Zanaatkâr Ayşe Yaz Sayı:
115 -
Arnavut kaldırımlı tek caddeyi sağlı sollu çevreleyen iki katlı kerpiç evlerin aralarından fırlayıveren yeni apartmanlar olmasa, zamanın durduğu bir beldeye geldiğinizi sanırsınız. Genç insandan yana nasibi kıttır kasabaların. Toprak ne eksen fazlasıyla verse de, delikanlıyı genç kızı tutamaz bu yerler. Herkes gözünü büyük şehre diker. O yüzden ahaliyi bölsen, çarpsan, toplasan; baharın bol çiçeğini, yaz güneşine katsan bir avuç âdem eder. Eee... Kasabada insan az olunca hükümetin hazinesinden payına düşen mangır da, haliyle kâğıt da sırıtır.
İşte çehresi; eskinin ağır tortusuyla, yeninin pervasızlığı arasında bulanık bir tedirginlikte titreyen bu kasabanın, orta yerini bir cami süsler. Aklını kalp gözüne katıp zoru başarmış, diyar-ı Rum’u, beldeyi İslâm’a çevirmiş bir zatın avlusunda ebedî istirahatgâha çekildiği asırlara direnen bir cami. Adı yıllardır bu topraklarda saygın ve dua ile anılır. Yağmur duasından mevlüde, bayramdan cumaya, vakit namazında ahalinin toplanma yeri olan bu mâbet nicedir çatısındaki kiremitten duvarındaki sıvaya işlemeli kapısına varana kadar Dikenli Boğaz’dan esen rüzgârın kamçısına, Haman Taşı’nın tepesinde biriken bulutların kurşun damlalarına, Gölovası’nı kavuran güneşin yakıcı oklarına maruz kalmıştı. İşlemeli kapısını işleyen elin kemikleri toprağa karışalı asırlar geçse de, günde beş vakit demir tokmağı tutup iten insanın tahripkârlığına uğramıştı. Nicedir içler acısı haline bir çare diyen amiri, memuru nihayet yazıp çizip restorasyon için gerekli ödeneği çıkarttırdılar.
Caminin restorasyonuna en çok karşı kahvenin miskin ihtiyarları sevindiler. İşin adını “restorasyon’’ diyemeseler de cami inşaatı, hayatın tek düze aktığı bu yerde ne de olsa hallice bir hareket demekti. Kahvenin orta yerinde caminin değişecek yerlerine kafa yordular. Ta ki armut ağacından işlemeli, asırlık kanatlı kapıya kilit vurulup etraf saç levhalarla çevrilene kadar.
Bir ikindi vakti saç levhaların dibine bir tır, az ilerisine de adına “karavan” denilen bir evceğiz yanaşınca kasabada jet hızıyla bir söylenti yayıldı. “Camiyi onarmaya bir kadın mimar gelmiş. Kadın hem de cami inşaatında tövbe tövbe!’’ Söze hayretle açılan gözler, küçümseyerek bükülen dudaklar eşlik etse de, kasabanın eli kürek, mala, şavkül tutanları iş başı yapınca mimarın kadın olduğunu unuttular. Siyah kıvırcık saçlarıyla hemen fark ediliveren bu genç kadın artık hepsinin başıydı. Horhorların dibine çektiği karavanından başka hiçbir yerde kalmayı kabul etmeyen, az konuşup çok çalışan bu iri yarı kadın; zamanla işçilerin de karşı kahvenin miskin ihtiyarlarının da takdirini kazandı. Ondan bahsederken “Bizim Mimar Hanım’’ dediler.
Asırlık caminin temelleri kazıldı, taş duvarlardaki eksiklerin yerine Boz Kaya’dan getirilen mermer taşlar yontulup yerleştirildi. Birinci katın pencerelerine kadar olan taş duvarlar horasan harcıyla tek tek onarıldı. İkinci kata gelince çatmaların arasındaki ateş tuğlaları teker teker söküldü, numaralandırılıp kendi duvarının hizasında açığa dizildi. Çürümüş çatmaların yerine, diş budak ağacından yeni çatmalar uçları asırlar öncesindeki gibi keserle yontulup geçme usulünce yerleştirildi.
Her payandanın ve çatmanın arası önceden numaralandırılmış ateş tuğlalarıyla dolduruldu. Eksik kalan tuğlalar için ilçenin tuğla ocağında eski usul üretilen ateş tuğlaları imdada yetişti. Duvarlar çıktı, iş tavanın çürüyen nakışlı tahtalarını değiştirmeye gelince, kasaba yerde bir fısıltı duyuldu. Mimar Hanım Hayati Dayı’yı istermiş. “Nereden bilir ki Hayati Dayı’nın zanaatkâr bir marangoz olduğunu.’’ Ayol nereden bilecek kasabanın ağzı kalabalıkları haber etmiştir.’’ diyenlere; “Canım bizim kasabalının ağzında bakla mı ıslanır. Rendeye ne taklalar attırdığını, yaprakları süsleyen ne güller ne lâleler işlediğini çalışanlardan biri deyivermiştir.’’, “İstesin istesin de Hayati Dayı’nın gözü görmez, eli tutmaz gayrı niye onu ister ki?” diyenler eklendi.
Önayak olanlar Mimar Hanımı, Hayati Dayı’nın camiye üç sokak mesafede, dışı kerpiç içi ağaç oymalarıyla bezeli evine götürdüler. Hayati Dayı; sert bir sedirin üstünde, patiska işlemeli yastıklara dayanmış oturuyordu. Odayı ihtiyar evlerine mahsus tehditkâr bir tavırla tiktak tik tak diye işleyen, ölümcül saat tıkırtıları dolduruyordu. Mimar Hanım tevazuyla varıp, elini öptü, yanına oturdu. Kısık bir sesle anlattı. Hayati Dayı elindeki tesbihin tanelerini ağır ağır çekerken, dişsiz ağzını büzerek dinledi. Sonra eğdiği başını usulca kaldırıp, gözlerini kırpıştırdı. Camiye niçin gelmesi gerektiğini bildi.
Seksenine tırmanan yaş, titreyen eller, bastona güvenen bacakların sahibi; oğlum dediği çırağı Salih’e dayanarak camiye vardı. Çerçevesiz pencerelerden içeri hücum eden Eylül güneşinde, mavisi çoktan beneklenmiş, ışığı kuytulara kaçmış gözbebeklerini tavana dikti. Uzun uzun baktı. İşini yıllarca severek yapmayı becerenlerin ilerleyen yıllarda pusulaya ihtiyaçları yoktu. “Oğul benim gördüğümü sen de görür müsün?’’ dedi. Salih üzeri betonla kapatılmış kuyu gibi suskun, başını salladı. Hayati Dayı anlamıştı. Salih’in kolunda duyulur duyulmaz mırıldandı: “Hele hızarcı İdris’e varıp kiraz ağaçından işlemelik tahta biçtirelim’’ dedi.
Vakit anda saklıdır. An vakti kovalar. Günler birbirini. Herkes çalıştı. Hayati Dayı her gün geldi, baktı. Kendisine bu sanatı öğreten ustasına ve tavanın değişen tahtalarına göz kamaştıran dokunuşlarıyla yılların eskiyen karanlığını felç eden çırağının varlığına şükretti. Salih’in zamanın kuru dallarında açtırdığı taze çiçekler, yeni bir güfteyle icra edilen eski bir parça gibi camlardan sızan ışıkta dansa başladıklarında restorasyon da bitti.
Saç levhalar açıldı. Karşı kahvenin miskin ihtiyarları ortaya çıkan esere hayran hayran baktılar. İlk Cuma namazı camiye yolu düşmeyenleri bile meraktan içine çekti. Çünkü bilmek ve şahit olmak büyük mutluluk, gerçek bir ibadetti.
|