Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     3824 kez okundu.     2 yorum bırakıldı.     Yazara Mesaj

YEMEN İLLERİNDE
Muhammet Ülker

  Sayı: 64 - Nisan / Haziran 2010

Yeşillik alanlar ilerledikçe yerini önce kayalıklara sonra uçsuz bucaksız çöllere bıraktı. Tecrübeli komutanlar çölde hemen teyakkuza geçirdi tüm birlikleri. Zira çöl bedevilerini para ile satın alan İngilizler ve onlarla işbirliği yapan Arap lider Şerif Hüseyin, onlara maddî manevî her türlü desteği sağlamıştı. Yıllarca beraber yaşamış iki milletin birbirine düşman hale gelmesine ve gerekirse Araplara kurşun sıkacak olmama üzülüyordum. Niye düşman olmuşlardı ki iki Müslüman millet?

Suriye'nin birkaç bölgesinde salgın hastalıktan binlerce Arap'ın kırılması ve yönetimde bulunan Enver Paşa'nın ve bölge amirlerinin tedbir almaması canlarını yakmıştı Arapların. Din kardeşleri, Türklerin onları umursamamasını akılları almıyordu artık. Suriye'de Cemal Paşa'nın birçok Arap aşiret reisini kanunsuz idam ettirmesi bölge halkını Osmanlı'ya karşı kindar yapmıştı. Nihayetinde İngiliz ajanı Lavrens Müslüman olmuş görünerek Arapların en güçlü liderlerinden Şerif Hüseyin'in aklına girmişti. Neymiş efendim Lavrens'e göre (Abdullah ismini kullanmış) zaten yakında Osmanlı yıkılacakmış, hem Türkler artık Arapları gözden çıkarmış, artık Türkler İslam'ın bayraktarlığını yapamazmış, bu işi Arapların yapma zamanı gelmişmiş... Aman Allah'ım sahte Müslüman Abdullah'ta yalanın biri bin para. Ah ahhh! Ya bu yalanlara inanan Şerif ve yandaşlarına ne demeli. Ama Araplara haksızlık da etmeyelim. Allah'tan Prens Suud (Suudi Arabistan'ın kurucusu) gibi Osmanlı’ya itaat eden aklı başında olanlar, destek çıkanlarda var...

Neyse olan oldu. Araplar bulundukları bölgelerde Osmanlı askerine saldırıya geçti. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Ruslar bir yandan Araplar bir yandan Osmanlı adeta can derdine düşmüştü. Benim gibi on binlerce genç atalarımızın canı pahasına kazandıkları toprakları korumak için yollara çıkmıştık. Yemen'e gelinceye kadar Mısır çöllerinin eşkıyalarından, Yemenin kayalıklarına saklanan yerli halkın saldırılarıyla onlarca kardeşimiz şahadet şerbetini daha merkeze gelmeden içmişti. Allaha şükür, Yemen'deki görev yapacağımız kaleye sağ salim gelmiştik. Kale yüzlerce yıllık yapısıyla oldukça muhkemdi. Osmanlı gibi ihtişamlı ama yıpranmış güçlükle ayakta durmaya çalışıyor gibiydi. Kale güvenliydi, dışarıda bizi yok etmeye azmetmiş Yemenlilere karşı tek sığınağımızdı. Demirden yapılmış iç kapıda zamanı geldikçe nöbet tutuyor vaktimin çoğunu ya eskiden ölen askerlerden kalmış kitapları okuyarak ya da anne, babama, eşime mektup yazarak geçiriyordum. Bazen parolayı kalenin dışından söyleyen, devletimize itaat eden Yemenlilerin veya yeni kuvvetlerimizin getirdiği mektuplarla seviniyordum.

Son nöbetimde gecenin geç vakti dışarıdan gelen parolanın sahibinin hayatımı değiştireceğini nerden bilebilirdim ki. Parolayı söyleyişinden gelenin Yemenli Haşimî olduğu belliydi. Ailemden mektup gelmiş olabileceğini düşünerek yanımdaki arkadaşımla demir kapıyı ağır gıcırtılı sesiyle açtım. Esmer yüzlü, zayıf Yemenli “Selâmünaleyküm ya Süleyman” deyip mektupları bana uzatıp telâşlı haliyle komutanla acilen görüşmek istediğini söyledi. Yığınla mektup arasından bana gönderilen mektubu ararken komutanın uyuduğunu yarın görüşebileceğini söylemişsem de inatçı adamı ikna edemedim. Kaledeki kuvvetlerimizin ölüm kalım meselesinin olduğunu, bununla ilgili bilgileri komutana hemen bildirmesi gerekliliğini ısrarla anlatınca dehşete kapıldım. Ailemin gönderdiği mektubu alarak diğerlerini arkadaşıma verdim. Vebalde kalmamak için ihtiyar Yemenliyi yanıma alarak komutanın ahşap işlemeli kapısını üç dört kez vurup bekledim. Ahmet Mithat Paşa'nın askerî gömleğini ve pantolonunu alelacele giymesiyle, çıkması bir oldu. Hızla çıkması gecenin vakti, ciddî bir sorunun olduğunu düşünmesindendi. Gözleri fal taşı gibi açılmış halde kapıyı açarak, “Ne oldu Süleyman Çavuş” diyerek etrafı kolaçan etti. “Komutanım, Haşim çok önemli olduğu konusunda ısrar edince dayanamadım, getirdim” diyerek sustum. “Haaa, tamam” diyerek Haşim'i gözleriyle inceledi. “Tamam oğlum sen yerine git” dedi. Emredersiniz komutanım diyerek arkamı dönmüştüm ki bu arada dikkatli olun, gözünüzü dört açın diyerek uyardı. Haşim'in her zamankinden farklı olarak telaşlı olması ve komutanla görüşmesi hayra alamet değildi. Doğabilecek tehlikeleri düşününce içimde ürperti hâsıl oldu. Nöbet yerine döner dönmez kalbim heyecandan yerinden çıkacak sandım. Cebimden sakladığım mektubu alarak sevinçle okumaya başladım. Babam okula giden kız kardeşime yazdırdığı mektupta selâmla başlayıp halimi hatırımı soruyor, her şeyin yolunda olduğunu anlatıp annemin de dualarının benim ve tüm arkadaşlarımla olduğunu belirtiyordu.

Son paragrafta ise eşim müjdeyi veriyordu. Üç ay önce aslan parçası oğlumuzun dünyaya geldiğini adını ailecek Süleyman koyduklarını, onları merak etmememi, hallerinin iyi olduğunu anlatıyordu. Selâm ve dua ile satırlar bitiyordu her zamanki gibi. Eminim eşim başta olmak üzere anne baba ve kardeşlerim bu satırlar yazılırken hüngür hüngür ağlamışlardı. Tabiî ben de ağladım. Vay be! Konya'dan gelirken altı aylık hamile eşim erkek çocuk dünyaya getirmişti. Demek ki, buraya geleli altı ay olmuştu. O gece mutluluktan nöbet sonrası güzelce bir uyku çektim.

Sabahın ilk kızıllıkları belirmeye başlarken sabah namazına kalkmıştım ki hâlâ komutanım ile Haşim oturdukları yerde bekliyordu. Bir yandan diğer alt rütbeli komutanlarla hararetli hararetli bir şeyler tartışıyordu. Birazdan dışarı çıkan Haşim dışarıda deli dana gibi dönüp duruyor, her halinden huzursuz olduğu anlaşılıyordu. İki saatlik nöbetten dönen er arkadaşım Onur gece boyu komutanların uyumadığını, sürekli plânlar kurduklarını anlattı. Adım gibi emin idim. Ters giden bir şeyler vardı. Yakında fırtına kopacağını anlamak için çok zeki olmaya gerek olmadığını iyi biliyordum. Namaz sonrası Yaradan'a sığındım. Beni ve tüm arkadaşlarımı ailemize kavuşturmasını, hakkımızda hayırlı olanı vermesini istedim. Vatanımız uğrunda gerekirse şehitliği ya da gaziliği nasip etmesini de unutmadım.

Kahvaltının ardından tüm birliğin, silâh ve mühimmatla toplanma emrini almamız keyfimizi kaçırmıştı doğrusu. Şüphelerim de haklıymışım diye böbürlenecek vakit değildi. Yarım saat içinde silâhlar temizlendi, altı adet top öküzlere bağlandı. Su, yiyecek, mühimmat ne varsa arabalara yüklendi. İçtimaya toplandığımızda 126 kişilik bölüğümüze Ahmet Mithat Paşa seslendi. “Yiğitlerim ne olup bittiğini eminim merak ediyorsunuz. Gecenin vakti dostumuz Haşim canını tehlikeye atarak bize önemli haberler getirdi. İngilizler etrafımızdaki kabilelere akşama doğru para, silâh ve patlayıcı dağıtmış, sabaha kadar kurmaylarımla istişare ettik. Burada oturup gafil avlanacağımıza, biz onları gafil avlayalım istedik. Asi kabilelere haddini bildirirsek İngilizler ciddi şekilde destekten yoksun kalır. Allahın izniyle uzun süre ata yadigârı bu topraklarda kalıcı oluruz. Şimdi yiğitlerim gideceğimiz yer belli. Sonumuz belli değil Allah hepimizin yardımcısı ola...”

Haşim'in gittiği istikamette ilerle komutu ile kimi yaya kimi atlı kimi topun başında ilerledik Yemen kabilelerinin bulunduğu çöllere doğru. Sadece on beş kişi kalede biz giderken arkamızdan mahzun mahzun bakakaldı. Kısa süreliğine ayrılacak olmamıza rağmen içimizdeki burukluk sanki temelli ayrılıyormuşuz gibi geldi hepimize.

Öğleye doğru kayalıklar bitti, cehennem alevi çölün ortasında arttıkça arttı. Yerden ve gökten alev akıyordu üzerimize adeta. Tek tük yılan ve çöl bedevileri hariç hiçbir canlıya rastlamadık yol boyunca. İçtiğimiz sudan fazla ter fışkırıyordu vücudumuzdan. Hakkı Bey ikindi sularında birliğe arabaların, tepelerin arkasında nerede bulurlarsa gölgeliğe sığınmamızı emretti. Ben hemen yanı başımda arabanın gölgesine atarken diğerleri de uygun şekilde sıcak gölgeliklere sığındılar. Bu sırada arkamızda çok uzaklarda siyah dumanlar içimizde kasvet oluşturdu. Herhalde kalemizden geliyordu uğursuz dumanlar. Ahmet Mithat Paşa ayakta çölün ortasında Haşim'le fikir alış verişinde bulunuyordu. Haşim birden ata atlayarak dörtnala tozu dumana katarak giderken Ahmet Paşa fedakâr, sadık dostunun peşinden el salladı. Haşim sonradan öğrendiğim kadarıyla son durumu öğrenmek amacıyla sıcağa aldırmadan asi kabilelerin durumunu öğrenmeye koşa koşa gönüllü olarak gitmişti.

Haşim'in daha önce bize anlattıklarına bakılırsa aslında Yemenlilerin Osmanlıyla sorunları yoktu. Mesele İngilizlerin paraya zaafı olan bedevileri Osmanlıya karşı kullanmasıydı. Ya değilse Yemenlilerin şehit edilen Osmanlı askerini kendilerinden kabul edip babalarının, annelerinin mezarlıklarına defnetmeleri bizim de bildiğimiz şeylerdi. Ah cahillik, ah paraya tamah...

Tamam. Osmanlıya ihanet edenler vardı. Ama Haşim'in kabilesi gibi karşılıksız itaat edenler de vardı. İngilizlerin akıttığı paralar, silâhlarla asiler güçlenirken zayıf Osmanlının destek veremediği muti kabileler güçsüz düşmüştü. İstihbarat mal, yiyecek yardımı dışında ellerinden ne gelebilirdi ki.

İki saatlik mesafemiz vardı Arap kabilelerine. Bizler sıcağın geçmesini, Haşim'in 4-5 saat sonra gelmesini beklerken üç saat sonra yakınlarında Arap atıyla Haşim belirmişti. Siyah atından aceleyle atlarken yere kapaklandı. Acele ettiğine göre yine ciddî bir durum olduğuna inanıyordum. Ahmet Mithat Paşa konuşulanların gizli kalması mülâhazasıyla yerinden kalkıp Haşim'i karşıladı. Az ileride konuşulanları duymamıza imkân yoktu ama birazdan Haşim ve Ahmet Paşa birlikte gölgeliğe girip oturdular. Güneşin batımını, kum denizini, ufukta kızıllık manzarasını seyre dalmıştık hepimiz. Serinlik çökmeye başladığında zeytin ekmekten oluşan akşam yemeğimizi yerken rüzgârın esintisi içimize inşirah veredursun Ahmet Paşa Haşim'den aldığı haberleri bize verdi. Yetmiş atlı, yüz elli piyade, otuz beş top, elli altı makineli tüfekli oldukça donanımlı İngiliz kolordusu üzerimize doğru geliyordu. İşin en kötü yanı bedevîlerin söylediğine bakılırsa silâhlı asi guruplar kalemizi basarak ele geçirilmişti. Ahmet Paşa Haşim gibi önce duyduklarına inanmamıştı. Fakat kale basıldığında öldürülen asker sayısı, kalenin içi ile ilgili bilgiler ve en önemlisi 5-6 saat önce gördüğümüz koyu dumanlar ikisini de kötü akıbete ikna etmişti. Asiler kaleye ve civar yerlere hâkim olmuştu. Buraları alabilecek sayıda ne asker ne de silâh ve teçhizatımız vardı. Kaleyi almanın bazen aylarca sürdüğünü bilen Ahmet Paşa alt rütbeli komutanlarla karanlık basmadan yarım saatlik istişare yapmıştı. Kararı bize duyurmayı bu defa oldukça üzgün olan Ahmet Paşa, Teğmen Hasan Bey'e bırakmıştı. Madem sığınacak kalemiz kalmamıştı. O zaman en yakın Osmanlı kalesine başkent San'aya sığınmaktan başka çaremiz yoktu.

Gündüzün alev sıcağında ilerlemektense gecenin serinliğinde ilerlemek daha doğru olacağından hemen eşyalarımızı toplayıp harekete geçtik. Geceleyin çöl ölüm sessizliğinde adeta bitmek bilmedi. Vakit namazları hariç neredeyse hiç mola vermeden sürekli ilerledik. Atlarımızın da bizim gibi güçlerinin bittiği anlarda bazen inerek yürümeye devam ettik saatlerce. Ahmet Paşa sabaha karşı atının sırtından uykusuzluğa dayanamayarak düşen arkadaşları gördükçe, “Dayanın yiğitlerim, yolumuz az kaldı. Allahın izniyle. Bir kaç saat daha dayanın sıcak arttığında nasılsa yürüyemeyeceğiz o zaman bir güzel uyku çekeriz” diyerek kendi yorgunluğunu unutmuş, bizleri şevke getirmeye çabalıyordu. Herhalde sabah 9–10 sıraları olmalıydı. Vücudumuzun direncinin kırıldığı, atların bile artık yürüyemediği bazılarının ölmeye başladığı bir anda Ahmet Paşa alevin artmasını da göz önünde tutarak arabaların gölgesinde uyumamız emrini verdi. Bu sırada uykusuzluğa dayanamayarak bayılan, 4-5 saattir uyuyan arkadaşımız uyandırılmış ve Ahmet Paşamız bizzat onlara sıkı tembihin ardından nöbet yerlerini göstererek bizimle birlikte uykuya dalmıştı. Sineklerin rahatsızlığına aldırmadan saatlerce uyuyabilecek derecede yorgunduk. Uzanır uzanmaz çölün kumlarına uyuyup kaldık. Ne kadar uyuduğumuzu bilmiyordum. Silâh sesleri, bağırıp çağırmalar birbirine karışmıştı. Bitkinliğime rağmen baskına uğrama ihtimaliyle uyanıp gayr-i ihtiyarî silâhıma sarılıp hemen sipere yattım, öylece ileriye bakarak bekledim. Aman Yarabbi! Yarım saatlik yürüme mesafesinde çoğunluğunu İngilizlerin ve Arapların oluşturduğu en az on katımız atlı birlik üzerimize hızla geliyordu. Toparlanmamız ve bu halimizle hızlı hareket etmemiz mümkün görünmüyordu. Ahmet Paşa çember vaziyeti almamızı her ne olursa olsun yerimizden ayrılmamızı, Allahın izniyle saldırıyı defeder etmez yolumuza devam edeceğimizi söyledi. Biraz uzaklaştı. Kızgın kumların üzerinde iki rekât namaz kılarken ben de belki son namazım olur diye hemen az suyla abdest alıp iki rekât namaz kıldım. Arkadaşlarımızın çoğu da bizim gibi namazlarını kılarak kimi Kur'ân-ı Kerîm kimi cevşen okudu. Düşmanın on dakikalık mesafeye yaklaşmasının üzerine herkes görev yerinde yere yatarak arabaların veya minik tepelerin arkasında mevzilendik. Tüfeklere barut ve mermi dolduruldu. Süngüler silâhlara takıldı. Dilimizde Allahın ve Resulünün adını hiç bırakmadan gökler ötesinden medet umduk, öylece düşmanın gelmesini heyecanla bekledik. Askerin heyecanını farkında olan Ahmet paşa merminin azlığını hesaplayarak “Aslanlarım kimse emir vermeden ateş etmesin sakın ha! Cephanemiz az vesselâm” deyip bekledi. Nihayet önde siyah beyaz karışık kıyafetli asi çöl bedevileri gelişi güzel ateş ededursun, arkalarında kırmızı kıyafetli İngiliz garnizonu da atış menziline girer girmez Ahmet Paşa ateş emrini verdi. Kulakları sağır eden patlamalar canhıraş çığlıklar yerlere düşen onlarca düşman birliği birbirine karıştı. Önde yer alan çoğu Araplardan oluşan birlik ölmüş veya yaralanmıştı ama Arapların attıkları el bombalarından üçü arabalara isabet ederek havaya uçurmuş birçok arkadaşımızı şehit ya da gazi etmişti. Ne olduğunu tam olarak kestirmek gerçekten zordu. Çarpışma yeri mahşer yerine dönmüştü. Herkes önündeki düşmanı halletmek için uğraşıyor, yer yer iyice yaklaşan düşmanla süngüleşme bile oluyordu. Her neyse on beş ya da yirmi dakikalık çatışmanın ardından İngilizler ciddî kayıplar vermiş tahminime göre yüzden fazla ölü ve yaralı bırakarak geri çekilmişlerdi. Etrafım arkadaşlarıma ait parçalanmış cesetler, feryat eden yaralılarla doluydu. Sağlam olanlarda şok yaşıyor, yaralılara ve ölülülere bir şey yapması mı yoksa mevzisinde düşmanı beklemesi gerektiğini bilmiyordu. Atların çoğu kaçmamızı engellemek amacıyla uzun menzilli silâhlarla öldürülmüştü. On beş at hariç hepsi ya ölmüş yada yaralanmıştı. Yaralı hayvancağızlar acı çekmesin diye komutanımızın emriyle öldürüldü.

Haşim bana yaklaşarak yaralısın Süleyman dikkat et dedi. Ne demek istediğini anlamayan gözlerle ona şaşkın baktım. Gayri ihtiyari elim bacaklarıma gitti. Sağ bacağımda sıcak sıvının elimi yaladığını hissettim. Evet, ellerim kanlıydı. Savaş sırasında yaralanan insanların ilk anda yaralandığını bile hissetmediğini duymuştum. Demek ki doğruymuş, el bombasının parçalarından birisi diz kapağıma yakın saplanmış kan fışkırıyordu. İşte bu sırada Ahmet Paşa tedbiri elden bırakmadan iki manga askerle önce yaralıları güvenli yere taşıdı. Sonra şehitleri bir yana topladı. Yarım saat kadar bu işlemler geçerken ağır yaralı arkadaşların son anlarında sağ kalanlara anne, babalarına, sevdiklerine vasiyetleri hatıra eşyalarını ulaştırılmak üzere vermeleri sonra şahadet şerbetini içmeleri hepimizi gözyaşlarına boğdu. Haşim yaralanan dizimi yukarıdan bağlayarak kanamayı durdurmuş parçayı çıkarmış, yaramı sarmıştı, Allah ondan ebeden razı olsun.

Atlarımızın çoğu ölmüş cephanemiz, suyumuz, yiyeceğimiz yok denecek seviyede azalmıştı Üstelik benim gibi dört yaralı arkadaş ilâç, tentürdiyot yokluğundan diğerlerinin başına belâ olmuştuk. Etrafımız, kaçmayalım diye İngilizlerce kuşatılmıştı. Bizi çölde tutarak açlıktan ve susuzluktan öldürmeye yahut teslime zorlamaya kararlıydılar. Ahmet Paşa teamüllerin dışına çıkarak ilk defa sağ kalan alt rütbeden dört arkadaşıyla son istişaresini duyabileceğimiz ses tonuyla yaptı. Her rütbeli bir şeyler söyledi. Sonuç olarak Ahmet Paşa’nın fikri kabul edildi. 11,5 saatlik at koşumu mesafesinde San'aya herkesin gidemeyeceğine göre en azından yaralılarla, hasta olan on beş kişi gece yarısı kuzey yönüne doğru toplu saldırının ardından çıkan karışıklıktan faydalanıp kaçacaktık. Tabiî kaçabilirsek...

Hayatımın en uzun beklemesi oldu hepimize bu bekleyiş. Hiç hareket etmeden bekledim kanamam olmasın diye. Gecenin karanlığında tek tek helâlleşip yaralılarla ve hastalarla atlara bindirildik. Sürüne sürüne dikkat çekmemeye gayret eden üç manga kardeşimiz İngilizlerin yakınlarına kadar sokulup süngüleşmeye başlayınca bizler atlarla diğerleriyle birlikte saldırıya geçtik. Öndeki arkadaşlarımız İngilizlerle can pazarına girdiğinden önümüze çıkan üç beş İngiliz'e ateş ederek arkamıza bile bakmadan çatışma alanından uzaklaştık. Silâh sesleri İngilizce bilemediğim kelimeler, Allah Allah sesleri geride kalmıştı. Göz yaşları içinde Haşim'in rehberliğinde arkadaşlarımızı geride bırakarak San'aya ulaştık.

Geride kalan arkadaşlarımızı kurtarma umudu beslediğimiz kalenin hali yardım etmekten çok yardıma muhtaç haldeydi. Ellerinde ne cephane ne de yiyecek kalmıştı. Hattâ açlıktan atları keserek yemişler yürüyecek hayvan bırakmamışlardı. Açlık ve salgın hastalıktan zaten neredeyse komutanları dâhil hepsi kırılmıştı. Bir deri kemik kalmış askerlerin gözleri vampir gibi çökmüş çavuş dâhil yirmi altı asker kalmıştı. Aman yarabbi güvendiğimiz dağlara kar yağmıştı. Payitahttan yardımı bırak aylarca mektup bile gelmez olmuştu. Sadece dün akşam güvercinle gelen haberde mecbur kalınırsa kaleyi terk edebilecekleri daha güvenli Irak eyaletine gidebilecekleri belirtilmişti. Onlar da yarın yola çıkacaklardı. Çaresizlikle sabaha dek ben ve arkadaşlarım ağladık, inledik. Dua ettik. Elimizden başka bir şey gelmedi...

Ertesi günü yorucu yolculuğu çıkacaktık ki bedevi kılığında Haşim arkadaşlarımızı keşif için gittiği çölden üzücü haberlerle ağlayarak yanımıza geldi. Saldırı sonrası Ahmet Paşa yaralı olarak düşmanın eline geçmiş ertesi günü tüm kardeşlerimiz susuzluktan ölmemek için teslim olmuştu. Ama İngilizler yakınları ölen öfkeli Arapları teskin edemeyince hepsi kılıçla ve cenbiyle şahadet şerbetini içmişti. İşte böylelikle Yemen maceramız son bulmuştu...

(Basra Osmanî hastanesi 1915. Şaban ayı. Konyalı, İbrahim oğlu Süleyman 1. Hatırat. Mektup.)


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Ekleyen : İbrahim Kara    10.12.2010
Yorum : Basarılarınız inşsallah hep artar Çok güzel yazmıssınız...




Ekleyen : Mehmet Efe ŞİMŞEK    13.08.2010
Yorum : Hocam çok güzel bir şaheser. Çok beğendim. Okurken sanki buranın içerisinde yaşıyormuşum gibi...





 
HIRS ve HASARET: MERZYFON... - Sayı 67
ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEH... - Sayı 66
YEMEN İLLERİNDE... - Sayı 64
Ayrylyk G?zya?lary... - Sayı 61
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun


Batı’nın Pompei’sinin günlerini andırmasının sebepleri Osmanlı Devleti’ni çökerten “metal yorgunluğu”nun ilk safhası değil midir?
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Kardelenden Haberler


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14593107
 Bugün : 3648
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 631085
 Bugün : 731
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 88
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim