İstanbul'da bul!.. Gönüldaş Sayı:
44 - Nisan / Haziran 2005
İstanbul; yeryüzünde her çeşitten insanı cezbeden şehir… Çünkü, Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “dünyanın kilit noktasında”...
Yakanın iliklendiği noktaya takılmış bir mücevher gibi iki kıta arasında zümrüt… Hattâ Ege ve Akdeniz yoluyla Afrika’yı da dahil edersek, üç kıtanın...
İki deniz arasında…
Boğaz’ın iki yakasında...
Kıtalar arasında, milletler arasında…
Soğuk ve sıcak bölgeler arasında stratejik bir tabiat harikası…
Eski dünya ve yeni dünya arasında köprü…
Medeniyetler arasında, milletler arasında iktidar tacı… Ele geçiren ve hakkını veren yüceliyor.
Hani masallarda sihirli kılıç veya sihirli yüzük vardır. Eline geçiren kral olur ve düşmanlarını yener… İstanbul’u, hakkını vererek baş tacı yapan kendisi de baş tacı olur… Hakkını vermeyen, hem onu, hem iktidarı kaybeder.
*
İstanbul ruh… İstanbul fikir... İstanbul mânâ …
Fikir, ruh ve mânâ doldurmaya müsait kalp… Kalbini kaybeden, her şeyini kaybeder… Bizans ortada… Kazanan, her şeyi kazanır… Osmanlı halâ aranıyor...
Osmanlı’nın liderliği, İstanbul’u fethettikten sonra kabul gördü… O zaman “Devlet-i Âli” oldu. Ve milletimizin, her güzel sahada merkezi oldu… İstanbul Efendisi, İstanbul âlimi, İstanbul Türkçesi…
*
İstanbul bir mihenk taşı… Bunu anlayan sanatkâr, devlet adamı, âlim, zanaatkâr, tüccar ve saire sahasında zirve olur…
Demek ki, “Fetholunacaktır” müjdesi, sadece bir şehrin ele geçirileceği haberi değil… O, bu hadiste ifade edilenlerin son sırasında… Köhne Bizans’ın son bulacağına, Batı’nın saltanatının yıkılacağına da işaret…
*
İstanbul bizim kader çizgimiz… Bu hadis, bizim İstanbul ile bağlantımızı ifade ediyor… Peygamber Efendimiz, “Fetholunacaktır” buyurmakla, İstanbul’u fethedecek olan milletin;
lmüslüman olacağına,
lkademe kademe İstanbul’u hak edecek ve fethedecek seviyeye yükseleceğine,
lİstanbul’u her sahada merkezi yapacağına
lve İslâm âleminin lideri olacağına da işaret buyurmuş oluyorlar.
*
İstanbul bizim aşkımız…
Masalı hatırlayın… Şehzadeye rüyasında bir kız resmi gösterilir… Kıza aşık olur… Ve diyar diyar, ayağında demir çarık, elinde demir asa, aramaya başlar… Nerde arayacağını, kimden neyi soracağını bilemeden… Biz de, aradığımızın ne olduğunu bilemeden, Orta Asya’dan Batı’ya İstanbul aşkıyla aktık… Görünen sebepler ne olursa olsun… Sonra onu fethedecek yetkinliğe yükseltildik… Fetih gerçekleşince karaların ve denizlerin efendisi, dünya hakimi olduk… Onun hakkını vermeyince bu hallere düştük…
Bence Türk tarihi şu devrelere ayrılarak incelenmeli:
Kendimizi teslim edeceğimiz, kılıcımızı emrine vereceğimiz dava arayışı... Büyük medeniyet ve kültür hasreti… Büyük şehir hayali, yani adı sanı bilinmese de İstanbul hasreti çektiğimiz dönem...
Müslüman olduktan, yani hasreti çekilen büyük davaya kavuştuktan sonra; merkez yapılacak, artık adı bilinen ve fethi işaret edilen şehre, İstanbul’a hasret dönemi...
Rüyası görülen... “İstanbul’u al, gülzar yap” ifadesiyle vasiyeti yapılan... Tek kahramandan (Battal Gazi), “Güzel Kumandan”a kadar, isteklilerinin, divanelerinin, âşıklarının yaşandığı dönem... Ve fetih… Açılan kapı…
Müjde’nin kahramanı olduğumuz, ona uygun sistemi kurduğumuz ve buna uygun hayatı aşkla yaşadığımız dönem...
Aşkımızı kaybettiğimiz için yavaş yavaş ona lâyık olmaktan uzaklaştığımız dönem...
lVe bugün... Gözleri kapalı dinlenebilecek, hayal şehir olmaktan çıkardığımız, gözleri ve gönülleri kör edecek beton yığınına döndürdüğümüz dönem…. Tekrar, hakkını yeniden verme hasreti...
*
İstanbul’u anlayan sanatçı, gerçek sanatçı...
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” diyen Orhan Veli,
“Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum”
Diyor... “Fıstıkların arkasından ayın doğduğunu” kalbinin vuruşundan anlıyor ama, İstanbul’un kalp atışlarını duymuyor... “Serin serin Kapalıçarşı”yı, “Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa”yı hissediyor sadece... Ve güzelliği hissetmekten öte geçemiyor...
“İstanbul şairi” diye isim yapan Yahya Kemal’in, ondan daha fazla İstanbul’u sevdiği muhakkak... Her hangi bir semtini sevmeye bir ömrün yetmeyeceği için hayıflanıyor:
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Kanlıca için
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...
Diyecek kadar, İstanbul aşığı... Ama Tevfik Fikret’in, Türk ruh köküne uzak fikirlerinin, zehirli dili İstanbul’a uzanmasa farkında olmayacak:
Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis’i.
Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi.
Onun için hayat İstanbul’da yaşamak veya İstanbul’u yaşamak:
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.
Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.
Ama İstanbul’un sadece maddesini gördü. Güzelliğine hayran oldu. Batılıların “Pastoral” dediği, basit manzara şairi:
Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.
Kelimelerle resim… Olmuşu olacağı, hepsi hepsi bu… Güzel İstanbul o kadar… Ömrün kısalığından dolayı hayıflandığına bakın… Kısa ömürde sevmişsin, uzun ömürde sevmişsin, ne farkedecek. Akıbetinde bitecek olduktan sonra… Ebedî olanı sevmedikten sonra… Ebedî olanı seven, ebedî olur...
Bu şehr-i Sıtanbul ki bî misl ü bahâdır
Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedadır…
Bir gevher-i yek-pâre iki bahr arasında
Hurşid-i cihan tâb ile tartılsa sezadır.
Diyen çürüme devrimizin şairi Nedim, İstanbul’un; güzelliğini nakışlı ve sanatlı ifadelerle anlatmanın üstünde bir şekilde de ele alınması gerektiğinin az da olsa farkında... Bir tek taşına, bütün Acem mülkünü feda ediyor... İki deniz arasında cihanı aydınlatan güneş ile tartılmaya değeceğin farkında... En değerli incilerin çıkarıldığı Bahreyni telmih ederek, değerini yükseltiyor... Ama bu değeri ona neyin kazandırdığı üzerinde durmuyor... Çünkü aşkımızı kaybettik... Nakışlı ve süslü söz sanatları arasında, ruh ve mânâ yok... İstanbul mu; sadece güzel ve değerli… Bu güzelliğe ve hoş suya ve havaya bakılırsa, cennet bu şehrin altında veya üstünde olmalıdır:
Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u hevâdır…
Bununla yetinmiyor, İstanbul’un gül bahçelerini cennete benzetmenin hata olacağını söyleme hatasına düşüyor:
İnsaf değildir anı dünyaya değişmek
Gülzârların cennete teşbih hatadır…
Bu güzelliğin kaynağına inmedikten sonra, nakışlı, süslü ve sanatlı sözler neye yarar?
*
Bir de işe tersinden bakan var… Tevfik Fikret… İstanbul’a, sahip olanın yıldızının parladığının farkında… Ama tam tersinden… Güzelliğini de farkediyor ama yine tam tersinden…
Sis altındaki İstabul’a bakıyor ve ağzına geleni söylüyor… Sövüyor, desek yeri… İstanbul’un şahsında İslâm’a… Farkında olmadan fakat tersinden İstanbul’u İslâm’la, Türk’le özdeşleştiriyor.
Sis, İstanbul’da olduğu için “inatçı bir duman”, “beyaz bir zulmet (karanlık)”tir. Gittikçe artan baskının altında varlıklar silinmiştir. Yani İstanbul, varlıkları şahsiyetinden etmektedir. Bakışlar bile etkisini kaybeder:
Sarmış yine âfakını bir dud-u muannit,
Bir zulmet-i beyza ki peyapey mütezayit
Sövüyor:
Gösterişli zulmet sahnesi…
Bin kocadan arta kalan bakir dul…
Kirli kadınlar cazibesine sahip…
Daha kurulurken bir hıyanet eli temeline lânetin zehirli suyunu katmış…
Sefahata açılmış göğüs…
Canlı yığın…
Köhne Bizans…
Ağlayışların hepsine duygusuz…
Riya pisliği, menfaat pisliği…
“Facia” örtünmelidir ve “dünyanın kahpesi” ebedî uyumalıdır.
Yani gözüne görünmemelidir:
Örtün, evet ey haile… Örtün, evet ey şehr;
Örtün, ve müebbet uyu, ey facire-i dehr!..
“Ey” diye başladıktan sonra, debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar, katil kuleler, zindanlı saraylar, kurşunlu mahzen, gururlu sütunlar, sırıtan surlar ve saire ve saire sıralayarak, gözüme görünme diye tekrar ediyor. Sıralananlar arasında şunlar da var (onun ifadelerine uygun olarak): Türbeler, atalar, şanlı dua ve ibadet binaları, doğruluğun anılma yeri olan minareler, iki yüzlü tevekkül şerefsizliği…
İçinde Peygamber Bayraktar’ı bulunan şehir için, Peygamberler barındıran şehir için, söylediğine bakın:
Milyonla barındırdığın ecsad arasından
Kaç nasiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan…
Barındırdığı milyonlarca ceset arasında, alnı pak ve temiz, kaç tane varmış ki?..
Nasrettin Hoca’ya, ‘kuyu nedir?’ diye sormuşlar; ‘yerin dibine doğru yapılmış minare’ demiş…
*
1200 derecede ergiyip sıvı hale gelen demir, bir kalıba dökülürse, soğuyunca o kalıbın şeklini alır... Üstad Necip Fazıl, Türk ruhunun bu şekilde eritildiğini, İstanbul halinde toprağın üzerine kondurulduğunu söyleyerek, İstanbul’un millî bünyemizle, karakterimizle, medeniyetimizle, kültürümüzle nasıl hem hal olduğunu ifadeye başlıyor, “Canım İstanbul”a:
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İstanbul,
‘İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim’dir.
Çiçeği, suyu, ayı, güneşi, denizi, toprağı bu gözle görüyor.
Ay ve güneş, ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, İstanbul’da visale ermiştir, başta Türk’ün cihan hakimiyeti rüyası olmak üzere bütün rüyalar ve “alıp gülzar yapmak” hayali onda gerçekleşmiştir. Onun için vatanla İstanbul hemhaldir, İstanbul (can)dır:
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
Surlarda, tarihin gözlerini, servide ahiret düşüncesini, bulutta, Fatih’in kır atını görüyor... ‘Pırlanta kubbeler, belki bir milyar kırat’tır.
Millet, İstanbul’la özdeştir ve “minareler”, bu milletin göğe doğru uzanan şahadet parmağıdır...
Ve bu manzara karşısında vecde geliyor, tefekkür ediyor:
Her nakışta o mânâ: Öleceğiz ne çare!..
Tezatlarımız, bu anlayışla dile getiriliyor:
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
Ama ne olursa olsun Türk’ün mânâsı İstanbul’dur, İstanbul’dadır:
O mânâyı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
Maddî güzellik bile fikirle ifade ediliyor... “Boğaz”, “serinliği kaynatan bir mangal”dır... Çamlıca, göklerin derinliğinin yere inmiş halidir... Yalının alt katına misafir olan oynak sulara bakılarak dünle bugünün değerlendirilmesi yapılır:
“Yeni dünyadan mahzun, resimdeki eski sefir.”
Üsküdar’daki evlere yansıyan güneş ve ahşap konaklar, aynı merceğin altında görülür, “Kâtibim” aynı anlayışla hatırlanır... Kadını bu anlayışla değerlendirilir:
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
Zaman ve mekân kaynaşmıştır... Dün, bugün yarın birleşmiştir... Renk, ses, tepeler, rüzgâr; Eyüp’ün öksüzlüğü, Kadıköy’ün süslülüğü, Moda’nın kurumluluğu hisarlardan atılan oklar iç içedir...
Ve hüküm:
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar.
Bu diyarın,
‘Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar’dır.
Ve İstanbul,
‘Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan’dır.
*
İstanbul’u anlayan büyük sanatkârdır... Veya İstanbul’u büyük sanatkâr anlar...
Onu, İnsanlığın Ufku, Başbuğlar Başbuğu işaret etmiştir, hedef göstermiştir ve akıbetini müjdelemiştir.
Bütün sır, “MÜJDEYİ” anlamakta...
|