Türk teşkilâtlanma kabiliyeti ve kapasitesi Ali Erdal Sayı:
97 -
Hayatımızın bir parçası olduğu için değerini biz farketmiyoruz ama milletimizin teşkilâtlanma kabiliyet ve kapasitesi, yabancıların dikkatinden kaçmıyor… Oysa asıl biz, sıradan olsun fevkalâde olsun her sahada kendimizi tanımalı; gücümüzü ve zaaflarımızı bilmeli; yarınımızı ona göre plânlamalı değil miyiz...
Fransız tarihçi Fernar Grenard (1866-1942), Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu, “insanlık tarihinin en büyük ve en hayrete şayan olaylarından biri” olarak görür ve şu teşhisi koyar: “Bu, yeni imparatorluğun teessüsü demektir; beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vâkıalarından biridir.” Bir başka Fransız tarihçi, Beoist Meèchin de (1901-1983) “Türk milletinde devlet kurma ve idare etme kabiliyetinin fıtrî olduğunu” söyler. Buna delil olarak da Müslüman olunca ortaya koyduğumuz ilk eserlerimizden birinin devlet üzerine oluşunu gösterir ve Karahanlı Uygur Türklerinden Yusuf Has Hacib’in siyasetnamesine ve nasihatlerine, yani “Kutadgu Bilik”e dikkat çeker: “Mütenakız görünmesine rağmen (birbiri ile çelişiyor gibi görünse de) nihaî derecede alâka-bahş (alâka çeken) bir keyfiyettir ki Türkler, devletler tesis ve idaresinde, fıtrî kabiliyetlere maliktirler. Türk edebiyatının (…) en eski kitabının ‘Kutadgu Bilik/hikmet-i hükûmet’ (yönetme hikmeti, devlet idare etme incelikleri) adını taşıması, şüphesiz tesadüflere atfedilemez” (Yılmaz Öztuna; Büyük Türkiye Tarihi)
Her cemiyette en büyük teşkilatlanmalar devlette ve devletle ilgili… Yabancıların, bu sahadaki başarılarımızı görmeleri, devlet idare etmenin “kitabını yazdığımıza” dikkat etmeleri takdir edilmeli ama asıl müesseselerimizin devamlılığına hayran olunmalı. Fıtrî kabiliyete ve devlet üzerine yazılmış esere dikkat edenlerin; zamanın akışında birbirinin devamı devletleri ve onları kuran, esaslarını belirleyen, yaşatan ve birbirinin devamı yapan enerjiyi, yani İslâm’ı da görmeleri gerekir…
Oğuz Kağan destanında deniyor ki… “Oğuz Kağan dört bir yöne elçiler gönderdi ve şöyle dedi: ‘Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yeryüzünün dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim emirlerime uyarsa, hediyelerini kabul eder, onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, yok ederim.” Kuru bir cihana hâkim olma arzusu… Başka topluluklarda da var. Sağlam ve doğru imana ve fikre bağlı değil. Bunun için de İslâm’dan önceki devletlerimiz kısa ömürlü. Çoğunlukla kurucusundan sonra devletler bölündü. Fıtrî kabiliyet, yüce bir idealle disiplin altına alınmalı ve güçlendirilmeli ki bir değer ifade etsin.
Müslüman olunca “fıtrî kabiliyet”, yüce ideali buldu: İ’lây-ı Kelimetullah… Allah adının yüceltilmesi… Nizam-ı Âlem dâvâsı… Âleme nizam verme… Allah adını cihana hâkim kılma… Âlemin, Allah adına ve emirlerine uygun olarak nizamlanması… Kuru cihan kavgası için değil, yüce bir mânâ uğruna… Ne kazandıksa bu sayede... Bu sayede basamak basamak yükseldik. Bu sayede devletlerimiz, uzun ömürlü ve birbirinin devamı oldu… Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı... Her biri öncekinden daha uzun ömürlü ve daha üstün… Öncekilerin basamak oluşu sayesinde.
İşte manzara: Güzel bir yoldan gidiliyor, büyük ve haşmetli bir kapıdan geçiliyor ve karşımızda büyük kubbelerle örtülü muhteşem bir saray…
Yol Karahanlı Devleti… Haşmetli kapı Selçuklu… Muhteşem kubbelerle örtülü saray Osmanlı… Yani bir devlet yıkılıyor ve kaybolup gidiyor; sonra alâkasız yenisi kuruluyor değil… Teşkilâtlanma yeni bir isim ve hanedanla ve gelişerek devam ediyor... Çünkü aynı imanın ve milletin devletleri… Her basamakta hükmetme alanı, genişliyor ve yeni devlet dünyanın sıklet merkezine kayıyor. Kuvvet ve kudret artıyor. Bu asırlar süren teşkilâtlanmanın beş basamağı var:
İlk üçü bahsedildiği gibi yol, kapı, kubbe… Dördüncüsü, Napolyon’un ifadesiyle “dünya başkentinin” fethi… İstanbul’un... Peygamber Efendimiz’in (sav) emri 8 asır sonra yerine getiriliyor, müjdesi gerçekleştiriliyor. Türk, Osmanlı devleti ile sadece kendisini değil, İslâm Âlemini de dünyanın en stratejik mevkiini ele geçirecek seviyeye yükseltiyor. İslâm dünyasının hayali gerçekleşiyor… Demek ki, İslâm’ı temsil vazifesini başlatanlardan devralmak gibi bir devamlılık da söz konusu. Ve beşinci basamak… Hilâfetle taçlanmak… Yol, kapı, kubbe, fetih ve hilâfet… Adım adım kavmî başarıdan, ümmetin başına…
Karahanlı, cihan hâkimiyetinin yolu; Selçuklu o hâkimiyetin kapısı; Osmanlı, İslâm dünyasının, hattâ müslüman olsun olmasın mazlumların kubbesi… Fetih, hâkimiyetin ve hâkim olma hakkının belgesi; hilâfet o hakkın tescili…
Bugün farkediyoruz, Selçuklu eserlerinin kapıları büyük… Bu kadar büyük kapı mı olur dedirtecek kadar… Çeşitli dekor, çerçeve, yazı ve süslerle haşmeti arttırılmış... Esere kapı değil, sanki KAPI için eser... Karşınızda kapının her taşı, size içeri girdikten sonra karşılaşacağınız yüceliği düşündürüyor… İçeri girerken ürperiyorsunuz… Osmanlılar da büyük kubbeler yapmışlar. Şimdi siz Türk kültür ve medeniyetinin kapısı olacağın büyük kapılar yapmasına ve İslâm dünyasına ve mazlumlara KUBBE olanın muhteşem kubbeler yapmasına tesadüf der geçer misiniz; zamandan ve mekândan münezzeh Kâmil Kudret’in (cc) zaman ve mekân üzerine işaret taşları koydurtmasına hayran mı olursunuz? Ve bunu Türk kültür ve medeniyetinin devamlılığının peşin bir delili mi saymaz mısınız?
Türk teşkilâtlanmacılığının, -haydi daha iyi anlaşılsın diye ‘kurumsallaşmasının’ diyelim- temel karakteri, müesseselerinin uzun ömürlü olmasından ibaret değil. Her biri nevi şahsına mahsus esaslara ve geleneklere sahip… Sivil kurumlar da...
Kardelen, “Türk teşkilâtlanma kabiliyet ve kapasitesini” kapak konusu yaparken, Ertuğrul Gazi İhtifali’ni örnek gösterdi. Bu sene 737.si icra edilecek olan bu ihtifal, dünyada eşi bulunmayan bir sivil teşkilâtlanma harikası. Balıkların denizi idrak edemeyişi gibi, onun ne büyük organizasyon olduğunun da, ne yazık ki idrakinde değiliz. Üzerinde tezlerin, doktoraların hazırlanması, araştırmaların yapılması, kitapların yazılması gereken, her parçası birbirinden harika iç içe değerleri havi bir sivil organizasyonu; sıradan festival ve şenlik sanmaktayız. Şehrayine kör kandil demek…
1984-86 yıllarında Söğüt Kaymakamı Mehmet Kahraman, köylere ihtifalle ilgili araştırmalar yapmaları için ekipler gönderdi. Bu ekiplerden birindeydim. Eskişehir’e bağlı Sarıcakaya’nın bir köyüne gitmiştik. Bizi ağırlayan ev sahibi, babasının senede 3 gün Ertuğrul Gazi İhtifali’ne gidebilmek için cins bir at beslediğini söylemişti. Öyle bir yere sıradan atla gidilmez dermiş. İhtifale gidişten dönüşe kadar da tuzsuz ayran içilirmiş. Değerlerimize burun kıvırıp, Japonlar’ın ruhsuz çay içme törenlerine hayran olanlara güler misiniz, kızar mısınız? Bir de şu Ertuğrul Gazi İhtifali’ni icat eden ve yaşatan ruha bakın… Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı: “30 Eylül 1956’da Söğüt’te yapılan Ertuğrul Gazi ihtifalinde bulundum. Hiç bir tören Ertuğrul Gazi ihtifali kadar samimi, içten ve ihtişamlı olmamıştır. Bazı gazeteler, törene katılanları 40 bin olarak tahmin ettiler. Bunun yarısını mübalâğa payı olarak bertaraf edersek 20 bin kişi bu törene iştirak etmiştir. Bunların 1500 kadarı atlı idi. Tören Türk’e yakışan bir olgunluk, ağırlık, tevazu ve eşitlik içinde yapılmıştır. Polisi bulunmayan ilçe merkezinde 20 bin kişi, 1500 atlı 3 gün yemişler, yatıp kalkmışlar, ananevi ziyaretlerini yapmışlar, bineklerini barındırmışlar, fakat bir kimsenin burnu kanamamış. Tek bir zabıta vakası olmamıştır.”
Teşkilâtlanma başarısını, belli bir zamana has sanmamalı…
17 Ağustos 1999 depreminde o günkü idarenin dirayetsizliği üzerine orada hasbelkader bulunan halkın, kendiliğinden teşkilâtlanması, trafik keşmekeşini, kargaşayı ve kurtarma faaliyetlerini kontrol altına alması, hafızalardan silinmiş değil. Her şey bir yana, 15 Temmuz hain darbe girişiminin ve ülkenin işgalinin engellenmesi ve hainlerin derdest edilmesi bütün dünyaya parmak ısırtan, eşi bulunmaz bir halk hareketi var ortada. “Kim var?” diye sorulmadan zuhur ediveren ve hiçbir millette görülmeyen bir teşkilâtlanma ve yazılan destan…
1962 yılında askerdim. Bölük komutanı Yüzbaşı, Kore savaşına ait bizzat ilgilisinden dinlediği bir olay anlattı… Askerlerimiz esir… Kampı yönetenler, bir askerimizden çöpleri toplamasını istiyor. Mehmetçik etrafına bakınıyor, görebildiği askerleri bir araya getiriyor ve en yakınındaki onbaşıya tekmil verip durumu anlatıyor. Onbaşı da topladığı askerleri manga nizamına dizip çavuşa tekmil veriyor… Kısa sürede birliğimiz, en üst rütbeli komutanın emrinde nizama giriyor. Düşman, Türk esirlerinin, o şartlarda bile ordu nizamına girişini şaşkınlık ve hayranlıkla izliyor.
Yakın zamanda bir Amerikan gazetecisi yurt dışında teşkilâtlanmada en başarılı azınlığın Türkler olduğunu söylemişti. Seçimlere katılımın yurt içinde ve dışında yüksekliği ve bunun bir vatan görevi olarak ifası bunun belgesi. Bu idrak; çok partili hayata geçişimizden beri bütün seçimleri, Türk milletini, ruh kökünden koparmak isteyenlere hadlerini bildiren operasyonlar halinde sonuçlandırdı. Ama biz yine de “insan hakları” dersini; yüzde elliyi bulmayan seçimlerle ve koalisyonlarla güç belâ iktidar olan, kendisinin dışındakileri sinek gibi öldürülmesi gereken sürüler gören Batı’dan almalıyız değil mi?
Türk teşkilâtlanması, her sazı hâvi, repertuvarı geniş bir orkestra… Her sazına ve bütününe hayran olmamak mümkün değil… Spot ışık misali birkaçından kısa notlar:
Itrî’nin bestesi bütün dünyada 3 asırdır yankılanıyor…
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Orta Asya’dan Balkanlar’a 6 asırdır okunuyor.
Göçmen kuşlardan, öksüz ve yetimlere; arazi düzenlemesinden camilere kadar canlı cansız her şeye şefkat, merhamet ve cömertlik gösteren vakıflar…
“Köroğlu’nun nârasından her yan gümbür gümbürlenir” misali, mehterbaşının “Has dur!” komutu ile aslan derisinden yapılmış kösün kükremesi yeri göğü inletir ve kudretli devletin gücünü ifade ve ihtar eder(di).
İstanbul kıraatı… İstanbul hattı… İstanbul Efendisi… Dilimizi lehçelerini, şivelerini birleştiren İstanbul Türkçesi… Peygamber emrini yerine getirmenin, övgüsüne muhatap olmanın bereketini görüyorsunuz…
En yüksek temsil kabiliyetine sahip bayrak… Bir hacı anlatıyor… “Bir Endonezyalı, Kâbe’nin önünde, işaretle çantamın üzerindeki bayrağımızın ne ifade ettiğini sordu. Kırmızı zemin üzerinde elimi boyar gibi gezdirdim ve bileğimde görünen bir damarı kesmiş gibi yaptım… Aynı imanın insanlarıyız, ortak kelimelerimiz var… ‘Şehit’ dedim ve kesilmiş farzettiğim damarımdan bayrağa kan damlattım… Ve kanı, bayrağın üzerine yaydım... Gözleri parladı, başıyla evet dedi… Hilâl’i gösterdim ve kelime-i tevhidi söyledim… Elini kalbine götürdü, başıyla tasdik etti ve o da kelime-i tevhidi söyledi… Yıldızı gösterdim ve besmeleyi söyledim… Takdirle ve imrenerek başını salladı ve besmeleyi de tekrar etti… Hilâli parmağımla çizdim, ‘İslâm’ dedim… Başıyla tasdik etti ve o da ‘İslâm’ dedi… Yıldızı çizdim, ‘Türk’ dedim, kendimi ve etraftaki Türkler’i gösterdim… Vay be, mânâsına dudaklarını ısırdı…” Bunu anlatan, dil bilmediğine üzülüyor… Zira kırmızının haşmet, heybet ve kuvveti; beyazın saflığı, temizliği, adaleti ve güzel ahlâkı temsil ettiğini anlatamamıştır…
Dedik ya, spot ışık misali, kurumlarımızın birkaçından kısa notlar...
Birlikte mütalâa edince dünden bugüne neleri kaybettiğimizi daha iyi görüyoruz.
Bazıları aslî vazifesinden mahrum… Meselâ Mehter… Dosta huzur, düşmana korku veren devletin gücünü ifadeden;
Düşmanı daha savaşmadan korkutan Mehter; “Nerede kardeşlerin cömert Nil, yeşil Tuna / Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna!” hüznünü yaşatan bir gösteri topluluğu seviyesine düştü…
Bazıları temelli bitmiş… Vakıflar gibi…
Bazılarını artık aşkla okumuyoruz, icra etmiyoruz.
Endonezya’dan İrlanda’ya merhameti uzanan, karaları ve denizleri kontrol eden “devlet-i ebed müddet” küfrün hileleri ve bizim gafletimiz yüzünden yıkıldı… Tesbihin taneleri Batı canavarının oyuncağı oldu… Esen sam yeli, başta biz olmak üzere bütün İslâm dünyasını çotul haline getirdi. Bu hengâmede Batı aküsüne bağlanmak ve bütün kurumları buna göre yeniden şekillendirmek tek kurtuluş yolu sanıldı…
İslâm’a inanan topluluklar yücelmiş, İslâm’a bağı gevşeyenlerin akıbeti ise ibretlik olmuştur. Bugün, ne kazandıksa ve ne olduksa İslâm sayesinde olduğumuzu; ne kaybettikse İslâm’a bağlılığımızın pörsümesi yüzünden kaybettiğimizi, bundan sonra bir oluşun da ancak İslâm’a yeniden ve yepyeni bir aşkla bağlanmakla olacağını anlamanın ve ona göre yepyeni bir hamleyle doğrulmanın günüdür. Yeni yeni teşkilâtlanmalar görüyoruz. Sökecek şafağın ilk ışıkları pırıldıyor.
“Yiğit”; atasözüümüzün dediği gibi “düştüğü yerden kalkacak” inşallah… Bizde bozulan, bizde düzelecek ve bütün İslâm âlemini kapsayacak inşallah…
“Yol ver Türk’ün bayrağına!”
|