Kardelen...Yüz... Av. Mustafa Büyükgüner Sayı:
100 -
Çıkış beyannamesinde ülkenin kültür ve fikir fotoğrafını çeken ve daha başlarken “Bizimkinden daha geniş dergi mezarlığı olan bir ülke bileniniz var mı?” diyerek başladığı işin zorluğunu gösteren kaç dergi var?... Yirmi sekiz yıl önce… Dile kolay, o günün delikanlıları, şimdi çoluk çocuğa karışmış olgun insanlar; olgunları ise artık bilge…
İşte bu, derdi “Ötelerin ötesi, onun da ötesi…” olanlara yaraşır bir tavır.
Kardelen; beyannamesinde “Ekolleşme istidadındaki birkaç dergi, kurucularından sonra neşir hayatında görünmez oluyor.” Demekle, “Dergi mezarlığı”na girmemenin yolunu da belli ediyor: Ekolleşmek…
Yine beyannameden: “Ama kökü kazınmak istense de, "Oku!" ve "Düşün!" diyen bir kültürün içinde "düşünen adam" nesli tükenmiş dinozor olamaz. Küsüp köşesine çekilmiş bu "yalnız gezen yıldızlar" bulunabilirse onlarla "bir maya tutturulabilir." Buna da inanmazsak, ne olur sonra halimiz?..” Ekolleşebilmek yani içinden çıktığı “tarla”ya, “kök salabilmek” için uygun zemini bulmak gerek… Arayan bulurmuş…
Bizim de halkasının içinde olduğunu ümid ettiğimiz, dua ettiğimiz ve her sayımızda Kardelen’in baş köşesine bir yazısı ile konuk ettiğimiz Üstad Necip Fazıl’ın kitaplarını okurken bir şey fark etmiştim. Üstad, neredeyse bütün eserlerinde, bu eseri neden yazdığını ve tezini bazen bir cümle, bazen de küçük bir paragraf ile kitabının başına yazıyor. Ondan sonra eser isterse yüzlerce sayfa sürsün, bu küçücük paragrafta, okuyucuya adeta bir “fikir hapı” şeklinde verilen tezi anlatıyor.
Bu yolu geriye doğru; sıralı silsile yoluyla “İnsanın yaratıldığı” ve tüm âlemin ona “secde etmekle” yükümlü kılındığı zamana kadar götürebiliriz. O ana kadar yaratılanların yanında, şimdi yaratılanın farkı, kendisine “nefs” verilmesi ve bir “imtihana” tabi tutulacak olmasıydı. Onun için bu yaratılan, kendisine secde edilmesini hak ediyordu.
O günden, kıyametin kopacağı ana kadar tüm yaşanılanlar, yaşadıklarımız, işte bu tezi başka başka yollarla gösteren birer detay değil mi?..
İşte ekolleşme budur.
Kardelen; henüz yayın hayatının başında, ülkedeki dergiciliğin zorluğunu, bu zorluğu aşmak için ne yapmak gerektiğini ve bunu nasıl gerçekleştirebileceğini, gürül gürül bir nehir gibi zamanın ötesinden akarak bu güne gelen bu ekolden aldığı, alabildiği kadarıyla göstermiş oluyor.
Muhal farz, Kardelen, her hangi bir sebeple yayınlarına ara vermek zorunda kalsa, bir dergi periyodu, birkaç sayı, birkaç sene… Sonra da ara vermeyi gerektiren sebep ortadan kalksa ve yeniden neşir hayatına başlasa, emin olun ki, neşredilecek bu sayı ile daha öncekiler arasında hiçbir fark olmaz ve kimse arada neşredilmeyen dönemi idrak edemez.
Bu Kardelen’in ve Kardelen sayfalarında hasbelkader yazma imkânı bulan bizlerin şanından ziyade, Kardelen’in sütünü emdiği “Ekol”ün şanındandır.
Kardelen daha çıkış beyannamesinde bir “fikir hapı” şeklinde bu tezini söyledikten sonra neşir hayatına son verseydi ve bir daha hiç yayınlanmasaydı dahi, bu tezi söyleyebildiği için kemale ermiş ve varlık sebebini okuyucuya göstermiş olurdu.
Ondan sonraki sayıların tamamı her seferinde bu tezin doğruluğunu ortaya koyan ispat vesikalarıdır.
Kardelen’in 28 yıl önce, Türkiye’nin nüfusu en az ve yüz ölçümü en küçük olan şehirlerinden birinden çıkıp, hiç ara vermeden, 3 aylık periyotlarla sürekli olarak neşredilmesini ve 100. sayıya ulaşmasını başka nasıl anlatacağız?..
Mesele kemmiyet meselesi değil, keyfiyet meselesidir…
Bu sebeple yüze ulaşmak sadece bir hedef taşı olması bakımından önemlidir. Zira, Kardelen, ilk sayısında çıkış beyannamesini yazdığında, zaten “Yüz”e ulaşmıştır…
|