Cin lâmbadan çıktı Ali Erdal Sayı:
68 - Nisan / Haziran 2011
Arap dünyasında meydana gelen hadiseler karşısında Batı, büyük bir şaşkınlık geçirdi. Halbuki tesirleri, güdümleri hattâ kontrolleri altındaki bir dünyada olup biten her şeyi bilmeleri gerekirdi. Maddeye hâkim olan onlardı, sömürdükleri dünya buna müstahaktı… Kendilerinden emindiler ve aldıkları tedbirler sayesinde düzen yıllardır devam ediyordu.
Babalarının tarlası gibi Ortadoğu’da, ne güzel, ellerine cetvelleri almışlardı, sınırları menfaatlerine göre çizmişlerdi. Devletlerin isimlerini vermişler, rejimlerini tespit etmişler, başlarına aralarından seçtikleri muti adamları ve hayatın her sahasına kadrolarını yerleştirmişlerdi. Batı’yı “ileri ve medenî” gören, derse muhtaç “geri kalmış” coğrafyada her şey kontrol altında ve menfaatlerine uygundu… Sadece Ortadoğu’da değil, her yerde tezgâhları tıkır tıkır işliyordu. Dünya onların, adı konmamış idaresi altındaydı. Amerika da şımarık patronu İsrail adına sofraya dâhil oldu. Ortadoğu hattâ dünya, maddede ve mânâda kontrol altındaydı. Her şey sömüren ve kontrol eden dünyanın, aralarındaki anlaşmasına ve uzlaşmasına bağlı olarak ne güzel gidiyordu.
Bu halimizi, Kâinatın Efendisi, Efendimiz (sav) haber veriyor:
“Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır. O zaman ne olacak sizin haliniz?” Ashaptan biri “Ey Allah’ın Resulü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)?” diye sordu. Resûlullah (sav) “hayır, bilakis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çerçöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu ‘mehâbeti’ (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize ‘vehn’ (zafiyet) atacak (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak)tır” buyurdu. Ashaptan biri “Ey Allah’ın Resulü! ‘Vehn’ nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber “dünya sevgisi ve ölüm korkusu” diye cevap verdi.
Evet, Efendimiz (sav) halimizi haber veriyor:
Ebu Saîd el-Hudrî (ra) şöyle dedi: “Resulullah (sav): ‘Şüphesiz ki sizler, kendinizden önce gelen milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına muhakkak uyacaksınız. O kadar ki şayet onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de muhakkak onların arkasından gideceksiniz.’ buyurdu. Biz: ‘Ey Allah’ın Resulü! Bunlar Yahudilerle Hristiyanlar mıdır?’ diye sorduk. Allah Resulü (sa) ‘Başka kim olacak’ buyurdu.”
Batı, işgal orduları ile netice alamayacağını Haçlı seferlerinde öğrenmişti. Doğuyu, maddeye hâkimiyetin kendisinde olduğuna, dolayısıyla ilerleyebilmesinin onu takip etmeye ve ona tâbi olmaya bağlı olduğuna inandırdı. Ökseye tutulan Doğu, kölelik tasmasını Nobel ödülü gibi boynuna kendisi taktı. Kendisini kurtarıcı diye sunan Batı’nın bir vehimden ibaret olduğunu anlamak için yıllar geçmesi gerekti. Zaman içinde burnu sürte sürte hissetti ki, Batı sömürgeciden başka bir şey değil.
Bizde başlayan Batı’yı kurtarıcı bilme vehmi, Tanzimat’ın ve arkasından bütün batılılaşma hareketlerinin, gelişme projelerinin lokomotifi oldu. Bir buçuk asrı aşkın zamandır, saçımızı taramaktan öksürmeye; düşünmekten yazmaya kadar her sahada; sokak anlayışından devlet idare etmeye kadar her şeyimizde idealimiz, örneğimiz, rehberimiz o oldu. Hattâ şairin dediği gibi rehberden öte, köle efendiye hayran:
“Oh ne tatlı şey derler,
Necaset yese firenk.” (Necip Fazıl)
Kendimizi inkâr o noktaya geldi ki, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in “Eskiyi unut” diye başlayan şiirleri ders kitaplarına girdi.
Bir buçuk asır sonra, şapkasından tavşan çıkaracak sihirbazın asıl kendisinin kurtulmaya muhtaç olduğu hissedilir gibi oldu. Şükür ki biz, tek parti diktasından demokratik hayata geçişle kurtulduk. Batı karşısında, “sen sensin, ben de benim” şahsiyetini kazanmak gerektiğini anlamak ve ona göre hareket etmek yolunda mesafe kat ettik.
Bizimle dünyaya açılan, bizimle Batı ile karşılaşan, bizim arkamızdan Batı’ya hayran olan ve vehmine kapılan Arap dünyasında diktatörler, demokratik yolla alaşağı edilemedi. Diktatörlerin Batı özentisi ve iktidarda kalma hırsıyla yaptıkları zulümler ve baskılar eninde sonunda bir yerden patlayacaktı. Hani bardağı taşıran son damla derler ya… Öyle oldu. “Vakit saat geldi” ve küçücük bir kıvılcım, kendisinden umulmayan sonucu doğurdu… Böyle bir birikim olmasa, benzer niceleri gibi kimsenin haberi olmadan söner giderdi. Öyle olmasaydı, halk Mısır’da, çektiği bunca sıkıntıya rağmen günlerdir sabırla direnmezdi.
Deney laboratuarında elleri, ayakları ve dilleri bağlı insan, nasıl olmuştu da, zincirlerini kırmış, ağzının bandını çözmüştü? Daha mühimi, bunu nasıl akıl etmişti? Böyle bir rüşte nasıl ermişti? Bu hareketin, neyse ki, bir tesellisi vardı... İsyan; pencereden olanları seyreden efendiye karşı değil, despot görevlilere karşı idi. Bunun için Tunus’ta başlayıp Mısır’a sıçrayan ve Ortadoğu’ya yayılması beklenen harekete hemen ve kolayca “diktatörler yıkılıyor” hükmü basıldı. Suçluluk duygusuyla Batı, şaşkına döndü… Daha doğrusu endişe içine girdi… Bu zamana kadarki “insan hakları, demokrasi” söylemlerine göre isyan edenlerin yanlarında olmaları gerekir; menfaatleri için ise diktatörleri ayakta tutmaları lâzım… Ayıkla pirincin taşını… Bu şaşkınlıkla, Avrupa’da aşağı yukarı her hareketin başlatıcısı olan Fransa; Dışişleri Bakanı ağzından, Tunus’ta önce diktatörün yalnız bırakılmayacağı yönünde beyanatlar verdi. Hemen ardından çark etti. Kuklalarını, akıbetlerini gördükleri için yalnız bıraktılar.
İslâm dünyası uyanıyor… Son olaylar, bir buçuk asrı aşan uykudan yavaş yavaş uyanışın küçük bir parçası… Artık cin lâmbadan çıkmıştır…
(2)
Arap dünyasındaki halk hareketleri, “diktatörlere isyan” olarak vasıflandırıldı. Böyle patlama halinde ortaya çıkan, geniş bir coğrafyaya (domino) etkisiyle yayılan bir hareketin izahı, bu kadar basit olmamalı… En azından bu kadardan ibaret olmamalı…
Fransız ihtilâline kadar devletleri idare etme hakkı Tanrı’ya nisbet ediliyordu. Saltanat sahibine ve hanedanına karşı gelmek; devlete, dolayısıyla insanüstü güce de karşı gelmekti ki; bu da muhaldi. Böyle bir kudrete isyan; hele hak ve adalete riayet ediliyorsa, kimsenin aklının ucundan dahi geçmezdi, geçemezdi. Hattâ devletten gelecek bir miktar sıkıntıya tahammül bile edilmeliydi.
Fransız İhtilâli’nin başlangıcında halk sadece açlığını bildirmek istedi ve saygı duyduğu kuvvetten buna çözüm bekledi. Görevi kendisine şefkat ve merhametle muamele, devleti hak ve adaletle idare etmek olana halini arz... Halk, emanet edildiği makama, maruzatta bulunuyor... Fakat “Devlet benim!” kibri ve “ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” hamakatı idrakleri dumura uğratmıştı. Sokağa dökülen halk, sesini duymayan, derdini dinlemeyen, hattâ kendisinin farkına bile varmayan zihniyete öfkelenip saraya yürürken bile doğrudan krala ve krallığa karşı değildi.
İhtilâl hengâmesinde bir mizansen hazırlanıyor... Kralın geçeceği yolda halk, bir tabut taşıyor. Beklendiği gibi kral, cenazenin kime ait olduğunu öğrenmek istiyor. Ve herkesin aklını başına getirmesi gereken müthiş cevap veriliyor: “Tabutun içinde Fransa var!..”. Fakat krala isyan edilemeyeceği emniyetinden doğan gaflet, hiçbir şey anlayacak gibi değildir... Kabaran isyan ve ihtilâl… Kralın o zaman bile meseleyi tam kavrayamadığı, “fakat bu bir isyandır!” demesinden belli… “Hayır Majesteleri, bu isyan değil; ihtilâldir!” diye cevap verilmesi de gösteriyor ki, anlaşılır gibi olduğu zaman, iş işten geçmiştir. Açlık, biriken öfkenin fitilini ateşlemiştir. Kralı ve krallığı yıkan; halka şefkat ve adaletle davranmamak, yani meşruiyetini kaybetmek, kısaca emanetin hakkını vermemektir.
Fransız İhtilâli, toplulukları idare etmek hakkının, gücünü insanüstü iradeden alan krallara değil topluluğun ortak vicdanına ait olduğu, toplulukların idarecilerini kendilerinin seçmeleri gerektiği düşüncesini doğurdu.
Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan devletler, hem bulgurdan hem pirinçten olmak misali hem ilâhî güce dayanmaktan mahrum oldular, hem toplumun ortak vicdanına dayanmaktan… Osmanlı devleti gibi bir hamiden mahrum tesbih taneleri, öksüz ve yetim kaldılar. Batı, kendisine hayran güçsüz İslâm dünyasını, istediği gibi şekillendirdi. Tepelerine istediklerini yerleştirdi. Yani halklarına şahin kuklalar, daha işin başında meşru değillerdi. Enver Sedat 1981’de suikastla öldürüldüğü zaman cenaze törenine, dünyanın her yerinden gelen devletlilerden başkası kabul edilmiyor. Bunu da Mısır’da kimse umursamıyor. “Peygamber ve Firavun” isimli kitabında olayın şahidi Fransız Gilles Kepel, bunu hayretle ifade ediyor: “Daha da enteresanı, dünya devlet başkanlarının katıldığı kurbanın cenaze merasimine halkın zerrece ilgi göstermemiş olmasıydı!”
Son hareketler başladığı zaman, “cin şişeden çıktı” demiştim. Yılların küskünlüğü, kırgınlığı, kızgınlığı ile biriken enerji; nihayet patlamış ve tepelerindeki, kendilerini hiçe sayan, başlangıçları da meşru olmayan, meşruiyete ihtiyaçları olduğunu bile idrak edemeyen, hak ve adaletle hareket etmeyen zalim idarelere karşı nihayet harekete geçti. Eğer bu diktatörler, adil ve şefkatli olsalardı ve ona göre idare etselerdi, geliş sebeplerine rağmen, bu isyanlar olmayabilirdi. Eninde sonunda, topluluğun ortak vicdanı, idarede söz sahibi olurdu. Batı’nın kostümünü giyince her meselenin hallolacağını sanan maymunlar, toplulukların inançlarını, kültürlerini inkârdan ve halklarını fakir bırakmaktan başka bir şey yapmamışlardı… Üstelik isyan etmesinler diye ellerini ve dillerini bağlamışlardı. Böylece kendilerinin isyana müstahak olduklarını, daha işin başında, zımnen kabul etmişler ve uzun yıllar bunu ispat etmişlerdi. Artık onlar halklarının gözünde “ümitsiz vaka”dan başka bir şey değildi. Şimdi sıkışınca, şuna zam, buna prim diye kesenin ağzını açmaları, hallerini bir kere daha itiraftan ve isyanı meşrulaştırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
Fransız İhtilâli, meşru iktidara haklı tepkiden doğdu. Son hareketler ise baştan beri meşru olmayan iktidarlara karşı, yıllarca sabrettikten sonra patlayan tamamen haklı öfkenin sonucu… Birincisinde insanlık haysiyeti tepesindekilere “beni de anla, benim varlığımı da idrak et” dedi; ikincisinde “meşru olmayan defol!” diye haykırdı. Kanaatimce Fransız İhtilâli bunun yanında bir sokak gösterisi… İslâm dünyasının başına çöreklenen diktatörlere karşı başlayan bu hareket, istense de istenmese, de bir meşruiyet sorgulamasına varacak. Aş ve iş istiyorum istasyonundan kalkan tren, başımda kendimden adil idare istiyorum istasyonuna doğru yol almakta… Bu sorgulama tabiî olarak zalimleri tepelerine çöreklendirenlere de uzanacak. Artık cin şişeden çıkmıştır, zulmün müşahhas temsilcilerini yıkmakla yetinilemez. Bunu hisseden Batı, şaşkınlık içinde titremekte…
Toplulukları idare etme hakkı kimin, hangi gücün? Hangi hak, herkes gibi birini “ekselânsları” yapar? Dünya; Batı’nın Faşizm’ini, Sosyalizm’ini, Komünizm’ini denedi ve iflâslarını gördü. Babadan oğula saltanatın ve demokrasinin zaaflarını gördü… Şimdi düşünüyor. Sömürdüğü dünyadaki rejimleri, işine geldiği gibi değiştiren, kendisindeki krallıklara ve işine gelenlere ses çıkarmayan bir yandan da demokrasi nutukları atan Batı’yı da bu arayış dalgası saracaktır. Aslında uzun zamandır, bu sancıyı çeken fikir adamları bunun işaretlerini vermişlerdi. Papa 2. (Jan Pol), 1991 yılında Katolik âlemine yayınladığı genelgede bunu ifade ediyor… Papa Komünizmin çöküşü ile tek kurtuluşun Kapitalizm’de olduğu düşüncesinin yaygınlaştığına işaret ediyor ve “buna katılmamak mümkün değildir” diyor. “Ancak…” dedikten sonra Batı’nın son reçetesinin de işe yaramayacağını, bilerek veya bilmeyerek, ifade ediyor: “Ancak Kapitalizm’in düzeltilmesi gerekir. Birçok ulusun gelişmesini önleyen engelleri ve tekelleri kaldırmak lâzım. Kapitalizm’in geri kalmış milletleri daha geri bırakan vasıfları değiştirilmeli öyle olmadıktan sonra kurtarıcı olamaz. Teröristlerin, kartellerin hâkimiyetine engel olucu bir düzenleme yapılmalıdır.”. (Kafka)ların, (Niçe)lerin, (Sartır)ların çığlıklarını duymayanlar, bu ölü doğan nasihate mi kulak verecek? Kendisini kurtarıcı gösteren, sonra buna kendisi de inanan Batı, asıl kendisinin kurtarıcıya muhtaç olduğunu bilmekten dolayı titriyor… İpliği pazara çıkmıştır.
Son hareketler, birilerinin komplosu sonucu ortaya çıkmış olsa da, olmasa da gidiş, yepyeni bir dünyanın doğuşuna doğru…
|