Yüzleşme Vakti Ali Erdal Sayı:
43 -
Karar vermede ‘son an’ sıkıntısını, son karar anı hafakanını herkes bilir. Alternatifler arasında çırpınırken öyle bir ‘an’ gelir ki, karar için artık erteleme bitmiştir, isteseniz de istemeseniz de bir seçim yapmak, tercihinizin sonucunu görmek, hakikatle yüzleşmek zorundasınızdır… Ne büyük felâkettir, ‘son an’da yanlış karar… Hele toplumlar için… Nuh Aleyhisselâm, gemisini tamamladıktan sonra, ‘son an’da, az sonra sular altında kalacak toprak yönünden son, iki cihanda kurtuluşa erdirecek gemi için ilk adımda; bir türlü hakikate teslim olmayan oğluna, yakınlarına ve asi kavmine hakkı; son bir defa daha tebliğ ediyor, gemiye binip kurtulmalarını istiyor… Onların menfaati için, onlara yalvarıyor… Ne yazık ki, o anın, nasıl bir değer olduğunu, nasıl geri dönülemez ve ertelenemez bir ‘an’ olduğunu, yanlış kararın nelere mal olacağını, tebliğe sırt çevirenler anlayamayacaklardır… Az sonra hakikatle yüzleşecekler ve suda boğulurken her şeyi elden kaçırdıkları kafalarına dank edecektir ama iş işten geçmiş olacaktır… Allah, zalimlere bile bir süre tanıyor, hakkı görmeleri ve zulümden vazgeçmeleri için… Vade doldu mu, her şey bitiyor… Durgun ve sakin akan nehrin girdaplarını öğrenmeden suya giren, içinde kaybolurken, önceden girdapları öğrenmesi gerektiğini anlayacaktır ama, bu anlayışın bir faydası olmayacaktır. Çağımızda insanlık, bütün şubeleriyle işte öyle bir karar anına gelmiş görünüyor… Fikir ve inanışlar, devletler ve politikalar, milletler ve idareciler, kıtalar ve ırklar; artık günübirlik standart, sıradan kararların üstünde önemli, çok önemli, hayatîden de öte kararlar vermek noktasındalar… Çağımız?.. Başı ne zaman, sonu ne zaman?.. Kim bilebilir; her şeyi Yaratan ve O’nun bildirdiklerinden başka!.. Olayları gözlemleyenler ancak bu çağ diyebilir… Çağımız… Kardan adamda insiyatif olur mu? Küfür; itiraz, isyan ve inkârdan puta tapmaya, puta tapmadan tanrılık iddiasına, tanrılık iddiasından hakkı tahrife tırmana tırmana (daha doğrusu düşe düşe) geldi bu çağa… 19. yüzyıla kadar din, temelden reddedilmiyordu… Hayat hakkında asıl söz söyleme hakkının (bu ve öteki hayat hakkında doğru bilgileri veren) dinde olduğu, inanmayanlarca bile farkında olunmadan zımnen kabul ediliyordu. Sadece (egolarına) kabul ettiremiyorlardı hakkı. İnsiyatif dinde idi. Firavun, “Ben de tanrıyım!” demişti. Yüce Halilürrahman’ı (as) ateşe atmaya kalkarken, hiç olmazsa dinin varlığını görüyordu. Hareketinde, aczini itiraf vardı. Ama 19. yüzyılda küfür; hakka karşı tezler ortaya koymaya kalkıştı… Yani hayat hakkında, yaşayış hakkında ben de söz sahibiyim, sadece sen değilsin demiş oldu. Sen tezsen, al sana, bunlar da benim tezlerim... Yani insiyatifi dinin elinden alınmak istedi. Daha sonraki basamak; sen, tez bile değilsin demek... Temsil imkânını Batı’da bulan bu tezler çabuk söndü… Sosyalizm, yetersizliği sebebiyle başta komünizim olmak üzere, öteki izimlerin kuyruğuna takılarak hayalci ve romantik çocuklarının elinden uçtu… Faşizim ve nazizim, liderlerinin kibirli nutuklarında bir çakımlık kibrit oldu… Komünizim, tam da “arzın üzerine kızıl damgasını vuracağı”nı sandığı bir sırada; önce, bütün dünyaya “devrim” ihraç edeceğini sanan karargâhta, arkasından da dünyanın her yerinde balon gibi söndü… Faşizim ve nazizme, rakiplerinin küçük bir dürtüşü yetti. Sosyalizm ve komünizme o bile gerekmedi. Hepsi, kardan adamın erimesi gibi, kendi yetersizliklerinden yıkıldı. Bunun üzerine, Batı’nın (düşünen adamlarının hiç olmazsa) hakka karşı tez ortaya koymak mı tövbe deyip, hakka teslim olması gerekirdi. Bilakis daha beter bir cürete kalkıştı… Karşısına tezle çıkmaktan öte, onu tez bile saymama… Tınmama, yok sayma… Tanımama… İnsiyatifi eline alamayınca, onun insiyatifini de görmeme... O kadar yok sayıyor ki, karşı bile çıkmıyor… Olmayan bir şeye karşı çıkılır mı? 20. yüzyıla gelinmişti, dinden tecrit edilmiş bir hayat daha iyi yaşanırdı… Dinin, nefse uygun yaşamaya engel olan bağlarını çözmeliydi… Kâinatın yaratılışından bu yana geçen zamana kıyasla bir hiç olduğuna bakmadan, sanki bu çağda yaşayan, varsaydığı başarıyı kendisi göstermiş gibi çağı; insanlığın geldiği en yüksek seviye sandı. İşte bu çağ!.. Küfrün geldiği son merhale… Daha açık ifade ile Batı’nın geldiği ve dünyayı getirdiği nokta… İşte şimdi istese de istemese de sıra, bu safsata ile yüzleşmeye geldi… Zira laik, seküler bir nizamı insanlığa dayatmaya kalkıştı… Gerekirse zorla ilâcını içirecek insanlığa… İhtiyar Frankeştayn, canavarına karşı Avrupa kendisini; Yunan aklı, Roma nizamı ve Hristiyanlık ahlâkı olarak ifade eder. Bu terkibin; civcivler arasına karışan karga misali, uzak ülkelerde sakat bir verimi ortaya çıktı: Amerika … Batı’nın ‘ur’u, gayr-i meşru veledi… Maddeci Batı’nın madde hırsının akıbeti… Başarıyı ve her şeyi sadece maddî kazanç ve maddeye hakimiyetle ölçen velet... “Batı’nın kendi içinden taşırdığı kısımlarla, daha Batı’ya doğru ve (Yeni Dünya) ismi altında meydana getirdiği bulamaç, yani Amerika, Batı’da kaybolmaya başlayan ruh ve âhengin doğurduğu çileye yabancı, bütün hızını madde plânının cümbüşlerinden alan ve henüz buhranını yaşayacak kadar ihtiyarlamamış bir cemiyet ve kemiyet harikasından ibaret; ve Batı’nın içinde değil, kenarında bir hadise olarak kalıyor. Batı’nın buhranlı macerasında, maddeci ve kemiyetçi, basit ve sığ Amerika’nın bu oluşta yeri yoktur. O sonradan erme, hazırlop tarafından olma, sıhhatini melezlikten bulma, ruh plânında iğdişliğe sığınma ve madde oyuncaklarıyla avunup sırt çevirme tecrübesinin amelî dehası, muhteşem hiçlik…” (Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü). Gittikçe şirretleşmeseydi, azgınlaşmasaydı ve Yahudiye alet olup dünyanın başına belâ kesilmeseydi, pek o kadar mühim değildi. Şimdi Batı, bu zalimlere (en azından susarak) âlet olmak ile karşısına dikilmek tercihleri yönünden karar anında… İhtiyar Frankeştayn, canavarıyla yüzleşmek zorunda… Ya onu itlâf etme ruhuna sahip İslâm dünyası ile beraber olacak, ya canavarının elinde can verecek… Sen doğarken ölmüşsün!.. Gerçek İncili tahrif edenler, o gün, İncil’in son kitap olduğu ve bundan sonra peygamber gelmeyeceği yalanını da yazmalıydılar, muharref İncillerine… Zira bir şeye son dememek, devamının varlığını zımnen kabuldü. Bunu yazmadıkları için tahripçiler ve muharref din, daha o zaman yenilmişti İslâm’a… Bunun için İslâm geldiği zaman ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Susup kaldı, İslâm’ı değil, barbar Müslümanları hedef aldı. İslâm’dan korktu, Müslümanlardan nefret etti. Ama şimdi herkesin birbirini ciğerine kadar tanıdığı küçük bir köy haline gelen dünya, artık 2000 yıllık perhizi bozmak mecburiyetinde… Şimdi Batı, İslâm’ın hak din olduğunu kabul etmekle İslâm dünyasını toptan imha hareketinin yani Amerika ve Yahudi ittifakının yanında yer almak ikileminde… 15 asırlık düşmanının safına mı geçsin, İslâm dünyasının imhasından sonra, kendisine düşman olacakların safına mı? Avrupa devletleri; tehlike karşısında birbirine sokulan koyunlar gibi, bir araya geliyor. Avrupa Birliği, (perde arkasında kim olursa olsun) bu psikolojinin ürünü; fikir, iman ve ideal birliğinin değil… Binbir parçaya bölünmüş, hem de birbirine tepki olarak binbir parçaya bölünmüş, kiliseleri boş, din adamları güven kaybetmiş muharref Hristiyanlık etrafında mı Avrupa Birliği kurulacak? Yahudi, İslâm dünyasını, desteklerini alarak yok edesiye kadar onlara bir eğlence buluverdi. Kendisini de temsil eden 12 yıldızı da verdi ellerine oynuyor Avrupa… “ (…) İlk kez “Piory of Sion” adlı örgüt gerçek anlamda deşifre edilmiştir. (…) Bunlar Hıristiyan’dır ancak hem kökenlerindeki Judaism, hem de Kabala mistisizmi ile bağlantıları nedeniyle Yahudi diniyle de ortak noktalar bulmuş, belirli konularda ve amaçlarda anlaşmışlardır. (…) Yıldız sayısının hep 12’de kalmasının nedeni İncil’deki şu bölümle alâkalıdır: ‘Sonra yeni bir Gökyüzü ve yeni bir Yeryüzü gördüm. Yedi melekten biri yanıma geldi ve sana Kuzu’nun (İsa Mesih) Gelini’ni göstereceğim dedi. Sonra Ruh beni yüksek ve büyük bir dağa çıkardı. Ve gökyüzünden Yeryüzüne olan Tanrı’nın Kutsal Kenti’ni gösterdi. Bu Kudüs’ tü. İşte İsa Mesih’in Gelini budur dedi. Kutsal Kent’in etrafı büyük ve yüksek bir duvarla çevriliydi. Ve 12 kapısının üstünde İsrail’in 12 kavminin adları yazılıydı. Büyük ve yüksek duvarın üzerinde Kuzu’nun 12 havarisinin adları yazılıydı’ İncil (Ev 21:1-12) (…) AB’nin Brüksel’deki merkezinde de 12 kapı vardır mesela (…)” (Serdar TURGUT; Akşam, 16.08.2004). Doğu da, Batı da kendisiyle ve birbiriyle yüzleşecek Batı, maddeye hakim olmanın bir hiç olduğu hakikati ile; Doğu, maddeyi elden kaçırmanın ne büyük suç olduğunu anlamak mecburiyeti ile yüzleşecek… Kurtuluşun kendisinde olduğu yalanı ile bütün dünyayı aldatan, dünyayı bu yönde aşağılık duygusuna iten Batı’nın foyası dökülecek ve Batı’yı bir şey sanan Doğu’daki her türden Batı hayranı aydının ahmaklığı ve ihaneti anlaşılacak… “Batı adamı, 19. asrın son yarısında ve 20. askın başlarında maddeye o türlü tahakküm istidadına geçti ki, bu tahakkümü ona denk bir ruh köküne bağlıyamaması; üstelik eski ruh köklerinde de yavaş yavaş çözülme başlaması yüzünden maddenin tahakkümü altına girdi ve böylece onun ruhu, belirsiz bir yırtıktan döküle döküle, tükenmeye yüz tuttu. Ve Batı dünyası, aşağı kısmı dolarken yukarı kısmı boşalan bir kum saati gibi, madde ilimlerinin terakkisiyle makûsen mütenasip olarak, ibda edici âhengin kaynağı olan ruhî muvazenesinin elden gitmekte olduğunu hafakanlar içinde sezmeye başladı. (…) Batı, makineyi ve âleti emrine vereceği ruhî nizam, ahlâk ve iman kutbundan mahrumdur.” (Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü). Batı; kendisi ile ve bütün dünya ile yüzleşecek, bize gösterdiği şirin yüzünün arkasında, artık saklanamayacak hale gelen ıstıraplı yüzü ile yüzleşecek. Akıbet, ya Avrupa Birliği’ni esaslaştıracak ruhî sistemi bulmak, ya madde oyuncaklarının altında ezilmek. “Ve Garp döne dolaşa, bizim kaybettiklerimize gelmeden, biz, dönüp dolaşmaksızın onu kendimizde arayalım.” (Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü). Yahudi’nin geldiği nokta... Vicdanı ile ve bütün dünya ile yüzleşmek... Bu güne kadar el altından yürüttüğü, bugün de Amerika’yı alet olarak kullandığı emellerini artık ortaya dökmek (yavaş yavaş başladı)... Ve bütün dünyayı karşısına almak pahasına hain, sinsi ve zalim plânlarına devam etmek... Kaçış yok, vade doldu Dünya bugün öyle bir yangın içinde ki, hiçbir millet, ben yangını kenardan seyredeceğim diyemez. Herkesin evi yanıyor... Dünya yanıyor... İçine kapalı Asya milletleri, benim esamem okunmaz diyen Amerika kıtası ve Afrika milletleri bile kamplarını seçmek zorunda… Hattâ varsa, varlığından haberdar olunmayan ilkel kabileler bile... Çalışkanlığına rağmen Japon, derinlik istidadına rağmen Hint, en çok nüfusa hem de toplu halde sahip olmasına rağmen esrarengiz Çin ve saire bıçakla kesilmiş bir elma gibi ikiye bölünmüş dünyada artık bir tarafa ağırlıklarını koymak mecburiyetindeler. Ya hakkın yanındasın, ya değilsin… Araplar, İslâm sayesinde kazandıklarını, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra başlarına, Batı hayranı ve ajanı hanedanlar geçirdikleri ve ırkçılığa meylettikleri için kaybettiler. Hatalarını, tenekeleri altına tercih ettiklerini anlayıp Türk’le birlikte yeni bir nizam kurmak ile, ufalanıp kaybolmak tercihlerinden birini seçmek zorundalar. “Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimaî mânâda ölüm ve yokluk düşüyor. Öyle bir dünya doğuyor ki, niçin yaşadıklarını ve ürediklerini izah edemeyen milletlere, yarın, üstünde süründükleri stepleri sulamak vazifesi verilecektir.” (Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü) Müslüman olduktan sonra İslâm âleminin (dolayısıyla da Doğu’nun) liderliğine yükselmiş, Doğu’nun lideri olarak Batı ile hesaplaşmış, Batı’nın şahsiyet kazanmasını ve hakka doğru mesafe katetmesini (Rönesans, Reform), Araplar ve diğer İslâm milletleri ile birlikte sağlamış, İslâm’a aşkını kaybedince anlaşılamaz bir aşağılık duygusuna düşüp, maddeye hakim Batı hayranlığı ile “cebinin astarında kaybettiği güneşi”, “kendisi muhtac-ı himmet dede” durumundaki Batı’da aramış, kraldan fazla kralcı geçinip, Batı’nın kendisini ıstıraptan öldürmek üzere olan “kriterlerini”, üstelik onların ne oldukları üzerinde kafa yormadan hazırlop alan Türk; şimdi, ya kendisini büyük yapan gerçek cevhere dönmek ve ona sımsıkı bağlanmak, yine eski liderliğini kazanmak, ya hayranı olduğu illetli dünya ile birlikte (Allah korusun) helâk olmak noktasında karar anında… Her şey Türk’ün, cevherini anlayıp gerçek şahsiyetini bularak OLMASI veya olmaması noktasında düğümleniyor… Bunu idrak etmediksen sonra Avrupa Birliği’ne girmişiz, girmemişiz fark etmez… Gerçek kimliğimizle Avrupa Birliği’ne girmemizin hiçbir zararı yok… Nerede olursa olsun, rengine boyayabilecek olan, niye korksun!.. Avrupa, mayamızın, bizden daha çok farkında olduğu için ne yapacağını bilemiyor. Alsa bir dert; kendisi eriyecek; almasa yeni bir dünyanın kurulmasına sebep olacak... Onun için, değerlerini inkâr et, öyle gel diyor. Gerçek kimliğimizi kazanmadıktan sonra Avrupa Birliği’ne girmişiz de ölmüşüz, girmeden ölmüşüz ne farkededer?.. Her şey, başta kendisi, sonra İslâm dünyası, ondan sonra kendi halindeki milletler, daha sonra İhtiyar Avrupa için, yani dünya için Türk’ün gerçek kimliğini bulması ve olmasından ibaret… Evet, biz kurtuluşu, dönüp dolaşmaksızın kendimizde arayalım!.. Hakk’ın kimseye ihtiyacı yok, ama herkesin Hakk’a ihtiyacı var... Gerisi lâf ü güzaf…
|