Sen Geldin, Hoş Geldin İlknur Eskioğlu Sayı:
111 -
Koşuyorum, ardıma bile bakmadan. Soluk soluğa kalmış bedenimle bir ân olsun dâhi dinlenmek istemeden koşuyorum. Ayaklarım yerden kesiliyor âdeta. Sırf ona kavuşabilmek için bu gayretkeş tavırlarım. Taksi beni indirdikten sonra aşağı kavşaktan dönüş yapmak için nazlı nazlı yol alıyor. Taksinin “taksi” yazılı tepe levhası dikkatimi çekiyor. Şitt taksi, diye seslenenlere “evet ben buradayım” demek istercesine işveli bir gelin edâsıyla kendisini gösteriyor. Düşünüyorum, insanların da başlarının üstünde “insan” yazılı bir levha olsa ve o levha insan nereye giderse gitsin öylece ledleri yanık bir şekilde dâima baş üstünde durup insanı takip etse. Hattâ insanlıktan nasibini alamayanların da bir ayrımı olsa, onların levhasında “insan(cık)” yazsa. Levhaların dilini çözüp, ne mânâya remiz olduklarını hakikat ekseninde idrâk etsek ne güzel olurdu. Nabza göre şerbet yerine levhaya göre şerbet düstûrunu benimserdik.
Anayoldan sağ tarafa ayrılan patika yolun başına geliyorum. Kelebek kanatlarımı takıyor, sonbaharın o sapsarı, gönle dokunaklı bir his bırakan yapraklarının üstünden doğru uçarak patika yoldan iniveriyorum. Ve yaklaşıyorum yaklaşmak istediğim yârime. Mezarlığın tahta sürmeli kapısını aralıyorum. Sessizliğin sesinde kapının o nârin gıcırtısı nasıl da duyuluyor. Çam ağaçlarında kapının gıcırtısı yankılanıyor. Ah ne sessiz mekân Allah’ım! Dünyâdan bihaber burası, ıpıssız. İki dünyâ arasındaki bu sessizliğin içinde kim bilir ne ateşte kavrulan ruhlar, nurunda sükûnet bulan ruhlar vardır. Adımlarımı yavaşlatıyorum, ağır aksak yürümeye devam ediyorum. Öyle ki tam da ârafta kalakalmış hissediyorum kendimi.
Esselâmü aleyke ya ehlel kubur… İşte bundan sonrasında ise kıldan ince sırat köprüsünden geçer gibi karıncaları ürkütmeyecek bir rikkat ve hassâsiyetle yürüyorum. Keskin bir rüzgâr esiyor, üşüyorum, ellerimi ovuşturuyorum. Ağaç yapraklarının hışırtısı birden içimi ürpertiyor. Gökyüzünden dökülen hâleler ağaç yapraklarına tutunuyor, hâlelerin elinden tutuyor ağaç yaprakları. Nostaljik bir nümâyiş yayılıyor kâinata. Çam ağaçları, mezarlıkları koruyup kollayan bir bekçi gibi başları dimdik duruyorlar. Bir şeyler fısıldıyorlar sanki kulağıma: Senin de son durağın burası âdemoğlu! Burası ya, kaçış yok, hakkından ferâgat etme gibi bir imkânın yok. Bir gün, elbet bir gün bu dünyânın kandili sönecek. Sönmemişse imânın kandili, işte böyle sana Fâtiha okumaya gelen için ıssız olan bu kabristanın öteler âlemi senin için nurlar diyârı olacak.
Nutkumun tutulduğu, girift duygulara gebe kaldığım zaman dilimindeyim. Daha da çok yaklaşıyorum, babamın mermeri buz gibi olan o mezarına. Ama bana bir o kadar da sıcacık güven veriyor bu buz gibi mermer. Eğiliyorum, toprağını öpüyorum. Mezarının üstündeki otları temizliyorum. Toprağını seviyor, mezar başı taşını okşuyorum. Tıpkı bir zamanlar o yumuk elleriyle babamın benim başımı okşadığı gibi. Hâlbuki aynı şey mi ikisi. “Başları ucunda hece taşları/ Ne söylerler ne bir haber verirler” Ah bu firâk, ah bu hasretlik. Sen bana geldin babam, hoş geldin, sefâlar getirdin. Ben de sana teşekkür etmek için geldim diyorum. Her geldiğimde dilediğim gibi, Allah’ım dünyâ kokusuyla gelip de buradaki ruhları rahatsız etmekten sana sığınıyorum.
Siyah kol çantamdan Yâsin kitabımı çıkarıyor, okumaya başlıyorum. Öldüğü gün, gömüldükten sonra herkes gidip de babamın mezarının başında tek başıma kaldığım o ân hatırıma geliyor. Nasıl da Kur’ân harfleri bir bir boğazıma düğümlenmişti de Kur’an’ı okuyamamıştım. Sen öğretmiştin, senin başında okumak nasip olacakmış diyerek hıçkırıklarımda boğulmuş, baba diye sayıklamıştım. Her bir harfini ruhuma itinâ ile ilmek ilmek ne de güzel işledin. Ne kadar da mühimmiş ardında Fâtiha okuyacak nesil bırakabilmek, bunu daha iyi anlamıştım. Kur’ân okumamı bitiriyor, babamın ve tüm ölmüşlerimizin afları, rahmetleri, kabirlerinin nur olması için niyâzda bulunuyorum. Yâsin kitabını çantama koyarken posta ile gönderecekmişim gibi bir titizlikle beyaz A4 kâğıdına yazıp beyaz zarfa koyduğum mektubumu çıkarıyorum. Babama mektubum bu! Bu sefer başucunda okumak istedim bu mektubu babama. Benim için o kadar mühim ki bu mektup! Babamın soğuk mermerine, kuruluktan çatlamış toprağına karşı okuyarak ruhunu bu mektuptan haberdar etmek arzusunu iliklerime kadar öyle derinden hissettim ki!
Bu esnada dönüş yapmak için aşağıdaki kavşağa kadar giden taksi geri geliyor. Usul usul geliyor, kimseyi uyandırmamak ister gibi. Taksici aracı yolun sol tarafına park ediyor, park lâmbalarını da yakıyor. Aracın camını yarıya kadar indiriyor, park lâmbalarına eşlik edercesine bir de sigara yakıp beni beklemeye koyuluyor. Yine taksi yazılı levhaya gözüm ilişiyor. Neden bugün bu denli dikkatimi celp ettiyse. Neyse, mektubumu dinlemek için beni bekleyenime dönüyorum. Çantama katlayarak koyduğum mektup kâğıdını açıyorum. Şiddetlenen rüzgârla, ağaç yapraklarının hışırtısına bir de elimde bir o yana bir bu yana kıvrılarak dans eden mektup kâğıdının hışırtısı ortak oluyor. Aheste aheste öten kuşların o hoş terennümüne de benim sesim karışsın diyerek mektubumu kısık bir sesle okumaya başlıyorum.
“Babam…
Rüyâlarımda görüp özlemimi bir nebze olsun dindirdiğim adam. Rüyâlarımda seni görebilmeyi Allah’tan dilediğim yektâ sevdâm. Âni ölümün ruhumda öyle derin bir yara bıraktı ki. Hakkını helâl et demeye fırsatım olmadı. Bu ıstırap sen ebedî âleme göçtün göçeli gündüzlerimi bile geceye çevirdi. Boşuna denmemiş sevdiklerinizle her gün helâlleşin diye. Ah nereden bilebilirdim! Önceden bilseydim de yaşayabilir miydim sanki! Hep duâ ettim, Allah’ım ne olur rüyâmda bana hakikate dâir bir ipucu göster. Göster ki bu âciz kulun felâha ersin. Bir işâret ne olur diye için için yalvardım Allah’a. Rüyâlarımda seni gördüğümde hep ağzının içine baktım. Bana hakkını helâl edip etmediğini duymanın iştiyakıyla yandım kavruldum. Hattâ bir keresinde rüyâmda, ‘Bana hakkını helâl ediyor musun?’ diye sordum, ‘Bakarız, onu sonra konuşuruz, gidiyorum şimdi’ dedin. Bu sözün, mıh gibi saplandı yüreğime. Öldüğün ilk sene gördüğüm bu rüyâ yüreğimi deldi geçti. Kalbimde bu onulmaz dert beni her geçen gün çıkmaza sürükledi. Sen vefakâr bir adamdın, ben kötü huylu, gayriahlâki davranışlar sergileyen bir evlât da olsam sen hakkını helâl ederdin biliyorum. Ama insan işte sevildiğini hissetse, bunu bizâtihi görse de ‘seni seviyorum’ lâfzını duymak ister. İnancını kavileştirmek ister. Yaratılan, Yaratanı seviyorum deyip gaflet deryâsına dalmış bir hâlde tevekkül ve tefekkür abâsına kuşansa ne mânâsı olur ki. O abâ soğuktan korur mu hiç! Yaradan, uğruna yaşanan aşkın tezâhürünü de yarattığında görmek ister. O’nun buna ihtiyacı olduğundan mıdır sanki! Kuldur O’nun rızâsına iki cihânda muhtaç olan.
Rüyâlarımda hep o güleç çehreni görüyorum. Yüzün ay parçası gibi etrafı aydınlatıyor, inci dişlerinin parıltısı gözleri kamaştırıyor. Lâkin bu sefer senin ağladığını gördüm. Öyle bir hüzünlüydün ki. Neyin var dememe kalmadan ‘kızım’ dedin, ‘iyi ki senin gibi bir evlâdım olmuş, hakkım sana helâl olsun. Sen öyle kanaatkâr bir evlâtsın ki elinde olanla yetinmeyi biliyorsun’ dedin. Ah babam! Sımsıkı sarıldım sana, öptüm o cennet kokulu yüzünden. Babam diye bağrıma bastım seni. Oh Allah’ım ne müstesnâ bir rüyâydı. Hiç uyanmasaydım. Tam 4 sene, rüyâlarımda bir kere olsun bunu duyabilmeyi ne kadar murat ettim. Sen öyle bir geldin ki, iyi ki geldin, hoş geldin. Allah’ın râzı olduğu kul olasın. “Ölürse ten ölür canlar ölesi değil” Emrem Yunus… Ölümü özlettiren Yunus, ölümü sevdiren Yunus. Birimiz toprağın altında birimiz üstünde olsak da gönül bağımızın ilk günkü gibi olduğu canımın cânanı babam. Çok bekledim, çok duâ ettim, sabır mefhûmunu avucumun içinde sımsıkıyı tutmaya çalıştım. Sonunda vuslatıma erdim, sonunda duymak istediğim duyuruldu. Beklediğimi duyuran Rabb’e secdeler olsun.
Bahtiyar olduğumda da hüzne daldığımda da beni yalnız bırakmayıp ziyâretime gelen babam. Rüyâmda biliyordum ki bu bir rüyâydı, böyle bir fırsatı değerlendirip doya doya öpüp koklamalıydım seni, ama doyamadım ki. Doymak ne mümkün! Şimdiden sonra da duâm; helâl ettiğin hakkına lâyık bir evlât olabilmek için sebât göstermek olacak. Küçük vuslatıma erdim, büyük ve ebedî vuslatıma ermek de nasip olsun. Cennet mekânında buluşabilmenin umuduyla yiğit adam.
İlk ve son göz ağrın, çilekeş kızın…”
Gözyaşlarım damlıyor toprağa. Sonbaharın ortasında sararmış yaprakların arasından doğru gözyaşlarımın damladığı yerlerden yemyeşil otlar fışkırıyor. Bir elimle bende kalan gözyaşlarımı silmeye çalışıyor, bir elimle de mektubu katlayıp zarfa koymaya çalışıyorum. Aman Alah’ım, o da ne! Ala bir bülbül. Çıkarmışlar bülbülü altın kafesinden. Demek tutsak olmaktan kurtulmuş. Sevindim onun adına. Geldiğimden beri kuşların sesini duyuyordum, benim sesimi de kuşların arasından tek sen duydun da yanıma geldin gâliba diyorum ona. Önce babamın mezarının üstünde hızlıca daireler çizerek dönüyor, sonra da benim çevremde daireler çizerek dönmeye başlıyor. Ve yavaşlıyor, bana daha fazla yaklaşıyor. Şimdi de hızlanıp uçup gidecek herhâlde diye düşünürken bülbül elimdeki zarfa konuyor, zarfı gagasıyla tutmasıyla uçup gitmesi bir oluyor. Gitti mektubum Allah’ım. Şaşkınlık içinde gökyüzüne bakakalıyorum. Gözden ırak olana kadar mektuplu bülbülü izliyorum. Mektubum, ötelerin de ötesine gitti. Ah beni de yanına al bülbül. Mektubumu güller diyârına ulaştır. Gül bahçelerinde muhâfaza et. Gül yağlarıyla temizle. Okunsun arş-ı âlâda. Selâm söyle sevgiliye.
Babamın ve burada yatan âile efrâdının ruhuna son kez duâlar okuyor, başta annemin ve sâir sevenlerinin selâmlarını babama iletiyor, mezar taşındaki suluğa su dolduruyor, bir kez daha toprağını seviyor ve babamla vedâlaşıp kabristandan ayrılıyorum. Mektup gitti. Bülbül gitti. Ben de gidiyorum. Bir kelebek gibi indiğim bu patika yoldan heybeme doldurduğum özlemin, hâsretin, hüznün, şaşkınlığın ağırlığından dolayı mecalsiz adımlarla kavak ağaçlarına tutunarak çıkıyorum. Taksiye binerken fark ediyorum da levhadaki “taksi” yazısı hiç dikkatimi çekmiyor. Belki o da mektubum gibi bülbülle uçtu gitti. İnsancık yazılı levhalarda uçsun gitsin ki sadece insanlıktan nasibini alanlar bâki kalsın. Taksici araca bindiğimi görünce “Gidiyor muyuz abla, tamam mı?” diyor. Mektup bülbülle berâber uçtu gitti. Babamın mezarı burada. Sen de buradasın kardeş. Ben neredeyim, hangi âlemlerdeyim bil(e)miyorum. En iyisi gidelim diyorum.
Gidiyoruz, geldiğimiz yere, bildiğimiz istikâmet doğrultusunda. Fakat avdet edişimiz geldiğimiz gibi olmuyor. Güzergâh aynı, aşılmaz görülen sarp kayalar aynı, geçilmez görülen dehlizler aynı olsa da değişen biz oluyoruz. Bu vuslat aşkı her geçen gün, kalbimizden çoşkun bir sel gibi fışkırıp tüm sinelerimize kadar sirâyet edip duruyor. Taksici arada sırada dikiz aynasından beni izliyor. Az önce hâlimden bir hâyli ürkmüştü. İzleniyorum diye çeki düzen vermiyorum kendime. Fütursuzca dışarıya bakınıyorum. Yaratılanı, yaratılan izlemiş ne ki! Doğumumuzdan ölümümüze değin (O’nun tarafından) her dâim izlenmiyor muyuz zaten!..
|