Mistik dağcılık hikâyesi-Üstad Necip Fazıl' a yakın olmuş şair ve yazarlar Mücahit Koca Sayı:
73 - Temmuz / Eylül 2012
…Nisan/1988
Uludağ'ın eteklerine tutunmuş Zümrütveler Mahallesi'nden su depolarına doğru hafif eğimli patikadan tırmanmaya başlamıştık ki bizi Kaplıkaya Deresi'nden ayrılan Değirmenlikızık Köyündeki su değirmenine giden kim bilir kaç yıllık bir derecik karşılamıştı. Berrak mı berrak bir suyu olup; parlak ışıkta büyüleyici bir görünüşü vardı. Gürbüz Işık Usta, Bursa'da doğma büyümenin bilgisiyle anlatarak; “Bu Kaplıkaya Deresi'nden ayrılarak gelen, güneşte parlayarak şırıl şırıl akan Gümüş Suyu, dediğimiz derecik. O, kim bilir ne kadar zaman köyün değirmen taşını döndürdü; un öğüttü! Bu derecik sadece değirmen taşı döndürmekle kalmaz; yedi yüzyıllık geçmişi olan Değirmenlikızık Köyünde hem bağ bahçeleri sular, hem de kurda kuşa serinlik verirdi. Hem buralarda Fiyekızık, Cumalıkızık, Hamamlıkızık ve Derekızık Köyü olmak üzere hemen her köyün içinden böyle derecikler hâlâ akıyor,” dedi.
O meşhur Kaplıkaya Kapısı'ndan henüz vadiye giriş yapmıştık ki karşımda gökyüzünde yüksek, başı sisler içinde iri ve kocaman sivri dişli bir kale görüntüsü veren Bakacak kayası bize; “Gelin, gelin,” der gibi bakıyordu.
Kaplıkaya'dan her girişimizde olduğu gibi dağ; yüzü, hülyası ve bütün ihtişamıyla bugün de bizi karşılamıştı. Bursa'nın özünde ve dağcının kanında akan hayat olan Kaplıkaya'dan zirve yapan sarp kayalık Bakacak Tepesi'ni, güneş içmiş ormanları, baharın havasından terleyen uçurumları, çağlayarak ruhu ve bedeni dinlendiren çağlaya çağlaya aşağı akan dereleri, zirvedeki gölleri ve karları kaldırın ne Uludağ kalırdı, ne de Bursa.. Ve o zaman ne Uludağ'ın tadını alırdınız, ne de Bursa'nın... Onlar, birbirine öyle sıkı sıkıya bağlıydı ki, asla tek başlarına bir anlamları olamazdı.
Kaplıkaya Vadisi'nde yürüdüm. Her taraf yemyeşil.. İç, Doğu ve Güneydoğu'nun kel dağlarına karşılık Uludağ ne müthiş yeşillikti! Yerin halıyı andıran rengârenk çiçekli yeşilliklerinin ve yine ormanın yeni yapraklanmış ağaçlarının içinden geçerken aklıma Eski Türklerden bir anekdot geldi: Eski Türkler, karanlık sık ormanlara saygı gösterirler; hatta onlara tapınırlarmış. Bu bakışla olacak tarihte eski Türk hükümdarların bir orman oluşturarak kendi adlarına tescilledikleri bilinirdi.
Sabah erken olduğundan etraf hâlâ sisle kaplıydı. Güneşin doğuşuyla dağ sabah güneşinin ilk ışıklarıyla sisler içinde kalır biz içinden geçer giderdik. Bugün de öyle olmuştu. Bazen sisler hemen dağılmadığı gibi, zirveden aşağılara üzerimize doğru hareket ederek indiği çok olurdu. Sonbahar aylarında teleferik ile Sarıalan Yaylası'na çıkarken bir tünelden geçer gibi bu bembeyaz sis perdesinin içinden geçtiğim çok olmuştu. Ne duygulu manzaraydı ama!
Akşama Mehmet Akif İnan, Alaaddin Özdenören ve Zübeyir Yetik, Bursa Marmara Gazetesi'nin paneline davetliydi.
Dağ yorgunluğuna aldırmadan akşama panele yetişmeliydim. Hemen duş alıp hazırlanarak tekrar dışarı çıktım. Benim için böyle buluşmalar çok önemliydi. Üstat Necip Fazıl'a bu kadar yakın olmuş şairleri ve yazarları hem tanıyacak, hem de onların medeniyet açılımlarını öğrenecektik.
Şair M. Akif İnan, Büyük Doğu akımı kadrosu içinde bir ağabey gibi olup; çok farklı biriydi. Üstat Necip Fazıl, Ankara'ya her geldiklerinde onun evine iner; haberi alan Büyük Doğucular o akşam orada kendisini ziyarete gelirlerdi. Ben, kendileriyle ilk defa Milli Görüşçü gazeteciler toplantısında tanıştığım M. Akif İnan, sanki şairden başka biri gibi başkan ve ağabey duruşuyla dikkatimi çekmişti. Şair Alaaddin Özdenören ise hali, duruşu ve konuşuşuyla bende görünüşe ve dünya işlerine kıymet vermeyen, kurallara uzak, bütün varlığı kendi iç dünyasına göre değerlendiren, gönül gözüyle gören rint bir şair imajı uyandırmıştı. Gazeteci ve yazar Zübeyr Yetik mi? O, 1974'te İstanbul'da gazetecilik yaparken benim genel yayın müdürümdü. Her üçünün en bariz özelliği 'Büyük Doğu' mefkûresine sımsıkı bağlı olmalarıydı.
EY DAĞ SEN ELİMİ BIRAKMA
…Mayıs/1988
“Birçok dağ tanımak ve onu aşmaya uğraşmak yerine bir tek dağı iyi tanıyarak; onu aşmak daha yeğdir,” dendi. Ben de bir dağcı olarak on yıl kadar önce Uludağ'la dağcılığa başlamış, onunla da bitireceğe benziyordum. Bu bakımdan benim için dağımı en iyi tanıyan olmak ve yapılması gereken şeyi bir şeyhin müridi gibi adanmışlık ruhuyla zirvesine tırmanarak yapmak önemliydi.
Teleferiğin dağdaki ilk istasyonu olan Kadı Yayla'da ekip arkadaşları aralarında bir şeyleri konuşurlarken ben de onlara sırtımı dönmüş halde Osmanlı'nın ilk kadısı Molla Fenari'yi ve tabii onun Osmanlı'nın kuruluş döneminde yaptıklarını düşünüyordum: Medrese sisteminin ve resmi eğitimin 'İbn Arabî' ekolünü benimsediği bir zamanda o, Mevlâna'nın Osmanlı din ve tasavvuf hayatını asırlarca etkileyecek Mesnevi'sinin önsözüne şerh yazmıştı. Bu şerhte büyük âlim ve arif Molla Fenari, Mevlâna Hazretleri'nden övgüyle söz etmiş ve onu; “Muhakkik, arif, salik ve veliler kutbu,” diye anmıştı.
Böyle bir anda belki de dağda bulunmamın da etkisiyle aklıma 'Mesnevi'den dağ üzerine parça buçuk beyitler gelip duruyordu:
“Dağ Yahya'yı kendinse çağırmadı mı?/Ona kastedenleri taş ile sürüp kovmadı mıydı?”
“Dağ, Yahya'ya haber yollar, 'Ey Yahya! Gel, bana kaç!/Kaç da keskin kılıçtan kurtarayım seni, sığınak olayım sana,' der.”
“Dağın, taşın gözü, görüşü olmasaydı eğer/Nasıl olur da Davud'a dost olurdu?”
“Dağlar Davud'un sesine kulak verir/Onunla birlik olur, ilâhi okur”
Tonoz Yayla'daki mola yerinde Molla Fenari konusunu özellikle açmış; İbrahim Ünal Usta'nın fikrini öğrenmek istemiştim. Ekip Liderimiz İbrahim Ünal Taşkın, söze girerek; “Büyük Veli Emir Sultan Hazretleri, Ulucami'nin açılışını kendisinden isteyen Sultan Yıldırım Bayezit Han'a açılışı Somuncu Baba'nın yapmasının daha uygun olacağını söyler. Somuncu Baba, kürsüde 'Fatiha Tefsiri'ni yaparken Molla Fenari de orada hazır bulunuyormuş. Bu hutbeden sonra Fatiha Tefsiri'nden etkilenerek o dahi 'Aynu'l-A'yân fi Tefsiri'l-Kur'ân,' adlı bir 'Fatiha Tefsiri' yazmıştı,” dedi.
İbrahim Ünal Usta, bugün bizi Kadı Yayla'dan Tonoz Yayla'ya getirmiş; oradan ilk defa gideceğimiz bir yoldan Bakacak'a çıkarmaya niyetlenmişti. Kimse erkekliğe halel getirmek istemezdi ki itiraz etsin.
Bakacak yolunda yol olmayan bir rotada ilerler, alâmet kayaları aşarken; birbirimize yardım ederek bin bir zorluğa katlanacaktık. Dağ, bu bölgede çok dikleşirdi. Bu yüzden setler oluşur, onları aşmak öyle kolay olmazdı. Düşüp bir yerimizi kırmak ise hiçtendi. Böyle durumlarda İbrahim Ünal Usta'ya mazeretin sökmeyeceğini hepimiz bilir gıkımızı bile çıkaramazdık.
Bütün uğraşlara rağmen yolumuz sık sık uçurum ve derin vadilerle kesilmiş; zaman da ilerlemişti. Aslında buradan Bakacak Tepesi bir günlük tırmanış değildi. Sonunda İbrahim Ünal Usta da pes etmiş; Bakacak altından geri dönüp şehre inmeye karar vermişti.
Bugün Bakacak'a çıkamasak da dağın en sarp ve dik yerinde kendimizi denemiştik ya..
Park ve kahvelerde oturmak, şehirde tarihi yer ve müzeleri gezmek, denizde yüzmek, gölde kürek çekmek; bence zevk olarak dağa tırmanmanın yanında neydi ki?
Ne zaman akşam olsa, dağdan geri şehre dönmeye kalksam; her seferinde beni hüzünlendiren bir şeyler mutlaka olurdu. Şimdi yine sevdiğimden ayrılıyormuşum gibi bir duyguya kapılmıştım. Aklımda bu defa Köroğlu dizeleri vardı. Mırıldanır gibi; “Şu karşıki yüce dağlar/Benim sizde neyim kaldı?/Düşmüşüm namert eline/Kılıç kalkan yayım kaldı”
DİRİLİŞ, HAFTALIK DERGİ OLARAK ÇIKIYOR
…Temmuz/1988
Akşam İstanbul'dan Sezai Karakoç'un yanından gelmiş; ertesi gün Haftalık Diriliş Dergisi'nin çıkış haberini vermek için sabah erkenden Gürbüz Işık ile birlikte İbrahim Ünal Taşkın'ın evine koşmuştum.
Usta, evde yoktu; sık sık yaptığı gibi bugün de yalnız başına dağa gitmişti. Onu evde bulamayınca; “Ver elini Uludağ,” demiş; çaysız ve ekmeksiz demeden Gürbüz Işık Usta ile dağa gitmiştik.
Kapanana kadar Sur Kitapevi, bir bakıma Diriliş Gazete ve Dergi temsilciliği gibiydi. Diriliş günlük çıkarken gazeteler oraya gönderilir; İbrahim Ünal Taşkın onları alır, abonelere dağıtırdı. Altı ay kadar süren bu günlük gazete işi yürümeyince kapanmış; yerine bu defa haftalık 'Diriliş Dergisi' kararı alınmıştı. Ben, bağlılığın gereğini yapmaktan yanaydım: 'Sur Kitapevi' kapandığından Sezai Bey’e; “Dergilerin dağıtımını Bursa'da ben yaparım,” demiş, görevi bu defa da ben üstlenmiştim. Diriliş Dergileri, Genel Yayın Danışmanlığı'nı yaptığım Bursa Marmara Gazetesine gelecek; onların bayi ve abonelere dağıtımını ben yapacaktım.
Bir Arap atasözü vardır; “Önce yoldaş, sonra yol,” der. Bizim için dağ arkadaşlığı çok önemliydi. Birlikteliğin tadı anlatılamazdı. Dağcı ekibimizden Mustafa Kara'nın 'Tarik-i Cebeli,' yakıştırması boşuna değildi. Dağcı arkadaşlığı bambaşka bir şeydi. Gece gündüz beraber olsak bile birbirimizi hiç görmemiş gibi özlerdik.
İbrahim Ünal Taşkın'ı bulabiliriz ümidiyle vaktin ilerlemesine aldırmadan Kaplıkaya Vadisi'nde dere kenarından yürüdük. Hava dağ olmasına rağmen bugün nedense çok sıcaktı. Sık sık serinlemek için Kaplıkaya Deresi'ne ayakkabı ve elbiselerle girip çıkıyordum. Dışarı çıkar çıkmaz ıslaklık hemen geçiyor, ben yine dereye elbiselerle giriyordum. Havaya rağmen su hâlâ çok soğuktu. Elini iki dakika suda tutsan uyuşmaya başlar; karpuzu atsan anında çatlardı ama bu sıcakta bu bile bana etki etmiyordu.
Değirmen'e kadar tırmandığımız halde bugün İbrahim Ünal Usta'nın izine rastlamayınca; “Akşam evde olur,” diyerek geri döndük.
DAĞDA DEFİNE BULMAK GİBİ
…Ağustos/1988
Şu anda bulunduğumuz yer Uludağ'ın tırmanarak çıktığımız yer değilse de buraya geyikleri için gelinirdi. Burada onlarca geyik Milli Parklar Müdürlüğü'nce koruma altındaydı. Onları seyrederken aklıma 'Geyikli Baba' geldi. Acaba bu geyikler onun düşüp kalktığı, sırtına binip savaşa gittiği geyiğin soyundan gelenlerden olabilir miydi?
Dağa her çıkışımda olduğu gibi bugün de çok heyecanlıydım. Hep yeni bir şeyler bulurum; yeni bir yer keşfederim, diye çırpınıp duruyordum. Aklıma Mesnevi'den bir beyit geldi: “Hiçbir şeyden haberi olmayan biri, bir yıkık yerde ansızın bir define buldu/Bundan sonra da her yıkık yere koşmaya başladı,” diyordu. Aynen benim gibi.. Bu beyit sanki benim için yazılmış gibiydi. O, anılan kişi define bulmuştu doğru da acaba ben ne bulmuştum? Ben de Mevlâna'nın define bulan adamı gibi dağda çok değerli bir şey bulmuş olmalıyım ki bırakın her gün dağa gitmek istemeyi, her dağ resmine, her dağ filmine, her dağ ismine müthiş bir heyecanla bakıyordum.
Bu saatten sonra buradan aşağıya inmek sanıldığı kadar kolay değildi. Zaten gece kalmak gibi bir düşünceyle yola çıktığımızdan olacak hazırlığımız vardı. Mola yerinde Kadı Yayla'ya yakın bir yerde gecelemek için adımları sıklaştırma kararı alındı.
Dağı her yönü ile tanımak için ne yapılacağını iyi bilmeli dağcı. Sıkı bir Treking yürüyüşünden sonra Kadı Yayla'ya tepeden bakan bir çeşme bulmuş; hemen yüklerimizi indirmiştik. Ben mutluydum: Bugün dağda gece kalarak onun bir başka yanı ile daha tanış olacaktım.
Ağacın dal budak salması, çiçeğin açması ve meyveye durması misali bu gece duyduklarımı nasıl anlatayım ki! Uyku tulumu getiren arkadaşlar bir kenara kıvrılıp uyurken ben yaktığım büyük ateşin kenarında sabahı sabah göz kırpmayacaktım. Kendimi bildim bileli böyle anlarda uyku tutmazdı beni.. Ateşte çay suyu tıkır tıkır. Böyle anlarda uzaklara, göğün karanlığında biraz sonra tepeden görünecek olan aya doğru dalıp gitmenin ayrı bir tadı olurdu. Ateşi harlamış karşısına uzanmış Mevlâna'dan beyitler okurken yukarıda andığım beytin devamı gibi bir beyitle daha karşılaşmayayım mı? Mevlâna bu okuduğum beyitte; “O toplumun candan haberi yoktur/Dağı görmüşlerdir de dağdaki madeni görmemişlerdir.” Ben, işte o dağdaki bu madeni o kadar çok görmek istiyordum ki anlatamam!
Bu gece ateş başında sabahlamanın bana kârı o anda yazıverdiğim şu dizelerim olmuştu:
“Gündüz dağın yiğidi
Gece ne kadar yiğit
Gece kaldım anladım
Neden bu kadar az bildim
Müridi şeyhin.”
|