Büyük depremin öncüleri Ali Erdal Sayı:
72 - Nisan / Haziran 2012
Bir memlekette öğrenciler paydostan sonra; zindandan kurtulan mahkûm sevinciyle çığlık çığlığa okuldan kaçıyorsa… Asil atın süvarisini sevmeyince huysuzluk etmesi gibi öğrenci de; okula, öğretmene, eğitim sistemine karşı bir mesaj veriyor…'Okulu, bir an önce kurtulunması gereken bir yer olarak görüyorum!’ diyor. Farkında olunmuyor ki, sebebi araştırılıp giderilsin…
Bir memleketin okulunda öğrenci arasında çalışkanlar kınanıyor ve onlara “inek” deniyorsa… Bu; okula, öğretmene, eğitim sistemine karşı 'senin öğretmek istediklerinden ancak geçerli not alacak kadarını bilmek yeter' demektir. O bile gerekmez ama ne yaparsın geçerli notu almak lâzım… (10) üzerinden not verildiği dönemlerin meşhur öğrenci değerlendirmesi, “(4,5) neyine yetmiyor” değil midir? Geçer not (5) olduğu halde, (5) neyine yetmiyor denmiyor. “(4,5) aldım mı, daha ne isterim?”… Bunu basit bir talebe psikolojisi zannetmek ne büyük gaflet… Öyle bile olsa, sebebi araştırılıp, tedbirini almak gerekmez mi? Şu da bizi bu değerlendirmeden daha fazla düşündürmelidir… “Birinci” olmanın mükâfaatını gören var mı hayatta?..
Öğrenci; ailesine ve öğretmenlerine karşı hiç fütur getirmeden “en iyi ders, boş derstir” diyorsa… Ve boş ders olunca bol bayramlı bu memlekette bayram sevincinin en âlâsını çılgınlar gibi yaşıyorsa… Yine sebep aynıdır. Bunu gençler haylaz oluyor işte, diye geçiştirmek, işin kolayına kaçmaktır. Öyle bile olsa, haylaz olmaları da bir mesajdır… Anlayana…
“Kopya çekmek suç değil, yakalanmak suçtur!” diyorsa öğrenci… Şu sözdeki dehşete bakın… Patlamaya hazır bir bomba… Yakalanmadığı kopyaları, vatan kurtaran aslan edasıyla arkadaşlarına, ailesine, akrabalarına hattâ öğretmenlerine anlatıyorsa… Bu açık sözlülük (!), ahlâkî bir yaranın ifşacısı değil midir? Kırk yıl cetvel gibi dümdüz odunlar taşıdıktan sonra dergâha; nihayet, dağda hiç mi eğri odun yok, diye sorulunca, “Bu kapıdan içeri, odunun bile eğrisi giremez!” diyen şairi yetiştiren milletin çocukları mı söylüyor o sözü… Şu sözdeki dehşete bakın, demekte haklı değil miyim? Sizin kazandırmak istediklerinizi, bileğimin hakkıyla almaya değer görmüyorum deniyor, açıkça... Sizin hakka, adalete inanan onurlu insanlar yetiştiremediğinizin ispatı... Sorsanız öğrenciye, güvenmiyorum bu sisteme diye söyler mi; söylemez mi, bir düşünün.
Bir memlekette, Batı'dan alınmış aksesuvar bir bez parçası, öğrencinin boynuna zorla; medeniyet, bilgi, disiplin için ve bunların alâmeti olarak taktırılıyorsa, onu taktırınca disiplin başta olmak üzere her şeyin hallolduğu sanılıyorsa… Öğrenci bu haksız, yersiz ve ahmakça zorlamaya, dayatmaya tepki olarak o aksesuvarı mutlaka çarpıtarak kullanıyorsa… Bu da mı, dayatmanıza bir tepki değildir? Bu da mı güvensizlik değildir? Bu da mı, gençlik yaramazlığı olarak izah edilecektir? İnsan; düşünceden bu kadar mahrum olmaya mı, insanları zorla bir kalıba sokmaya mı, öğrencinin haklı tepkisinin anlaşılmayışına mı üzülmeli bilemiyor…
Okullarda bol bol verilen takdir ve teşekkür belgelerinin, hayatta hiçbir değeri ve faydası yoksa… Öğrenci, ailesine belki bir defa gösterecek o süslü belgeyi… Ondan sonra o belgeler bir daha bulunmamak üzere kayıplara karışacaktır. Kaybolduğu bile fark edilmeyecek. Bir işe yaramıyor ki o süslü “kâğıt parçasını”, muhafaza etme ihtiyacı duysun. Çöpe bile atmıyor… Ailesi ve okulu da bunu biliyor.
Öğrenci dehası, cins bir at gibi tepki gösteriyor. Arızaların, yanlışların, saçmalıkların sinyalini veriyor. Ağrının, vücuttaki hastalıkları haber verdiği gibi... Büyük depremin küçük öncüleri… Ama ne yazık ki, kimse hiçbir şeyin farkında değil. “Bizim zamanımızda…” diye başlayan “Şimdiki gençleeer…” diye devam eden tefekkürün ve endişenin kırıntısı bile olmayan sızlanmalarla her şey açıklanmış oluyor.
“Hocanın vurduğu yerde gül biter” sözü, yüzyılların birikimi itimattan doğmuştu. Eğitim sistemine güvensizlik; hem o güzelim sözü dayak atmaya cevaz sanarak hor gördü, hem “kimse benim çocuğuma bir fiske bile vuramaz!” anlayışını -daha doğrusu anlayışsızlığını- doğurdu. “Sen benim çocuğumu kimsesiz mi sandın?”… Bu sözün altında öğretmeni, okulu ve eğitim sistemini zalim olarak nitelemek yok mudur? Kimsesizlere zulmetmek meşru mudur?
“Nasıl insan yetiştirmek gerektiği” üzerinde ittifak edilmediği halde, partilerin tartışmalarının temelinde bu olduğu halde; asıl müzakerelerin ve tartışmanın bu konuda yapılması gerektiği halde; önce bunun konuşulması gerektiği halde… Sanki bu hususta ittifaka varılmış da sıra bunun nasıl yapılacağının konuşulmasına gelmiş gibi, eğitimin “kesintili, kesintisiz” olması tartışılıyor. Eğitimin esası üzerinde değil de, yılı üzerinde Meclis'te meydan savaşları yapılıyor… Sen nasıl insan yetiştireceğini bilmedikten sonra eğitim, kesintili olsa ne olur, kasıntılı olsa ne olur…
Ve bu hal, yıllardır böyle devam ediyor. Tanzimat'tan beri böyle… “Kesintisiz” devam ediyor…
Ama böyle gidemez… Bir ışık göremesem de eğitim başta olmak üzere bütün meseleleri kökten ele almak idrakine bir gün, bir büyük deprem, bir büyük sosyal patlama olmadan, yükseleceğimizi ümit ediyorum.
Arıza sinyalini verdiren, arızayı ifşaya vesile kıldıklarına o gücü de verebilir!
|