Büyük Millet Olmak Mustafa Büyükgüner Sayı:
38 -
Doğulusu batılısı her ülke; çevresinde söz sahibi, büyük bir devlet olmanın ilk şartı olarak toprakları üzerinde yaşayan insanların ortak bir hedef etrafında birleşmesi gerektiğini bilir. Çarlık Rusya’sı yıllarca “sıcak denizlere çılma” politikasını sırf bu nedenlerle Rus milletine yaymaya çalışmadı mı? Bunun için Balkanlarda bir “slav milliyetçiliği”ne bile zemin hazırlamaktan çekinmedi… Bırakalım Rusya’yı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan küçük Balkan Devletleri bileğ kedilerine büyük hedefler çizdiler… Bulgarlar’ın olmayan “Büyük Bulgar Krallığı” hayalleri, Yunanlılar’ın “büyük ideal”leri hep bunun için ortaya atılmış tezler değil miydi? Maddi hevesler uğruna birbiriyle rabıtası olmayan bir çok toprağı ele geçiren ve bu topraklar üzerinde “Üzerinde güneşin batmadığı” bir sömürge imparatorluğu kuran İngilizler, sosyologları Ruskin ile bunun önemini anladıklarını nasıl ifade ediyorlar: “Yığın heyecansızdır, hissizdir; millet öyle değil. Yığını kolayca kandırabilirsiniz, doyguları hiçbir temele dayanmaz. Yığın düşünmez, maruz kalır. Nezleye yakalanır gibi tutulur fikre. Ateşi yükselince arslanlaşır, nöbet geçince her mukaddesi unutuverir. Büyük milletlerin duyguları ölçülü, düzenli, devamlıdır.” Hakimiyeti altına aldıkları milletleri hile ve düzenbazlıklarla yığın haline getiren İngilizler’in (Şekspir)i Hindistan’a dahi kıyas tutmamalarına şaşmamak gerek…
Her devlet bir yaşama alanına sahip olabilmek için, uydurma bir tarih bilinci veya kalıntıları dahi çok eski çağlarda kalmış millî kültürlerine dayanmaya çalışırken, biz Orta Asya Bozkırlarından kopup, özellikle İslâmiyet ile şereflendikten sonra Batıya doğru bir çığ gibi büyüyen ve sayesinde (devlet-i ebed müddet) Osmanlı İmparatorluğu’nu kurduğumuz; İslâm imbiğinden süzülen kültürümüze sırtımızı çevirme hatasına düştük. Ve bugünkü; tarihinden ve kültüründen kopuk, heyecansız, gelecekten ümitsiz yığınlar haline geldik.
Oysa her tavrıyla “Dünyaya nizam verme istidadı”na sahip milletin; İslâm’la tanışıp kaynaştıktan sonra dünya çapında bir aksiyonu ortaya koyması zor olmadı. Bu, öncesiyle kıyası dahi kabul edilmeyecek kültür hamlesini de peşinden getirdi:
İslâm’dan aldığımız enerjiyle Anadolu’nun kapısında ilk kez Batı’nın karşısına çıktık. Anadolu hiç kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde Müslüman Türk kimliğine büründü. Batı bile bu topraklar için “Türkiye” deme zorunluluğ3unu hissetti.
İstanbul’un fethiyle Kainâtın Efendisi’nin müjdesine mazhar olduk. Bu (müjde)nin eteğine sarılarak bir dünya devleti olmayı başardık. Irak’ın işgalinden önce, ekonomik çıkarları zedelendiği için “Savaşa hayır” tam tamları çalan, şimdilerdeyse üzerinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı bulunan Mezopotamya zenginliklerinin yağmalanacağını fark edip ağızlarının suyunu akıta akıta en ön sıradaki yerini alan Avrupa devletleri, tek sözümüzle dünyayı kontrol ettiğimiz günlerde başları belaya girdiğinde devletimize başvurup hiç gocunmadan himaye talep ettiler ve mazluma nasıl yardım edilirmiş bizzat gördüler. Kurmaya çalıştıkları suni Avrupa Birliği kapısında basiretsiz politikacılarımız yalvar yakar bırakan ve bu sayede istediklerini yaptıran, üçüncü sınıf bir memurlarının önünde devlet erkanını hazrola geçiren Avrupa, o zaman krallarının Osmanlı Devleti’nin sadrazamı ile eşit tutulmasından ve buna uygun protokol uygulanmasından gurur duyuyordu.
Hem büyük bir korku, hem de büyük bir hayranlıkla Osmanlı’yı takip ettiler, taklit ettiler. Oryantalizm hareketi Türk saray ve kültür hayatının incelenmesi sonucu doğdu. Müzisyeninden ressamına hepsi bu araştırmaların sonuçlarından yemlenerek en güzel eserlerini verdiler.
Fethettiğimiz her yere İslâm tertibini, İslâm nizamını götürdük. Hamle devrimizde “Kilisemde Vatikan külahı görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyen din adamından ricat devrimizde fazla alınan vergileri iade etmek için kapı kapı dolaşan Tük memurlarının eteğine yapışıp, “Bizi bu zalim yöneticilerimize bırakmayın” diye feryat eden gayrimüslim halka kadar, bütün bir insanlığa örnek devlet nasıl olurmuş, devlet nasıl yönetilirmiş gösterdik.
Üzerindeki her hamle ve zafer ayrı güzellikte bir desen olan bu büyük kültür halısına sahip olan bizler, ne uzak kıtalar gibi savaşlarımızın, dramlarımızın üzerinde yeteri kadar düşünüp bunları millî bütünleşmeyi sağlayacak bir araç olarak görüyoruz; ne de en büyük kültür ve sanat adamlarımızı; (Şekspir) misâli sahipleniyoruz. Büyük bir sebepten alelade seçilmiş iki meyve gibi yazımızın başında söylediğimiz olmayan “Büyük Bulgar Krallığı” ve aslından saptırılan “Büyük İdeal”ler ile tabiiyetleri altındaki Müslüman Türk halkına her türlü baskıyı yapan ve bu toprakları talan eden devletlere karşı “Adriyetikten Çin denizine kadar” uzanan coğrafyaya hakim Türk ve “Doğu Asya’dan başlayıp bir koluyla Balkanlar’dan Doğu Avrupa’ya kadar uzanan, diğer bir koluyla da Afrika’nın içlerine kadar” yayılan ve gözümüzün içine bakan Müslüman milletler potansiyelini kullanmayı akıl edemiyoruz.
Avrupacılık oynamayla tüm dertlerimizin biteceğini zanneden şapşal aydınlarımız sayesinde son iki asırda kademe kademe, Batı’ya yönelme, geri kalmışlığı sebebini İslâm’da arama, İslâm nizamı yerine Batı nizamını getirme ve topyekun cemiyetten İslâm’ı kazıma basamaklarından yuvarlanarak bu günlere gelmiş bulunuyoruz.
Halbuki Türk milleti İslâmla doğan ve tüm kaynağını ondan alan kültürü ve tarihiyle hep iç içe yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bu kültürü söküp atmak için her yolu deneyenlere bir cevap vermiyor ve onlara karşı harekete geçmiyor. Özellikle son yıllarda iyice artan ve adına ne olduğunu kimsenin bilmediği “İrtica ile mücadele” dedikleri tehditler ile başındaki örtüsüne kadar her türlü mukaddesatına saldıranlara karşı sessiz kalıyor. Ve bu şirretsizliğe duyduğu üzüntüden, millî birliğinin temeli, kültür ve tarih mirasından uzak duruyor.
Dahilî ve haricî düşmanlar ile çepeçevre sarılı Türk milleti, bu kuşatmayı kırmak için millî birliği yeniden kurmak gerektiğini ve bir kültür hamlesinin zorunlu olduğunu nasıl düşünemez?..
Bu ulvî hareket için herkesin yalanını dahi yana yakıla aradığı (Güneş), Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle kendi cebimizin astarında kaybolmuştur ve Onu, oradan kurtarıp lâyık olduğu makâma yükseltecek kahramanları beklemektedir.
|