğrenmişti Fatih'in otağını buraya kurduğunu ve benim otağımda burası olsun ben de Fatih İstanbul'unda gönülleri fethederim ve en azından büyüğüne o kadar küçüğüne de bu kadar derim demişti. Hem gönül Allah'ın evi değil miydi?
Sabahtan beri bir şey yememişti. Kahvaltıyı yolda yaparım derken otobüse anca yetişmişti. Bilet alırken cüzdanını unutmuştu. İyilik meyvesini vermiş bulan getirmişti. İşte dedi kendi kendine iyiler mutlaka ama mutlaka kendini belli eder. Eski öğrencileriyle buluşup bir vefa damlası olarak hayatına düşenden nasiplenip bir arkadaşın düğününe gidecekti. Gerçi arkadaşı onu davet etmemişti ama olsun arkadaş arkadaştır, belki aramıştır ulaşamamıştır diye düşündü. Ve haklı da çıktı. Vefa onun için hayati değere sahip bir duyguydu. Vefa olsun diye buradan giderdi gideceği yere.
Ezanla birlikte cami yoluna düşeyim mi yoksa yemek mi yiyeyim derken mide sessini yükseltti birden. Her zaman yemek yediği yere gençlerle buluştuğu mekâna Genç Kebap'a gitti. Yukarı çıkmak istemiyordu, yalnızken kapı ağzında yemek yerdi ve yalnız yemekten her zaman utanırdı. Paylaşmanın olamadığı bir yemek bile ona ağır gelirdi. Alışmamıştı yalnız yemeye alıştırılmamıştı sırf kendine Müslüman olmaya. Yemek her zamanki gibi yarım ekmek arası dönerdi. Ayranı açık istedi. Köyde de böyle açıktandı. Köyünü çok severdi ama nedense aklından bile geçirmedi hiç. Üsküdar ona yetiyordu anlaşılan. Bir insan bir yerde tatmin oluyorsa artık ondan öteye kapılar sürmelidir diyor.
Her yerde ayrı bir hatıra onu alıp götürürken eskiye ruhu o coşku da hep yeni kalıyordu. Hani umudu yıkan hatırlar değil de ümide yelken açan ve ruhu kanatlandıran, dostları ayrı bir yâd-ı cemille andıran hatıralardı bunlar. Zira yaşanan her ne var ise onlar semeresi ötelere açık olan zemheri görmemiş mektuplardı. Onları yeniden okumak haz veriyordu ona. “Ah”lardan eser kalmıyordu ve “keşke”ler yer bulamıyordu, bu gelişlerinde hep “iyiki”ler semalara doğru yükseliyordu.
Karşılıklı okunan ezanlar sanki ilk kez okunuyordu. Sanki Üsküdar yeni fethedilmiş gibiydi. Müezzinlerine de hayrandı Üsküdar'ın çok şeyine hayran olduğu gibi.
Yemeği bitirince ikindiden kalma abdestiyle Yeni Cami'ye gitti. Giderken etrafı anlayan ve anlatan bakışlarla süzerken aklından geçenleri gözlerinden ele veriyordu. Titrek dudaklardan düştü düşecek denilen sözler beklenirken adımlarını biraz daha hızlandırdı. Müezzin tesbihatı yapıyordu. Elhamdulillah tesbihi çekilirken girdi içeri. Namazı kılmamıştı ama o da bu camiye girmekten Üsküdar da olmaktan olsa gerek tüm hayatı adına elhamdülillah dedi.
Üsküdarlı gençleri gördü camide. Onlar muhtemelen çocukken o orda üniversiteli bir ağabeydi. Onlar için ettiği duaları hatırladı. Ya bunlara faydam dokunmaz da hesabını veremezsem diye sahilde deli gibi dolaştığı geldi aklına ve dudağında yarım bir tebessümle anlattı hislerini. Bunlar bilmez geceleri hep bunları düşlediğimi bunlar bilemez kendilerini düşünmekten ailemi aramayı iki ay unuttuğumu dedi.
Bilmeleri de önemli değildi bilmeleri gerekeni biliyorlardı ya., camideydiler ya. Nurdan çehresinde Kur'ân'ın eriyorlardı ya. Yeterdi bu bak dualar kabul olmuştu. Hangi yanık arkadaşının duasıydı veya hangi içi sızlayan Allah'ı özleyen Müslümanın iç yakarışlarıydı bu bahar mevsimine işaret eden tatlı meyveler. Mesele meyve yetiştirme yolunda olmadaydı ama insan bunları görmeyi de arzulamıyor değildi hani.
Dün sokağında ders verdiği Üsküdar şimdi ona ders veriyordu. Ders veriyordu; her dem O'nun yolunda olmanın ne kadar kazançlı olduğundan… Ders veriyordu; insanın hayallerinin bile vefanın gölgesinde serinlediğinden…
Üsküdar yanıyor diye söylenen şarkıları alıp baş tacı etmeli dedi. Yanıyordu zira burada çok yanıklar görmüştü. Talebeler kahvaltı etsin diye gece on ikide öğrencilere para getiren Şerif ağabeylerden, altındaki arabasıyla ev eve gezip yardım toplayan ve bunu muhtaçlara ulaştıran Ahmet ağabeylerden, ayakkabısının yırtığına bakmadan bir yıl çalıştığı işi bile bırakıp ihtiyaç var bana diye öğrenci peşinde koşturan Hüseyinlerden, ayrı ayrı yerlerde derse yetişmek için kan ter içinde kalan Şenollara kadar herkesi burada tanımıştı. Nasıl yanmazdı Üsküdar nasıl…
Müezzin dua için ellerini açınca o gönlünü açmıştı ve dilinden yine aynı sözler dökülüyordu:
Istırap zonklattın bu şakakları da ne olur soğuk vurmasın başakları…
Yine minareleri izleyerek ayrıldı oradan... Minareleri izlerken paylaşmak için sarf ettiği sözler hayatını özetliyordu onun. Paylaşmalıyım…
Cüzdanını getiren adam da bir meyveydi. Dermek kendisine sızısı başkasına nasipti. Kendi sızılarının meyveleri de kim bilir hangi darda kalmışın hangi yolunu şaşırmışın ağzını tatlandıracaktı. Ne de güzel söylemiş bahara özlem çeken yiğit insan delikanlı ruh: “Sen tohum ek bırak kim hasat ederse etsin.”
|