"HAYAL" ve "HAKİKAT" Ali Erdal Sayı:
65 - Temmuz / Eylül 2010
"Beyaz perde"yi ilk defa, ilkokul çağında gördüm... Köye gelen "sinemacı" bir yumurta karşılığında bu tarihî ilki gerçekleştirdi. Siyah perdelerle karartılmış odada, burnumuzun dibindeki bir metrekarelik "beyaz perde" üzerinde birtakım insanlar geldiler gittiler, koştular dinlendiler... Görüntüdekiler birbirleriyle konuştu ama sesleri bize gelmedi. Sinema makinesinin manivelâsını eliyle döndürerek görüntüyü sağlayan "sinemacı", neler konuşulduğunu da aklınca bize anlattı. Hareketi sağlamakla yetinmeyip bilemeyeceği âleme ait lâflar etmesine rağmen, böyle bir imkânı köyümüze kadar getirdiği için ona minnettar olmuştum.
Ortaöğretim çağlarında öğrendik ki hareket algısını, birbirinin devamı film karelerinin arka arkaya geçişi sağlıyormuş. Beyaz kartonun bir yüzüne sağ, diğer yüzüne sol adımını atmış bir insan çizip, yanlara bağladıkları iplerle kartonun iki tarafını arka arkaya göstererek, yürüyen insan görüntüsü ortaya çıkaran arkadaşlarımız bunu ispat etti. Bir yüzüne adamın ilerisinde, diğer yüzüne gerisinde birer ağaç çizerek, görüntüyü daha inandırıcı hale getirenler de oldu.
Siyah beyaz ve sessizden, sesli, renkli ve boyutlu görüntülere, silik ve karıncalıdan "ayna gibiye" doğru baş döndürücü gelişmeye ve her yeni icada kendisini kabul ettirmesine rağmen "beyaz perde"nin özü bu hareket algısı... Daha doğrusu yanılgısı... Sadece arka arkaya fotoğraflar geçiyor, o kadar... İmam-ı Azam'ın buyurduğu gibi "Her şey bir'den ibaret"... Bir parti genel başkanını "sahne-yi siyaset"ten uzaklaştıran "kaset olayında" gördük ki gerçeğin ortaya çıkması her film karesinin tek tek incelenmesi ile mümkün... Hareket değil, birbirinin devamı farklı film kareleri var ve "beyaz perde" üzerinde bir "HAYAT" yok. Biz büyük bir yanılgı içindeyiz... Sinema, bu yanılgı sayesinde doğan bir sanat...
Film, tiyatro ve karagöz gibi gözümüzün önünde canlı sergilenmiyor... Bir sefer gördüğümüz sahne belki bin defa çekiliyor; siliniyor, kesiliyor, ekleniyor; ışıklandırılıyor, renklendiriliyor, montajlanıyor, seslendiriliyor ve ondan sonra sunuluyor... Refleks hareketler ve hızlı sahneler bile saatler süren çalışmaların ve film hilelerinin ürünü... Şımarık ışıklar altında çekiliyor, karanlıkta düzenleniyor ve karanlıkta sunuluyor. Tiyatro gibi, canlı bir hayat temsil edilmiyor; karagöz gibi canlı hayal edilmiyor. (Bir)i hazırladınız mı sayısız kopyası, sayısız defa ve değişik yerlerde gösterilebiliyor... Aynı anda bütün dünyayı sarabiliyor. Bu sebeple tiyatroda olduğu gibi ayakta alkışlanmaya değer eser ortaya koyma şevki yerine halk alâkasını çekme isteği ön plânda... Keyfiyetten çok kemiyete ve nefsanî heveslere meylettiriyor. Tiyatro ve Karagöz'ün tesiri, dar ama derin; sinemanınki, yaygın ama geçici... Nitekim tiyatro ve Karagöz'ün değerini, takdir cümleleri ve ayakta alkış ifade ederken; filmin değerini gişe hâsılatı belirliyor. Sinema, halka istediğini veriyormuş görünerek halkı güden etkili bir âlet...
Karagöz ve tiyatro, orta seviyeden dehaya doğru sanatkâr ürünü... Sahnelenmesi de yine sanatkâr işi. Canlı olarak toplumun karşısında olma şuuru ile saygılı ve edepli... Film ise ekip işi... Serbest piyasa anlayışıyla harcama yapan para babası, harika eserler ortaya koyduğu övgüleriyle kasıntılı yönetici, ahmak hayranların putu şımarık "şöhretli yıldızlar", yıldız olmak hayali ile "şimdilik" duruma katlanan şöhret meraklıları... Ve ekipten sayıyorsanız işini yapan mütevazı çekim ve montaj kadrosu... Yine ekipten sayıyorsanız, önüne ne getirilirse seyredenler güruhu... Bunun için film sektörü ister istemez paranın emrinde... En yumuşak ifadeyle güdümünde... Eseri kaleme alan yazarın ismi başlangıçta bir defa yazılır o kadar... Çoğunlukla da eseri kuşa çevrilir...
Karagöz ve tiyatroda seyirci, reyini hemen belirtebilme imkânı sayesinde en azından eserin sahnelenmesinde pay sahibi. Hele bir de sahneye koyanlarla seyredenlerin dünya görüşü ortaksa, sanat ziyafetinin tadına doyulmaz... Sinemada ise dışarıya karşı suratını asmış stüdyoya toplanan "elitlerin" uygun gördüğü bir hayat dayatılır. Güzeli - çirkini, iyiyi - kötüyü, doğruyu yanlışı, dostu düşmanı, zalimi mazlumu; kısaca her şeyi onlar bilirler... Halkın görevi, "eğlenmeye gittiği" tesellisiyle parayı ödemek, takdir buyurulan telkinlerle yüklendikten sonra bu telkinlere göre yaşamak...
Anladık, beyaz perdede hareket yok, arka arkaya geçen fotoğraflar hareket vehmettiriyor... Peki fotoğraf diye bir şey var mı?.. Aslında kâğıt üzerinde sadece noktalar var... Noktaların dağılmasına göre kâğıt üzerinde bir şekil görünüyor. Aslında kâğıt üzerinde noktadan başka bir şey yok... Her noktayı tek tek kaldırsanız, resmi değil noktaları kaldırsanız, resim kaybolacak... Halbuki siz, resmi değil, noktaları silme işlemi yapmıştınız. Demek ki, resim diye bir şey de yok... Beyaz perde üzerinde hareket olmadığı gibi kâğıt üzerinde de resim yok... Noktaların durumu resmi, resimlerin geçişi hareketi vehmettiriyor... Peki, nokta ne, resim ne ve hareket ne? Her şey bir muamma... Hareket şöyle, resim böyle meydana geliyor demek izah değil. (Nasıl) olduğu söyleniyor, (ne) olduğu değil... İmam-ı Rabbanî, Allah'ın her şeyi her an yarattığını, sonra her şeyi helâk ettiğini, tekrar yarattığını ve helâk ettiğini; bunun böyle sürüp geldiğini ve gideceğini söylüyor. Yani kâinat her an orijinal... Zannettiğimiz gibi, kesintisiz bir hayat yok. O, her an bir ismiyle tecelli ediyor... Şairin dediği gibi:
"...
Yalan dünyada bütün görünüşler iğreti;
Her şey o şeye hazin benzeyişten ibaret.
...
Yalnız "Rakîp" ismiyle Allah'ı görüyorum!
Bir yokluk ki, bu dünya, var olandan işaret..." (Necip Fazıl)
Öyleyse, her şey "Mutlak Var" tecellisiyle; onun yol verdiği, izin verdiği, razı olduğu kadar var... Her şey fani... Varlık, O'nun yaratması ile var... Biz, O'nun idrak ettirdiği kadarını anlayabiliyoruz, algılayabiliyoruz.
En iyisi, noktayı da, gölgeyi de, hareketi de, her an helâki ve yaratmayı da, kısaca her şeyi bir yana bırakıp, her şeyi yaratan, dünyada gördüğümüz geçici (bir)lere değil, "Mutlak Bir"e, bir ikincisi olması muhal "Mutlak Bir"e, Kâmil Kudret'e teveccüh etmek... O (bir)lerin "Mutlak Bir"e ince birer telmih olduğu idrakiyle... Sanat, bunun sihirli kemanı... Bu kemanın hakkı da, Allah için kullanılmak...
"Hayal perdesi" denilen Karagöz; "bu perde varlığın Yaratıcı'ya nispetini temsil ve Yaratıcı'nın takdirinin ezelî olduğunu ifade eden; bu tefekküre vesile olan hakikat perdesidir" mânâsına gelen "perde gazeliyle" başlardı. Hattâ gazelden önce Allah’ın "diri" sıfatı hatırlatılırdı: "Hayy Hak!" (Gerçek mânâda diri olan O’dur). En büyük Karagöz ustamızın lâkabı da bu sebeple "Hayalî"dir... Böyle bir millet, sinemanın tefekküre yol veren yönünü görüp, kazandırdığı imkânlarla beyaz perdeyi, Karagöz'deki anlayışla "hayal perdesi" veya "Mutlak Hakikat" arayışını mümkün kılacağı için "hakikat perdesi" yapmalı değil miydi?.. Ne şahane filimler yapılabilir(di)... Müslüman oluşumuz... Meydan savaşlarımız... Devletlerimiz... Kahramanlarımız... Fikircilerimiz... İstanbul'un fethi... Çanakkale zaferi... Ermeni soykırım yalanı... Terörün gerçek yüzü... Ve daha neler neler... Bir saniyelik Amerikan tarihinden çıkarılan kovboy ve Kızılderili filmleriyle büyümüş olmaktan utanıyorum.
Sinema bugün paraya hükmedenin silâhı... Dünya fareli köy, sermaye kavalcı, sinema kaval... Medyayla kol kola dünyayı gütmekte... Süpermen, örümcek adam, yenilmez ajanlar vesair uydurma kahramanlarla, uzay ve esrarlı güçler hezeyanlarıyla, cinayet ve korku sahneleriyle, ahlâkı çökerten görüntüleriyle ve özendirdikleri tiplerle insanlık; dünya gerçeklerinden, fikir ve düşünceden, iman ve idealden koparılmıştır. Dünyayı yönetmek para babalarının doyurduğu seyislere, yönlendirmek sanatçı geçinen arsız bezirgânlara kalmıştır.
Bu durumda tek yol, bütün sanatları, bu tefekkürle yeniden ele almak... O zaman her sahada ve her dalda, büyük eserlerin kapısı açılır.
Hakikatini yapamıyorsak, hayalini olsun kuralım...
|