HIRS ve HASARET: MERZYFONLU Muhammet Ülker Sayı:
67 - Temmuz / Eylül 2009
Tarihin karışık sayfalarının hayırlı yâd ettiği vefalı kahramanlarını ya da lânetle andığı kişileri çok duymuştuk. Selçuklu ve daha öncesi kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ehli İslâm neredeyse yok denecek kadar azdı ama devlete ve insanlığa hizmet düşüncesiyle hareket eden baba yiğitleri saymakla bitiremezdik. Allah'a şükür Devlet-i Aliye milletimizi ve devletimizi felâkete sürükleyecek devletlileri başımıza getirmemişti.
1683'te Konya bölgesinde Meram Bağları'nda tımarımın başında köylülerle neşeli çalışmanın ardından tozu dumana katan bir atlının bize doğru geldiğini gördük. Çalışmayı bırakıp ona doğru yürüdüm. Haberci nefes nefese kalmış, kan ter içinde önemli bir şey söylemenin heyecanıyla daha ben sormadan hemen söze girmişti. Padişah hazretlerinin fermanı ile Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın komutasında sefere çıkılacağını, tez zamanda emrimdeki sipahilerimle payitahta gelmemi söyledi. Soğuk ayran, ekmek ikramımı beklemeden diğer karındaşlarına da bildirme acelesiyle atını mahmuzladı, giderken teşekkür etti, yanımdan tozu dumana katarak ayrıldı. Haber beni ziyadesiyle mutlu etmiş, nice zamandır kılıç sallamamaktan ben de kardeşlerimiz de sıkılmıştık. Beni merakla bekleyen köylüler ve karındaşlarım verdiğim müjdeli haberle sevinçten tekbir getirdiler. Kurbanlar kesildi. Tarlada işler bitirilip akşam yemeğinin ardından bağlıkta serinliğin altında kılıçlar bilendi, kalkanlar oklar temizlenip erzak dâhil tüm ihtiyaçlar hazırlanıp atlar tımar edildi. Ertesi gün köylülerle, sipahi kardaşlarımla Mevlana hazretlerinin türbesi yakınında vakit namazı kılıp ahaliyle hazretin karşısında el açıp, göz yaşlarıyla ehli İslam'ın muzafferiyeti, küffarın hezimeti âlem-i İslâm için Halık'ımıza hazretin yüzü suyu hürmetine dua eyledik. Ekmeğini ve suyunu bizimle bölüşen rençper kardaşlarımızla helalleşmemizin akabinde atlarımıza atlayıp oradan olanca hızla uzaklaşırken Meram bağları hattâ Konya arkamıza baktıkça küçülüp kaybolmasının hüznünü beraber yaşadık.
İstanbul'u karşı yakaya geçişte boğaz manzarasının güzelliği, kürek seslerinin suyla bütünleşirken çıkardığı sesler huzuru âdeta ruhlarımıza üflüyordu. Karaya geçildiğinde atlarla yolculuğumuz Ayasofya, Sultan Ahmet, Eyüp Sultan gibi daha nice kutsal mekânlarımızla hasret giderdik. Emindik ki âdet olduğu üzere her sefer öncesi olduğu gibi yine cengâverler, komutanlar peyderpey gelerek ziyaret etmişler, padişah hazretlerimizde manevi ilhamlarını alan bu tür gezileri yapıyorlar her kesimiyle halkımız dua dua yalvararak ruhlarına dinamizm kazandırıyorlardı. Aman Allah'ım halkı devleti mânâda bütünleşmiş başka bir devlet ve halk var mıydı? Bu cihanda, yekvücut olmuş bir orduyu hangi başıbozuk güruh durdurabilirdi. Askeriyle komutanıyla istihkâmcısıyla karşılaştığı simalar neşeyle yapılacak seferden bahsediyor. Sanki savaşa değil, düğün şenliğine gidiyorlar. Tebessümle samimiyetle uhuvvetle kaynaşmış geziniyorlardı. Allah'ım her şey ne kadar güzeldi.
Sabahın ilk ışıkları ile tatlı bir telaş orduları; tımarlı sipahileri, yeniçerileri, topçuları, arabacıları herkesi sarmıştı. Tüm hazırlıklar tamamlanıp yola çıkıldı. Kırmızı beyaz cepkenli, zırhlı yeniçeriler, sipahiler ve diğer birlikler nizamî yürüyüşle kendilerini seyreden halka gurur veriyor, padişah hazretleri tüm birlikleri selâmlayarak, uğurluyordu. Serasker Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve diğer güngörmüş, fetihler kazanmış komutanlar yerlerini alarak yola koyuldular. Merzifonlu hakkında pek bir şey bilmiyorduk. Vezir-i Azam olduğunda hemen padişahımızı büyük bir sefer için ikna etmiş, tahminlere göre Viyana'yı almak, muzaffer olmak için harekete geçmişti. Yanımda yol buyunca çok sevdiğim, sefer boyunca yanından ayrılmadığım aksakallı, kocamış Recai adında âlim ve fazıl zat tedirgin yüz ifadesiyle onun hırslı olduğunu üzülerek anlattı. Ben de hırslı olmasının ne sakıncası olabilir ki diyerek kendi aklımca bilgiçlik yapmıştım. "Evlât atalarımız boşuna dememiş hırs sebeb-i hasarettir, hırs insanın gözünü maazallah kör eder. Sadece sahibine zarar verse, etrafını da felâkete sürükler. İhtiyar telâşlı bedbin bir ifadeyle kıssalar anlattı, durdu. Etrafında yol alan üç beş genç anlamsızca saygıdan dinlemiş olsak da onun vehimlerini yersiz bulmuştuk. Zira yanında namlı şanlı, nice birbirinden değerli komutanlar vardı. Kimler yoktu ki; ömrü zaferle geçmiş askerin cesaret abidesi İbrahim paşa, Rus ordularını çil yavrusu gibi dağıtan Kırım Hanı Murat Giray Han daha niceleri savaşın dehası, komutanlar meydanı bir kişinin ihtiraslarına bırakmaz hata yapacak olsa meşveretle uyarır, efendimizin sünneti divan kararlarında doğru karar çıkar, Merzifonlu da ona uyardı. Bu zamana dek böyle olmuş istişarenin bereketini Allah sağanak sağanak yağdırmış, defalarca kalabalık mağrur küffar ordusu zebun olmuş, âlem-i İslâm Osmanlının zaferleriyle şerefyap eylemişti.
Tuna boylarından, Balkan dağlarından ordular seller gibi aktı. Yollarda katılımlarla çığ gibi büyüyen ordumuz Merzifonlu'nun gururunu celb etti. Atlıların, yayaların, arabaların ritmik gürültü ile arzı ihtizaza gelmiş, âdeta titriyordu. Evlâd-ı Fatihanlar yeni bir zaferin şarkılarını şimdiden besteliyorlar, karşılarında hiçbir kuvvetin duramayacağından dem vuruyorlardı. Gerçekten tarihin en muazzam gücüydü. Sayı ve silâh üstünlüğü, uhuvvet, samimiyet manevî güç, zafer için her şey sebepler dairesinde tamdı. Çalan kösler vurulan davullar yürekleri hoplatıyor, gönüller savaşa bir an tutuşmak Allah'ın rızasına nail olmak için can atıyordu. Biliyorduk ki Allah rızası için savaşan kullarını yürekler birlikte attıkça yolda koymaz rahmetini bereketini ihsan eder, sıkıştıklarında meleklerini yardıma gönderirdi. Nice küçük kuvvetlerle ehli İslâm büyük küffar ordularını O'nun inayetiyle yerle bir etmiş, zaferi müyesser eylemişti.
Uzun yorucu yolun ardından hamdolsun devasa dağ nisbetinde taş yığınlarına gelmiştik. Viyana anlatılandan daha haşmetli Avrupa'nın en güçlü surlarına sahipti. Kanunî'nin bile fethedemediği kale batının son karakolu hükmündeydi. Merzifonlu Kanuni'nin fethedemediği kaleyi fethetmek üzere gelen Eflak Boğdan Beylerini, Kırım Hanlığı beylerini ve kuvvetlerini gururla seyretti. Kırım Hanlığı kuvvetleri de kendileri gibi cenk etmek, bir an evvel kaleyi fethedip yağmalamak aşkıyla yanıp kavruluyor, yol yorgunu olmalarına rağmen hemencecik Viyana'ya atılmak onu dize getirmek istiyorlardı. Merzifonlu'nun hiç acelesi yoktu. Emriyle çadırlar kuruldu. Ardından yemekler yendi. Yine tüm komutanlar onun emriyle savaş divanına çağrıldı, savaşın plânı hakkında âdet olduğu üzere fikirler ortaya atılacak çoğunluğun görüşü esas kabul edilecekti.
Birkaç saat sonra divandan çıkan komutanların ağzını bıçak açmıyor, yüzlerinde öfkenin, gurur kırıklığının izleri okunuyordu. Sonradan öğrendik ki toplantıda komutanların büyük bir hücumla şehri alıp askerlerin hakkını alması fikrine karşılık Merzifonlu şehrin kuşatılmasını, dışarıdan yardım almasının engellenmesini yani kendiliğinden teslimini (vire) beklemeyi istemişti. Komutanlar aylarca boş beklemenin yersiz olduğunu, Haçlı ordusunun bu zaman zarfında toplanıp harekete geçebileceğinde ısrar etmişlerdi. Merzifonlu şehrin askerin alması durumunda kendisine fazla ganimet kalmayacağını düşünerek, şehrin teslimiyle kendisine kalacağını bilerek diğer fikirlere karşı çıkmış, hattâ karşı çıkan fikrin sahiplerine ağza alınmayacak ağır hakaretler etmişti onları susturmak için. Özellikle Kırım Bey'i Murat Giray Han ve İbrahim Paşa ısrarlarına devam etmişler, hattâ tecrübeli, hayatı savaş meydanlarında geçmiş İbrahim Paşa Merzifonlunun plânının hezimetini düşündüğünden devletin bekası, orduların muzafferiyeti uğruna her şeyi göze alarak karşı çıkmıştı. İbrahim Paşa'nın ve Murat Giray'ın diğerlerinin desteğini alması Merzifonlu'nu gururuna dokunur. İyice kontrolden çıkan Sadrazam İbrahim Paşa'yı huzurundan kovar, ardından cellâtları peşinden göndererek kellesini vurdurur. Merzifonlu kızaran yüzünden, dişlerini sıkarak konuşmasından hiddetle bağırmasından ortalık sus pus olmuştu. Tüm bunlar yetmemiş gibi Kırım Bey'ini kovar, onunla alay ederek arkasından duyulacak şekilde "sen kokmuş at eti yemekten başka ne bilirsin harp başka şeydir'' diyerek bağırır. Osmanlı ordusunu arkasını tutmasını emreder. Kırım Hanı Murat Giray'ın gururu kırılmış, izzeti nefsi incinmiştir. Ağır hakaretlere uğramaktansa İbrahim Paşa gibi kellesinin vurdurulmasını yeğlemiştir. Ordusu ile Osmanlı ordusunun arkasını tutmaya giderken kızgın ve öç alma duygusu ruhunu içine almış, gözü başka bir şey görmemektedir. Merzifonlu öfkeden kudurmuştu. Savaş dehası komutanlar mağrur ve mütekebbir paşaya hınç, kıskançlık duymaktadır. Yoldaki ihtişamlı hava bozulmuş itaat duyguları zayıflamıştır.
Asık suratlı öfkeli komutanlarımız beden dilinin ardından lisan diliyle hiç hoşumuza gitmeyecek, öfkeye sevk edecek haberi verdiğinde homurtular yükseldi. Askerin içi içine sığmıyor cenk isteği ile atan yürekler boşu boşuna bekleme emrine, istişareye uymayan Merzifonlu'ya kin duyuyorlardı. Kocamış askerler ve komutanlar düşünceli, gençler tepkiliydi. Kocamış Recai sipahinin içini kemiren, sancılara sevk eden, askeri itaatsizliğe düşürebilecek, uhuvvetin bozulmasıydı. Ama korkulan şeyler daha da arttı. Ertesi günü Merzifonlu hakkında yapılmadık gıybet, dedikodu bırakılmamıştı. Hırsı, gururu, kibri, meşverete uymayışı, bencilliği her yerde konuşulur olmuştu. Savaşta bileği, kalbi çalışmayan boşta kalan askerlerin dilleri hiç durmuyor sel gibi olmadık lâflar taşıyordu. Fethe koşullanmış savaşçıların karılar gibi oturmak gücüne gidiyor, herkes kahroluyordu.
Viyana önlerinde yaklaşık iki ay bıktıran, bezdiren bekleyiş askerin mücadele aşkını şevkini bitirmişti. Öte yandan Papa'nın teşviki ile Haçlı ordusunun her an harekete geçebileceği söylentilerinin yayılması hoşnutsuzluğu artırsa da Kırım Beyi’nin Haçlı ordusunun arkadan vurma ihtimalini ortadan kaldırıyordu. Nasılsa Kırımlı Tatar kardeşleri onların arkalarını tutan köprüden geçişlerine izin vermezdi.
Ordunun tamamı neredeyse ümitle Sadrazamın hücum emrini bekliyorlar. Beyler, paşalar hepsi ona baskı yapıyorlardı, ama sanki sağır olmuş, hayal âleminde şehrin teslimini bekliyordu. Çakılı toplar kaleye çevrilmiş beklerken aman Allahım, o da ne gerilerden müthiş bir gürültü koptu, köprüden seller gibi akan, tanımadığı askerler hızla ani hücum başlatmışlardı. Orduda büyük şok olmuştu. En gerilerde köprünün yakınında hazırlıksız yakalanan kardeşlerinin yüzlercesi hiçbir şey yapamadan şehadet şerbetini içmişti.
Haçlı ordusunun başında Lehistan kralı Jan Sobieski ordumuzu arkadan vurmuştu. Malesef savaş bittikten sonra Kırım Hanı'nın yanında bulunan bir Tatar İstanbul'a geldiğinde gözyaşları içinde gerçekleri anlatmıştı. Meğerki Kırım Hanı Merzifonlu'ya olan kininden, kendisine yapılanları kabullenmediğinden, onu suya sabuna dokunmadan felakete sürüklemek için Lehistan ağırlıklı haçlı ordusunun köprüden geçişine göz yummuş "Osmanlı paşası bizi nice zamandır küçümser, bakalım biz olmadan ne yapar diyerek'' engel olmamış sadece seyretmiştir.
Anlaşılan oydu ki Murat Giray nefsine mağlup olmuş, Merzifonlu'ya olan hınçla haçlılara engel olmamıştı. Binlerce şehide rağmen toparlanmaya çalıştık. Tüm komutanlar, çavuşlar canla başla birlikleri mukavemete hazırladı. Hattâ beylerden öne atılıp şehit olanlar oldu. Hayal âleminden uyanan, daha gerçekleri anlamaya yeni başlayan Merzifonlu Yeniçerililerle canla başla mücadeleye girmişti. Bizler kale tarafında olduğumuzdan ancak kılıç-kalkan şakırtılarının, tüfek seslerini, naraları, can acısıyla yarananların bağırtılarını duyabiliyorduk. Aksilikler üst üste gelmeye başladı. Viyana kalesinin kapılarının açıldığını, binlerce düşman askerinin saldırıya geçtiğini gördük. Yardımlarına gelen Haçlılara Avusturyalılar da bilmukabele karşılık vermiş, kendilerinin beceremediği kardeşliği, beraberliği onlar göstermişti. Ben ve birçok sipahi kardeşim kurşun yağmurunda kaldık, bacağımda derin bir acı hissettim, yaralanmıştım, yanımda bulunan birçok sipahi, kocamış, âlim sipahi Recai dâhil hepsi şehit düşmüştü. İki ateş arasında kalan kuvvetlerimizde kayıp çok büyüktü, moraller bitik yürekler ümitsiz, komutanlar çaresiz, plan yapamıyorlardı. Komutanlar canı ciğeri askerlerinin kazanma ümidi olmayan mücadelede kayıplarına razı olmazdı. Hem Merzifonlu'nun kararları ile bu duruma düşmüşlerdi. Bunu temizlemek de ona düşerdi. Komutanların hemen hepsi teker teker kuvvetlerini Merzifonlu'ya söyleme gereği bile duymadan topladı. Hep beraber savaş alanından çekip gittik. Artık ona itaatin anlamı olmazdı. Bu hezimet onun eseriydi. Bütün komutan ve askerler çekildikleri yerlerde hep bunları anlatıp durdular.
Ordunun büyük bir bölümü hatta savaşta yeniçerilerle yalnız kalan Merzifonlu da Belgrat'a sığınmıştı. Belgrat gerçekten çok güçlüydü. Lakin etrafta birçok kale ve şehrin mağlubiyetin ardından kaybedildiği haberlerini aldık. Akşamleyin kurşunu çıkarılan bacağım gerçekten çok acıyordu, ama içimi en fazla acıtan İslâm ordusunun mağlubiyetiydi. Olanlara kimse anlam veremiyordu. Nasıl olmuştu da dünyanın yenilmez gücü, cihan ordularını dize getirebilecek orduları aciz duruma düşmüştü. Yenilgiden kısa bir süre geçmişti ki Payitahttan gönderilen kapıcı çavuşunun camide vakit namazından çıkan Merzifonlu'nun kellesini vurduğunu duyduk. Akıbetini bilen paşa çıkışta görevliye hoş geldin deyip, halının kan olmaması için çekmiş. Tevekkül ve teslimiyetle boynunu uzatmış, "buyur görevini yap" diyerek zaten sonuna razı olarak hayatı kılıç darbesiyle son bulmuştu.
Kırım Hanı Murat Giray devletin bekasına zarar vermesi cihetiyle idam edilmesi gerekirken divanda padişahın yaptığı uzun istişarenin akabinde hem Kırım halkını incitmemek, hem de Murat Girayı hataya sürükleyen Merzifonlu olması göz önünde bulundurularak görevden azledilmiş, yerine aynı aileden biri hanlığa getirilmişti.
Fakat idamlar ve aziller hiçbir şeyi değiştirmedi. İkinci Viyana kuşatması sonrası yenilgiler on altı yıl sürdü. Haçlı ittifakının cesaretlenmesiyle manevî değerleri çöken ordularımızın yenilgisiyle sonuçlandı. Artık Osmanlı zaferleri unutmuş, şanlı ordu, şanlı asker makûs talihine boyun eğmişti. Yenilgilerin daha da artmaması padişah hazretlerini anlaşma istemeye mecbur kıldı. Karlofça antlaşmasıyla Osmanlı, Avrupalı devletlerin taleplerini kabul etti. İlk defa çok büyük topraklar kaybedildi. Artık Osmanlı'nın inkırazı başlamıştı. Gözyaşları içinde bir zamanların muzaffer askerleri cephelerden tükenmiş dönerken hepsi kendisine hep aynı soruları soruyordu. O gün Viyana'da niye yenilmiştik ve hâlâ niye yeniliyoruz, diye soran genç askerlere artık kocamış bedeniyle ve ağaran saçlarıma hürmeten soran genç sipahilere sadece pişmanlıkla "Keşke Merzifonlu Paşamız hırs göstermeseydi. Keşke istişareye uyup kardeşlerini kırmasaydı. Keşke Murat Giray nefsine mağlup olmayıp her şeye rağmen âlem-i İslâm için ağır hakaretleri içine atıp, Merzifonlu'ya itaat etseydi. Keşke komutanlar, beyler iftiraka düşmeseydi. Merzifonlu savaş meydanında kaçmayıp orada ölseydi. Evlâtlarım inanın Allah hatırı için, Kur'ân hakkı için söylüyorum yenilmezdik. Bizler uhuvvetimizi kaybetmeseydik, yenilmezdik...
|