OLAYLA BAKIŞ Dergi Editörü Sayı:
39 - Ocak / Mart 2003
GÖNÜL RAHATLIĞI İLE
Gönül rahatlığı ile “Allah rahmet eylesin!” diyebileceğimiz bir müslüman… Bütün dünyanın dilinde “Bilge Kral”… Bize göre; çevremizde pek çok örneğini gördüğümüz fikirsiz, çilesiz, esersiz, devlet adamı geçinen politikacılara nisbet “Kitaplı Başkan”…
“Düşünen adam”… Bosna-Hersek’i bağımsızlığa kavuşturan devlet başkanı Aliya İzzet Begoviç, Hakk’ın rahmetine kavuştu…
Bütün insanlığa bir müslüman devlet adamının inançlarından taviz vermeden bugünün şartlarında bile kendisini kabul ettirebileceğini ve fikir adamlığı ile devlet adamlığının bir arada yürüyebileceğini gösterdi. İslâm dünyasına Avrupa’dan; İslâm dünyasının dışından bir örnek… Sadece milletinin değil, İslâm dünyasının ve Osmanlı’nın yüzakı… Demek ki bir lider, olduğu gibi görünerek, “takiye” yapmadan, kendisini kabul ettirebilirmiş… Darısı bizimkilerin ve Arapların başına.
Eserleri devlette mühim bir mevkide olduğu için tanınmadı… Eseri ile hem kişiliğini hem devlet adamlığını ispatladı. Devlet başında olmasa yazdıkları kimse tarafından dikkate alınmayacak ve uzaklaştıktan sonra kimse tarafından hatırlanmayacak kişilerden değildi…
Dünyada en son hatıra gelecek bir millet üzerinde bir mucize gerçekleşti. Bir müslüman devlet adamı, hem kendisini, hem milletini kabul ettirdi insanlığa… Büyük milletlerde görülmesi gereken bir lider tipi, küçük bir millette de görülebilirmiş… Demek ki, İslâm’ın tecellisi için şu veya bu millet şart değilmiş.
Onun sayesinde görüldü ki, bir davanın başarıya ulaşması için “eser” gerekiyormuş… Dava çilesi çekmek gerekiyormuş. Kafkaslar’daki ve Ortadoğu’daki müslümanların eksiği onun sayesinde anlaşıldı. Anlayan anladı…
Rahmetli Cumhurbaşkanı Özal’ın cenazesindeki gibi büyük bir halk alâkası, tekbir ve rahmet temennileri ile gözyaşları içinde toprağa verildi. Ajanslar, 150.000 kişiden bahsediyor. Gönül rahatlığı ile “Allah rahmet eylerin!” diyoruz. Sadece 150.000 kişi kılmadı cenaze namazını, dünyanın pek çok yerinde “gıyabında” cenaze namazı kılındı, dua edildi.
KALBİMİZ KIRIK
Gönül rahatlığı ile “Allah rahmet eylerin!” dedik… Ama gönlümüz rahat değil… Milletçe kalbimiz kırık. Geldiği ilk günlerde millete ümit veren Cumhurbaşkanı Sezer, yeniden parti başkanı seçilen Deniz Baykan’ı seçildiği saniye kutlayan devlet başkanımız; Bosna Hersek devlet başkanını vefatında milletin beklediği gibi hareket etmedi… Üstelik Başbakan da cenaze namazını kılmaya gitmedi… Millet oraya kalbini gönderdi ama milletin en yüksek temsilcileri bekleneni yapmadı. Dışişleri ile birkaç bakanın ve 100 kadar milletvekilinin gitmesi iyi ama, “sadre şifa” değil.
NURTOPU GİBİ…
Kriz meydana getirmekte ve onu yaşatmakta her halde son elli yılın en başarılısıyızdır. Ve bu başarımız (!) gittikçe ivme kazanıyor.
Cumhuriyetin 80. yılı kutlamaları vesilesi ile düzenlenen resepsiyon, yeni bir kriz doğurdu. Resepsiyon mu doğurdu? Resepsiyon doğurur mu? Her ne ise… Her yönden gelişmiş, hiçbir meselesi olmayan, bölgede ve dünyada söz sahibi devletimizin bu kadarcık lüksleri olsun değil im?
Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, resepsiyona, CHP milletvekillerini eşleri ile davet ederken, AKPARTİ milletvekillerini (iktidarda olan CHP değil AKPARTİ) “eşsiz” olarak davet etti. Sebep, belirtilmiyor ama, söylemeye lüzum olmayacak kadar açık: Akparti milletvekillerinin hanımları başörtülü… Köşk “kamusal alan” imiş. Oraya dinci bir kıyafetle girilemezmiş. Son zamanlarda bir “kamusal alan” lâfı ortaya atıldı. Ne demekse… Başörtüsüne geçit yok, sizin anlayacağınız.
Bu bile iktidardaki partiyi harekete geçirmeye ve tavır almaya yetmiyor. Eşimizin lâyık görülmediği yere biz de gitmeyiz, diyemiyorlar. “Biz başörtülülerin reyleri ile buraya geldik, başörtüsüne karşı bu yapılanı ve eşlerimizin vebalı gibi gösterilmesini protesto ediyoruz!” sözünü hiç söyleyemezler. İktidar partisinin tekrar seçilen genel başkanı ise bu durumu “millete havale ettiklerini ve bu hareketi milletin değerlendireceğini” söylemekle yetindi.
Kamusal alan, tamusal alan derken başörtülülerin bu memlekette yaşamaya hakkı yok deme noktasına mı varacak bu iş? Hem Cumhuriyet, bir başörtüsü ile yıkılacak kadar güçsüz müdür? Bunu gökgürültüsü gibi haykırmak varken, “millete havale etmek” de ne demek?
NUR TOPU GİBİ ÜÇ YENİ (eski) GENEL BAŞKAN
Üç parti; AKPARTİ, MHP ve CHP kongrelerini yaptılar ve yeni idarecilerini seçtiler.
Üç; heyecansız, şevksiz, durgun genel kongre… Masraflı, organizasyonlu; ama cansız… Üçünde de beklenen oldu… Eski genel başkanlar tekrar seçildiler.
Bizde demokrasi dediğin karşılıklı bir alışveriş gibidir. Genel başkanlar, delegeleri seçer; delegeler de genel başkanı… Padişahlığa son vermiş olan bir ülkede, liderler padişahtan farksızdır. Dillerde “parti içi demokrasi” nutukları, ellerde çıt çıkaranları usulüne göre etkisiz hale getiren “tüzük, yönetmelik, disiplin kurulu” isimli zarif satırlar… Bizde demokrasi büyük işler… Partiler, seçim kaybeden, itibar kaybeder, ümidini kaybeder, en sadık üyelerini kaybeder; ama asla genel başkanlarını kaybetmez.
Daha ikinci kongresini yaptığı için, genel başkanın yeniden seçilmesi, ona karşı bir adayın çıkmaması normal. Artık genel başkanlıktan “liderliğe” yükselmeli. AKPARTİ’nin yaşama şansı bu. Eğer partisini, milletin istediği çizgi üzerinden yürütürse, lider olabilir. Yoksa türkünün dediği gibi, “hem ben yandım, hem kendim!” Allah’ın bir lütfu olarak, karşısında rakip de yok. Hiçbir parti milletin sempatisini kazanabilmiş değil. Ya AKPARTİ?.. Diğerlerinden millet öylesine ümit kesti ki, buna ümit bağlamaktan başka şansı yok. Allah’ın lütfu… Milletten AKPARTİ’Ye, genel başkanına ve arkadaşlarına açık çek…
Anlaşılması gereken şu: İçeride ve dışarıda gün, sıradan liderliğin, genel başkanlığın, başbakanlığın, cumhurbaşkanlığının günü değil.. Gün Türk milletini içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaracak, düşmanları ile fikir savaşı yapacak gündür. Cesur olmak bile yetmez; gözükara olmak günüdür. Diğerleri bunu anlayamadığı için milletin soğuk yüzüne muhatap oldular. AKPARTİ anlasa bari… Dünyanın en buhranlı bir yerinde yaşıyoruz. Artık günübirlik politikaların sonu geldi. Uzun vadeli hesaplar, plânlar yapacak lider gerek… “Şartlar bunu gerektiriyor” mazeretine sığınmak bitti.
Seçim kaybetmenin sorumluluğunu kabullenen, hatasını ifade eden ve genel başkanlıktan çekileceğini gür bir sesle haykıran adam gitti; yerine, sanki hiç seçime girmemiş, dolayısıyla da seçimi kaybetmemiş, o gür sesle haykıran kendisi değilmiş gibi, ilk defa meydan yerine çıkıyormuş gibi bir de kitap yazarak tekrar aday olan biri geldi. Seçtiği delegelere kendisini tekrar seçtirdi. Acaba bütün ülkücülerin katılacağı bir referandum yapmaya cesaret etse ve onlara sorsa kalayım mı, gideyim mi dese sonuç ne olur? Buna cesaret edebilir mi? Hele bir de yandaşları, sanki hiç hükümette yer almamış, siyasete taze kan zerk ediyormuş gibi “Devletin başına Devlet geçecek!” diye slogan atmazlar mı… Devlet ya hafızasını kaybetti, ya milletin hafızasını kaybettiğini sanıyor.
MHP’deki potansiyel enerji öldürülüyor… Ülkücüler ve millet gücendiriliyor. Ülkenin akıbeti için kan dökenler, göz yaşı akıtanlar, ümitlerini kaybediyor.
Anma Nasrettin Hoca’nın dediği gibi bir ümit var… Eşeğini türkü söyleyerek arayan Hoca’ya, böyle kaybettiğini insan türkü çağırarak mı arar, bunun sebebi nedir diye sormuşlar… Bir ümidim şu karşıki dağda, orada da bulamazsam, sen bende ağlamayı seyret… Bir ümit, mahallî seçimlerden sonra yapılmak mecburiyetinde kalınacak olağanüstü kongrede… O zaman da ülke hilâlli bayrak liderini bulamazsa, sen bizde ağlamayı seyreyle…
Bizde demokrasi işte böyle olur. Genel başkanlar delegeleri seçer, onlar da genel başkanları… Ve yıllar akıp gider…
PARTİ İÇİ BÖYLE YA PARTİ DIŞI NASIL?..
Parti içi demokrasi böyle, parti dışı demokrasi nasıl? Durumu; “biz söylesek laf olur” bakanlık yapmış; hem de Millî Eğitim Bakanlığı yapmış bir yazar söylesin:
Radikal Gazetesi yazarı Neşe Düzel soruyor eski Devlet ve Millî Eğitim Bakanı Hasan Celâl Güzel cevap veriyor:
–Bizim devleti kim yönetiyor?
–Demokrasilerde devleti, milletin seçtiği temsilciler yönetir. Ama bizde devlet hiç tam olarak millet tarafından yönetilmedi. Menderes ve Özal dönemleri gibi karma yönetimler dışındaki dönemlerde devleti bizde hep asker yönetti (…).
–Hükümetler devleti yönetemiyor mu bizde?
–Silâhlı kuvvetler, ‘halâskaran zabitan’ı (kurtarıcı subaylar) oynuyor. (…) Sivil yönetime ve halka güvenmiyorlar. (…) ‘Halka bırakırsan, ülke ya bölünür ya irtica gelir’ diyorlar.
–Peki, hükümetin, yasalar izin verse dahi yapamayacağı şeyler var mıdır? Parlamento, Anayasa’ya uygun olmak kaydıyla her yasayı çıkarabilir mi, yoksa Meclis’in önünde de gizli engeller bulunur mu?
–Türkiye’de askerin “KIRMIZI KİTAP” diye bilinen bir gizli anayasası var. Bu, anayasa büyüklüğünde kabı kırmızı olan ‘Millî Siyaset Belgesi’dir. Bu kitabı devlete ancak müsteşar olduktan sonra görürsünüz. Kırmızı kitap bakanlara verilmez, müsteşarlara verilir. Çünkü devletin asıl sahibi bürokrasidir, bakanlar değildir. Bakanlar, idare edilmesi gereken çocuklardır. (…) Başbakanlık müsteşarı olduktan sonra bir MİT mensubu geldi bana. Evvelâ arkadaki odaya kozmik evrakı saklamak için koca bir kasa koydular. Sonra da ilk kozmik evrak olan kırmızı kitabı getirdiler.
(…) Bu kitap gerektiğinde “GİZLİ ANAYASA” gibi kullanılıyor ve engelleyici oluyor. “MİLLÎ SİYASET BELGESİ’NİN FALANCA MADDESİNE UYMUYOR” denildiğinde, o kanun veya kararname çıkarılamıyor.
–Türkiye’de devlet denildiğinde ne kastediliyor?
–Devlet denildiğinde akla, asker, Genelkurmay, Cumhurbaşkanlığı, bürokrasi ve lütfen Başbakanlık geliyor. Meclis akla çok fazla gelmez. (…)
YA MİLLETİN BEYNİ NE ÂLEMDE?
Milletin beyni mi? Üniversite canım!.. Milletin beyni “ilim yuvaları” olmayacak da, neresi olacak? Rektörler, dekanlar, (proflar) kısacası üniversite ne diyor, ülkemizde demokrasinin işlemeyişine?.. Beyinleri sulanmadı ya, her halde bu durumu görüyorlardır ve bir çare düşünüyorlardır “ülke yararına”…
Onların şimdi demokrasi düşünecek halleri yok. Çok mühim “sorunlarla” meşguller:
1-Cumhuriyeti koruyorlar,
2-Atatürk ilkelerini bekliyorlar,
3-Başörtüsüne karşı çıkarak irticaya geçit vermiyorlar. Üniversite kapılarında kız öğrencilerin başlarını açtırıyorlar,
4-Ülke bütünlüğünü koruyorlar,
5-Üniversite “olanaklarını” deve yapıyorlar…
Böylesine “möhüm” faaliyetlerle öylesine yoğunlar ki, ilmî çalışmalara ayıracak vakit bulamıyorlar. Kitap yazmaya bile vakitleri yok. Hükümeti yukarıda saydığımız görevleri sebebiyle uyarmaktan canları çıkıyor adamların. Değil kitap bir makale bile çıkaramıyorlar. Dışarıdaki ilim erbabının kitaplarından alıyorlar ve isimlerini yazıp meydana çıkarıyorlar. Ancak bu kadarına zaman bulabiliyorlar… Bir de halden anlayan ve kendilerini destekleyen medyaya açıklamalar yapıyorlar…
Bu kadar meşgul oldukları halde yine de medyanın “lojistik” desteği ile Anıtkabir’e bir yürüyüş yaptılar. Şu fedakârlığa bakın…
Türbana, İmam Hatip okullarına geçit vermeye kalkan hükümete karşı orduyu göreve çağırdılar. Kendilerinin dışında herkes, onları tehdit ettiği halde, hiç kimseyi dinlemediler… Daha ne yapsınlar? Silâhı ellerine alıp, kendileri mi darbe yapsınlar? Yakışır mı ilim erbabına? Ordu ne güne duruyor?
Hem demokrasi dediğin kendileri gibi ilerici, aydınlıkçı, bilimsellikçi, laikçi kişiler için, yoksa demokrasi düşmanı irticacılara karşı şöyle biraz “askıya” alınabilir, n’olcek yani… Zira irticacılar, demokrasiyi araç olarak kullanmak istiyorlar, menfaatleri için… “Takiye” yapıyorlar. Dini de demokrasiyi de istismar ediyorlar. Böylelerini hizaya geçirmek i demokrasi azıcık askıya alıvermeye demokrasinin kendisi de razı olur, inanın… Halka sormaya “gereksinim” yok.. Şöyle fiyakalı bir “balans ayarı” her şeyi halleder: Onun için “Ordu göreve!”…
CHP’Yİ UNUTMADIK
Kongresini yapan üç partiden bahsettik… Ama ikisini ele aldığımız halde üçüncüsünden, yani CHP’den bahsetmedik…
Unuttuğumuzu sanmayın… Dünyada benzeri olmayan bir parti unutulabilir mi? Herkesin ittifak ettiği bir özelliği var ki, unutulmasına “olanak” yok. Her yerde muhalefet partileri güç kazanırken, CHP muhalefette olduğu halde itibar kaybetmeyi başaran tek parti. Baş aşağı gidiyor bakalım…
(Eski ve yeni) Genel Başkan Deniz Baykal, CHP geleneğine aykırı “taze kanlar” (veya takma organlar)la partiyi takviye etmiş olmasına rağmen, partisinin kan kaybını önleyemedi.
Bu transferlerdeki hatasını anlayıp tabanın sesine kulak vereceği yerde, son kongrede kendisini garantiye aldı. Âdetâ “imparator” oldu… “Son İmparator”… Artık CHP’yi İnönü bile kurtaramaz… Eğer parti bayrağındaki oklar, daha işin başında Türk ruh kökünün dışında bir yerleri işaret ediyorduysa, o zaman CHP’nin yıllardır niçin milletten iltifat görmediğinin sebebini keşfettik demektir. Yok eğer, son zamanlarda bu hareket başladı ise iflâh olmayacak, parti mezarlığını boylayacak demektir.
YAPRAK DÖKÜMÜ
Ne enteresandır ki, yaprak dökümü sadece CHP’de değil; bütün partilerde… Hepsi de aynı sebepten: Türk ruh köküne yabancılaşmak.. “Enteresan” diye ifade ettik ama, aslında Türkiye’deki partilerin durumunu bilenler için bu durum, “perşembenin gelişinin, çarşambadan belli olması” gibidir.
Özal’ın ANAP’ı nerde, bugünkü nerde!.. Safrasından kurtulmasına rağmen, düşüş sebebi keşfedilip gereği yapılmadığı için “hazan mevsimi” devam ediyor…
Zannediliyor ki, genel başkan değişti mi, gelişme olacak. “Kırat”ı amblem olan bir Türk partisi için yol ikidir:
Ya Köroğlu’nun Kırat’ı olur, ya uyuz beygir. DYP’nin ilk yıllarındaki milletin itibarı, bu ümittendi. Zannedildi ki, o günün genel başkanı bu itibarı sağladı. O bunu bildiği, partideki düşüşün muhakkak olacağını kestirdiği için cumhurbaşkanlığı makamının arkasına kaçtı. Parti kan kaybettikçe onun yerine geçenler marifeti ondan bildiler. O da köşesinde içinden kıs kıs gülerek, ziyaretleri bu hava içinde kabul buyurdu.
Niçin partisinin itibar kaybettiğini bildiği, havasını kaybedeceğini anladığı için “meydanlara” inemedi.
Kafalara dank etmesi gereken şu: Partiler, Türk ruh köküne bağlı olmadıkları için itibar kaybetmektedir. Daha doğrusu milletin sempatisini kazanamamaktadır. Millet, aradığını tam bulamayınca, kendine yakın bulduğunu destekliyor. Ümidini kestiğini de hiç tereddüt etmeden terk ediyor.
Bizim izahımıza dudak bükenler, başka bir izah da yapamayacaklardır.
EŞSİZ DAVETİYE
Sayın Cumhurbaşkanı’nı “eşsiz davetiyeleri” yetmiş milyonu üzdü. Eğer bütün vatandaşlara davetiye gönderilseydi, yüzde yüze yakını “eşsiz” olurdu. Acaba davetlilerin, yani milletin yüzde kaçı davete icabet ederdi? Yoksa bu vesile ile millete mi “mesaj” verilmek isteniyor? Eğer millet bir tercih durumunda kalırsa, hiç tereddüt etmeden, “Başımızın üstünde yeri var!” diyecektir, başörtüsü için… Yani bunca yıl sonra bir yanda “demokrasi” nutukları bir yanda “halka rağmen” gerçeği…
Eğer öyleyse, bizim isteğimiz başörtüsünün üzerinde gidilmemesi değil. Sadece “demokrasi nutuklarından” vazgeçilmesi olacaktır.
Biz bu satırları yazarken, sayın Sezer’in Anıtkabir ziyaretinde, şu mübarek ramazan gününde, su içtiğini televizyonlardan gördük ve gözlerimize inanamadık. Bu hareketini, eşsiz davetiye hakkındaki savunması ile birlikte düşünelim: “Bu devletin davetidir, benim davetim değil ki. Son zamanlarda laikliğe aykırı davranışlar başladı. Bunlara geçit vermem.” Laikliğin müdafaasını bu kadar basite ve kolaycılığa havale ettiği için bizden çok laiklik taraftarları kızmalıdır.
RAMBOLARI KORUMAK IRAKLILAR’A KALDI
Irak’taki ABD askerlerinin bunalım geçirdiği ve intihar edenler bile olduğunu artık, (Buş) bile kabul ediyor… Hattâ geriye dönebilmek için ABD askerlerinin kendilerini yaraladıklar, bu sebeple ölenlerin bile bulunduğu bildiriliyor. Iraklılar, en iyisi Ramboları’ öldürmeyip yaralasınlar. Böylece hem onlar kurtulur, hem kendileri.
IRAK’A ASKER GÖNDERMEK
Irak’a asker göndermemiz konusunda ABD hem kararsız, hem çok başlı… Hangi görüşün ağır basacağı belli değil.
Bizim kanaatımıza göre ABD’yi Irak’ta ateşe iten güç, bizi dünya kamuoyunda küçük düşürmek için bu oyunu oynuyor. Bizi dünya müslümanlarının gözünde para için ABD’nin emrine girmeyi göze alıyor göstermek gayretinde.
Kinin kime düşman olduğu bile tam bilinemeyen bir yerde, kime yardımcı olunabilir ki? Mehmetçik, bir yere “fetih” için girer. Onu Irak’a göndermeyi düşünenler, bunu söyleyebilecek mi?
|