Tasavvuf ve cemiyet Ali Erdal Sayı:
95 -
–Yaptığınız hesabın doğruluğundan nasıl emin olabilirsiniz?
–Emin olana kadar işlemi tekrar tekrar yaparak…
–Bu emin kılmaz, doğru olma kanaatini pekiştirir… Bir ‘acaba’ insanı kemirir.
–Ne lâzım?
–Sağlamasını yapmak lâzım… Ancak sağlamasını yaparsanız, emin olabilirsiniz. Hesaplama şartlarını ve kabiliyetini yaratan, bu imkânı da vermiştir.
–Hesap ve sağlama imkânı vermişse, Allah’a erme yolunun, yani halk arasında “tarikat” diye ifade edilen tasavvufun da sağlaması olmalı… Meselâ velinin hakikisi ile sahtesini ayırdetmenin matematik işlemi gibi bir sağlaması olmalı. Bu mümkün değilse öyle bir yol da olamaz.
–Haklısın, hesap işleminin sağlaması gibi Allah’a yücelme yolunun da hakikisi ile sahtesini ayırdedici sağlaması olmalı. Bu yolda olduğunu söyleyen her mektep, hakikisi ile sahtesini ayırdetmek usulünü yani sağlamasını ortaya koymalı. Evet vardır!.. Ve bu sadece İslâm tasavvufunda vardır. Aslında başka inanışlarda tasavvuf yok; Allah’a erme yolu, Allah’ın gönderdiği dinle olur. Ancak İslâm’ın dışında mistik bir takım inanışlar, uygulamalar, tavırlar, teşebbüsler var. İslâm tasavvufu diye belirtmek, onların da tasavvuf zannedilmesinden… İslâm’ın dışındakilerin zaten hakikileri olmadığı ve olamayacağı için sahtesi ile hakikisini ayırdetmek diye bir husus söz konusu olamaz. Aczlerini içten içe sezdikleri için, böyle bir yol söyleyemiyorlar.
–Hakiki veli ile sahtesini ayırdedecek sağlamadan önce tasavvufun sağlamasını söylemelisiniz.
–Diğer inanışların bu yönden güç belâ birkaç kişi gösterebilmelerine mukabil, İslâm’da her devirde sayılamayacak kadar kahramanın olması; onlardan sayılamayacak kadar menkıbe ve hikmet anlatılması ve hemen hemen her sahada ciltler dolusu eserler vermiş olmaları da İslâm tasavvufunun sağlaması… Buna, İslâm cemiyetlerine onların ruh, aşk ve heyecan üflediğini de eklemeliyiz.
–Bugün ortalığı sahtelerin sardığı iddialarına ne diyeceksiniz? Sahtelere hayat hakkı sağlayan, hattâ onları üreten bir iklim var demek ki?
–Sahtesine bakarak bir şey hakkında kıymet hükmü vermek fikir haysiyetine yakışmaz. Sahte altına bakarak, demek ki altın değersiz bir madde imiş denemeyeceği gibi velilik iddiasındaki sahtekârlara bakarak tasavvuf hakkında hüküm verilemez. Bir şeyin sahteleri ortalığı sardıysa, hakikilere bir hasret var demektir. Rağbet gören kitabı piyasaya sürmezseniz, korsan kitap basanlara gün doğar. Sahte paradan dert yanan, hakikisinin hâkimiyetini istiyordur. Şüpheli parayı makineye koyarsınız ve neticeyi alırsınız. Sahteler çöpe, hakikiler tedavüle… Sahte para imal edenler adalete… Sahte velilerin olduğunu iddia eden –farkında olsun olmasın– hakikilerin varlığını kabul etmekle kalmıyor, hakikilerin değerli olduğunu da ifade etmiş oluyor. Sahteleri üreten nefs… Üstün olma hırsı… Sahteleri doğuran ve üreten benlik, velilik değil… Sahte para imali, hakiki paranın suçu değil; suç, insandaki kısa yoldan zengin olma hırsı… Sahteden şikâyet hakkı, hakikinin... Çünkü ceremesini o çekiyor. Velilik iddia eden sahtekârlara rağbet ediliyorsa; insanımız, hakiki ile sahteyi birbirinden ayırdedecek eğitimden mahrum edildiği içindir. İslâm’ı, dolayısıyle de tasavvufu bilmemenin bildirmemenin tabiî sonucu… Hakikatten mahrum olmanın akıbeti… Hakikatten mahrum edilen cemiyetin hali… Suçlanması gereken tasavvuf değil; onu bilmeyen ve hakikatin cemiyete ulaşmasını engelleyenlerdir.
–Hakiki ile sahteyi ayırdetmenin sağlaması var demiştiniz?
–Evet… Birbiri ile iç içe iki yol… Bir sözleri ve ahvali şeriate uygun mu değil mi? İki, veli olduğunu iddia ediyor mu, etmiyor mu? Bunlara bakılır… Gerçeğinin her hali, şeriate uygun olur… Gerçek veli; velilik imasında bile bulunmaz. İmam-ı Rabbâni’nin buyurduğu gibi “Allah verâların verâsında, ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, onun da ötesinde...” Öyleyse yücelmeye sınır yok; veli hep, daha iyi olmak gerektiğinin şuurunda. Onun için yan cebime koy kabilinden sahteliklerin gölgesi üzerine düşmez. Sözünü etmediği gibi hali de, ne kerametler sahibiyim de belli etmiyorum demez. Bakışlarıyla keramet vehmettirmez. Kendisini bir yerlerde göstermeye kalkışanlara haddini bildirir. Yine ikinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbanî’nin izahıyle; keramet izharı, yani keramet sahibiyim demeye getirmek veya ilân etmek, bir kadının hayz zamanı kendisini damda seyrettirmesi kadar hayâ dışıdır!.. Velilik iddiası, hakikinin nazarında o kadar hayâ duyulacak bir şeydir... Bu da sahtelerini ve hakikilerini ayırdetmek için ölçü...
–Tasavvufta keramet değil mi, bir mesafe katetmiş olmanın alâmeti…
–Nedir keramet?
–Normal şartlarda yapılamayacak olağanüstü şeyleri yapabilme iktidarı…
–Meselâ?
–Uzun mesafeleri vasıtasız kısa sürede aşmak, deniz üstünde yürümek vs…
–Yani marifet gösterisi… İpte yürüyen cambazı alkışladığımız gibi, tabiat kanunlarına diz çöktürerek marifetler gösterenlere de “evliya” diyeceğiz öyle mi?
–Halk nazarında olay bu!..
–Hakiki tasavvuf ehli böyle şeylere zerre kadar itibar etmez. Nefsini adam etme gayretinde olan, başkalarıyla yarışır mı; başkalarına birşeyler göstermeye uğraşır mı? Beyazid-i Bestamî’ye birinin uçtuğunu söylüyorlar, sinekler de uçar diye cevap veriyor… Suda yürüyor diyorlar, yengeçler de yürür diyor. Bir anda tayy-i mekân ediyor, buna ne diyeceksin dediklerinde, şeytan da aynını yapabilir diye cevap veriyor. Pek çok velinin buna mümasil sözleri var.
–Peki nedir keramet?
–Hadîs-i Kutsi’de “Ben insanın en büyük sırrıyım ve insan benim en büyük sırrım” buyuruluyor. Tasavvuf, bu minval üzere kelime üstü, hal… Aşk!.. Nefsi ruha kalbetme cehdi. Herkesin içinde fıtrî olarak var olan aşkı; merkezine, hakikatine yerleştirme ve yüceltme mektebi... Yüce kahramanların harcı... Karşı çıkanlar evvelemirde içlerindeki aşk istidadına yazık eder. İşte aşk ateşinde yananların birkaçından tasavvuf tarifi… Birkaç kıvılcım:
●“Beşerî sıfatlardan çıkıp melekî sıfatlar ve ilâhî ahlâk ile vasıflanmaya mahsus bir hal...” (Abdülhakîm Arvasî)
●“Gayr ile alâkasız olarak Allah ile olmak” (Cüneyt)
●“Şeriatin yasak ettiği şeyler ve kötü ahlâka karşı devamlı mücahede” (Cüneyt)
●“Keremli zamanda, keremli kavm içinde, keremli insanda, keremli ahlâk...” (Muhammed Bin Aliyülkassab)
●“Bütün halinde iyi ahlâka girip kötüsünden çıkmak...” (Ebu Muhammed Çerirî)
●“Yunusdürür benim adım,
Gün geçtikçe artar odum;
İki cihanda maksudum
Bana, seni gerek, seni!”
“Gayesiz yaşayanlar nasipsiz kalır” diyor Şeyh Sadi… En büyük gaye Allah!.. En büyük nasip o yolda… Tasavvuf söz konusu olunca ilk akla gelen keramet… Keramet için, “ruhun saffet bulduğu zaman kazandığı iktidardır” diyor, o yolun yolcuları. Âşığa ikram… Yani keramet, kişinin kendinden değil… Kendi marifeti değil… Berberlik gibi öğrenilerek kazanılan bir sanat ve yüzme öğrenmek gibi kazanılan bir marifet değil… Velinin kerameti mensup olduğu nebinin mucizesine dâhil. Kendi yok... Nasibi olana ilâhî ikram… Mazhar olan hicabından gösteremez!.. Mahrum olan ne gösterecek? Her iki halde de keramet gösterilemeyecek. Allah kulunun halini, onun iradesi dışında gösterir ise o başka… “Gel gör beni aşk neyledi” diyen; her an, rızasını kazanmak istediğinin huzurunda… O’nun lütfettiği ikramla onun koyduğu kuralları aşma gösterisi mi yapacak? Aşkı Allah olanın yapabileceği şey mi bu? Açlıktan nefesi kokanın, kendisine verilen birkaç kuruş sadakayı; göstere göstere, böbürlene böbürlene, karşısındakileri horlaya horlaya dağıtması gibi… Burnu havada keramet taslama kabalığını düşünebiliyor musunuz?
–Peygamberler mucize gösteriyor ama?
–Peygamberlere inanmak, iman esaslarından… Onlar seçilmiş ve insanlığa rehber olarak gönderilmişlerdir. Allah’ın elçisi olmanın alâmeti, nişanesi ve karinesi olarak, insanlara merhameten, Allah’ın izniyle, mucize göstermeleri lâzımdır. Bunun için onlardan mucize beklenir; ama veliden keramet beklenmez. Mucize; iman edenlerin gönülleri mutmain olsun, inanmayanlar çaresiz kalsın diye… Ümmete ikram… Keramet ise ferde ikram. Velinin kalbinde, başka kime yer olabilir ki, başkalarına şirin görünmek istesin? Sahte tevazu ve âbitlik havaları, sahte gözleri dolmalar, sanki öteleri gören dalgın bakışlar, ayılıp bayılmalar, salya sümük ağlamalar… Bunların sahtekârlıktan öte, ne kadar iğrenç olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ya böyle insanları kandıranların ve keramet taslayanların halini ve akıbetini düşünebiliyor musunuz? “Ahirette en büyük azap, bu dünyada mürşitlik taslayarak Allah'ın yolunu kesenleredir. Bunların cezasına dünya mütehammil değildir. Bunların cezası yevmul cezada verilecektir” (Abdülhakîm Arvâsî). Bu yolun büyükleri “keramet, şer'i mânasiyle ruhun saffet bulduğu zaman kazandığı iktidardır” buyurmuşlardır. Keramet onlar için gaye değil ki, göstersinler. Onlar “olma” azminde, görünme ihtiyacında değil... Olan söylemez, söyleyemez; söyleyen olmamıştır. Nice büyüğe, neden az keramet zuhur ettiği sorulmuş. Ve “Bu halimize rağmen ayakta durabilmekten büyük keramet mi olur?..” cevabı alınmıştır. Diğer inançlardaki tasavvuf iddiacılarının olağanüstülükler göstermeye ihtiyaçları vardır. Hal üzere olamayacakları için, kendilerini öyle zannettirmeye ihtiyaçları vardır. “Kerametleri (!) kendilerinden menkul” riyakârlar… En büyük keramet, kerameti setredebilmek. Büyüklük bu… Bayezid-i Bestamî “Bir adam suyun üzerine seccâde serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, şeriâtın emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldanmayın.” buyurmuşlardır. İmam-ı Rabbanî, İslâm’ın dışındakilerin, birtakım becerilerle olağanüstülükler göstermelerinin “istidraç” olduğunu söylemiştir.
–Şeriatin emirlerine uyup uymadığına bakılacak demek?
–Evet, hallerinin ve sözlerinin şeriate uygun olup olmadığına bakılır. Gaye keramet değil, şeriatin gösterdiği yolda istikamet… Zaten tasavvuf da o istikamet üzerinde derinleşme cehdi. “Tasavvufa dinin esası olmak bakımından esasın ruhu diyebiliriz. Dinin esası, ancak Resulün tebliğ ettiğidir. Ve Şeriattır. Onun için, mahremi, ruhu, özü tasavvuf... Tebliğ mevzuu olmayan, yani bütün beşeriyete mecburi rejim ifade etmeyen hususi eriş noktası ise tasavvuftur. Dinin esasına bağlı tamamlayıcı nokta... (…) Şeriat, mutlak ölçüler ve ebediyet sırlarının gömülü olduğu hazine kapısını açıcı şifreler manzumesidir ki, o olmaksızın hiçbir şey olamaz. Bu şifreler manzumesi dış ifadesiyle her ferde emir ve farz... Esrarına inilmesi ise emir ve farz değil... Tebliğ ve tatbik maddeleri esas olan... Böyle olunca umumî mânâda tebliğ ve tatbik mevzuu olmayan hiçbir şey dinin esası olamaz. Ama esasa bağlı ve esas yolunda hususî bir varış noktası olabilir. İşte şeriatle tasavvuf arasında, kalıpla, kalıpta dökülen anahtarı andırıcı mahrem münasebet!.. Ruh ile beden arasındaki münasebeti sezenler, şeriat ve tasavvuf arası taallûku kestirirler...” (Necip Fazıl; Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu)
–Herkesin bu bilgilere sahip olmasını bekleyemezsiniz.
–Bunlar, normal şartlarda her müslümanın bilmesi gerekenler… Her ilmihalden, hattâ her ansiklopediden öğrenilebilir… Hele şimdi, bir (tık)la, dost düşman herkesin elinin altında… İslâm’ın bilindiği bir cemiyette, anaokuluna giden çocuk bile hakiki ile sahteyi ayıracak dikkat ve basirete sahip olur. O cemiyette kimse kendisini “seçilmiş salih zat” diye yutturamaz. Daha ortaya çıktığı ilk gün bir çocuk bile, “sadece peygamberler seçilmiş kişilerdir. Son peygamberden sonra peygamberlik iddia eden sahtekârdır, müslüman değildir” diyerek sapığa haddini bildirir. (Hipnotize) edilmiş ahmak mankurtlardan çete kurup vatanı satmaya kalkan hain şarlatanı devlet; harekete geçemeden, ensesinden tutup kafasını, lâyık olduğu yere, lâğıma sokar…
Bir sahtekâr; dış güçler adına, sinsice devletimizin, cemiyetimizin kılcal damarlarına kadar sızabilmiş… Hem de dine ve tasavvufa aykırı olarak, kendini “Hoca Efendi” diye yutturabilmiş. Ancak yarım yüzyıl sonra, ahmağın kendini açık etmesi ile Truva atını fark edebilmişiz. Bu derin gafletimizin sebebini de Peygamber Efendimiz’den (sav) öğrenelim: “Müminin ferasetinden sakının!. Çünkü o Allah’ın nuruyla nazar eder.”
Tasavvuftan mahrum cemiyetin ufku dar olur. Ufku dar olan, derin düşünemeyeceği için incelikleri göremez.
|