DÖRT MESELE Sinan Ayhan Sayı:
39 - Ocak / Mart 2003
Arthur Cravan Paul Auster (Oyster)’in midesinde mi
Auster’ı bir televizyon röportajında, dinlemiştim; beni çarpan bir şeyler anlatmıştı kameraya karşı… Onu kayıta alırken yönetmen çapraz bir kamera açısı kullanmıştı. Çaprazlığın belki hiçbir hassaya değer yanı yok. Auster da çiçek-dürbününden çıkma görüntü çerçevelerini yazmaktan başka bir işe yaramaz zaten; fakat Auster’ın dikkatini çeken bir bilimsel olay bütün bir bakışımızı olağan gidişin dışına taşırıyor…
Auster diyor ki: “Beni etkileyen bir şey oldu son günlerde, hep bunu düşünüp durdum…: kitap okumakla anıların ne gibi bir ilişkisi olabilir… Diye… Bir bilimsel araştırmaya göre insanlar, kitap okurken beynin anılarını hatırlamaya çalıştıklarında hangi bölgesini kullanıyorlarsa o bölgesini kullanırlarmış yine, çeşitli aralıklarla farklı insanlara uygulanan deney şartları sayesinde bu yargıya varmak bilim adamları için hiç de zor olmamış…”
Yazının bulunmadığı günlerde bile ona benzer bir anımsama tekniği mevcuttu; insan hayal kurmayı meslek edindiği andan başlayarak olmayan yaşantılar içinde aslında yine kendini buldu, kendini anımsadı. Olmadığı yerde bile kimliğini aradı…
Belki Paul Auster, “Yalnızlığın Keşfi’nde Arthur Cravan’ı anımsadı. Cravan kimdir, bir şair mi, oyuncu mu yoksa, ağırsikler boks şampiyonu mu? Bunu kimse tespit edebilmiş değil, en azından kimse bir yargıya varamamış…
Sanki ıstakozun kollarında dans eden bir kukladır Cravan… Tıpkı Auster’ın “Yalnızlığın Keşfi” adlı kitabının kahramanı gibi… Göz önünde olduğu halde bazen bir şeyi, en keskin gözler dahi göremez. Şehir şehir dolaşabilir o yine bulunamaz… Bazı insanlar kayıptır, gerçekten bu dünyadan geçmiş oldukları halde sis perdeleri arkasında bir hayal gibidir… Anımsanırlar, ama ispat edilemezler…
O yüzden şöyle sorulmalıdır artık “Canavar Auster’ın midesinde mi şimdi..?”
Claude Simon’un İzinde Marcel Aymé Nasıl Tanınmayan Bir Yaratığa Dönüştü?
“Elmanın etine tutunan saptan kibrit çöpü ve göl kamışlarına dek olan sıradan simetrinin dışında ikinci bir gerçekliğe yaslanarak yazmak (simetrinin içinde bakıp görmeye dayanan bir eşya anlayışı vardır, eşyasız simetri kelimesiz yazıya benzer)… Bu elbette yeni-romancılara atfedilecek bir çığır değil… Onlardan önce bir çok sıradanlıktan tiksinenine tanıklık etmiştir yazım coğrafyası…
18. ve 19. yüzyılların en fark edilir tipleri Musset, Lamartine ve Victor Hugo olması ne acıdır… Dile kolay o günün Fransa’sında bir Baudelaire atlanmış, bir Rimbaud görülmemiş, bir Leon Bloy umursanmamıştır… Böyle bir değer örgüsüne sahip olması o devrin, ancak anlayışların ne derece cüce olduğunu gösterir, yoksa üstün fikir namusunu karalanamaz…
Musset ve Lamartine belki üçüncü, dördüncü sınıfa dahil edilmesi gereken şiir söyleyicileriydi, onların yeri Malarme, Nerval ve Verlaine’dan sonra gelmeli… Belki onlarla kıyaslanabilirler, ancak ne Baudelaire, ne Rimbaud hiçbirinin harcı değil…
Aymé’nin “Duvargeçen” hikâyesinden Simon’un “Tramvay”ına varana kadar hiç de simetrik olmayan eklem yerleri, bağlar bugün aklımızda tüten meselelerin cins değiştirdiğini ve bizim artık olağan gerçeklikten sıkıldığımızı ispatlıyor… En azından sıkılanların sayısının arttığını… Hiç yoksa Orlic veya Olric’ten önce ve sonra Aziz Duvargeçen’i dünyaya getiren bir çok gerçekli türü oldu; Cervantes bunlardan biridir, keza Sterne de öyle...
Ne mutlu bizim elimizde de Oğuz Ataylar ve Sevim Buraklar var. İkinci bir gerçekliğin merceğinden bize göz kırpıp duruyorlar…
Hjemslev Safirin İçinde “Radyo” Olduğunu Biliyor muydu?
Dil kültürel mutasyonların olduğu uç bir alandır. Dilin yapısı değişmeden hiçbir millet hiçbir alanda özgün bir eser veremez ve bir şey icat edemez… Hatta böyle bir değişime uğramadığı takdirde varoluşunu, tarihsel devamını tehlikeye atmış olur… Girift bir dil yapısına doğru tekâmül etmeyen millet baskın karakter de taşıyamaz, sömürge olur…
Sussuerelerin, Hjemslevlerin, Martinetlerin dilbilim çalışmaları dilin ekranlaşmasına ve görünen dünyanın sistemini çözüp ona hakim olmak yolunda birer başlangıçtır. Focault belki onların doğrultusunda “İktidarın, bireylerin üzerine anlayışını kazımaya çalıştığını” iddia etmiştir…
Oysa iktidarın beynini ve hareket alanını çizen ve programlayan mevcut iktidardan önceki mevcut kültür alanının şairleri, yazarları, düşünürleridir… Onlar yanlış ve marazi bir şey hayal ettikleri için iktidar kötü olur, baskıcı olur, adaletsiz olur… Düşünce dünyası olmayanın iktidar konusunda bir iddiası da olmaz, dolayısıyla sebepleri oluşturan iktidarlarmış gibi görünse de aslında sebeplerin oluşturucusu ve geliştiricisi o milletin düşünen adam takımı, sonuçlara kurulanları da iktidarlarıdır… Yani Stalin gökten zembille inmedi, onun arkasında sosyalizm idealinin dışında insan düşüncesini sakat bırakan bir eksiklik de durmaktaydı.
Geçenlerde genç bir yazarın şiirinde şöyle bir ifadeye rastladım beni şaşkına çevirdi: “as!şık surat”… Ters çevrilmiş ünlemin ifadeye kattıkları ve imlayı hiçe sayan tavrı bir tarafa bir çok anlamı buluşturabilen bu mutasyon dili ve dil kullanımı hoşuma gitti. Bir seferinde asık surat, aşık surat, asillik kavramını söyleyebilen hoş bir buluş… İşte dilin aradığı böyle bir şeydir; çakıl taşlarında, safirde, bazaltta titreşimler yakalayıp, onlardan radyoyu görmek… Bütün bir eşya alemi her parçasında belki bir radyo yayını taşır; kelimelerin içini dolduran geçmiş sesin bugünkü akışla buluşması ve ek, kök ve yapı kavgaları içinde yine de zırhlanabilmesi bir dil zevkinin göstergesidir. “buruşuk” olabilenin as!şık olabileceği gerçeği de anlamlıdır, bu gerçek bizim anlayışımıza simetrik olmasa bile…
O halde, yapıbilimsel ve semantik bir örgü içinde Hjemslevlerden bize gelen ve miras safirin içindeki radyodur ve dilde değişen bir eşya bakışı her alanda yaygınlaşır, sonra da bütün parçalı yapısı eriyip baskın değer haline gelir…
Michaux’yu Saka Kuşunun Ses Teline Kim Çağırdı?
Michaux’nun kimlerle mimetik akrabalığı var, başka mesele… Ancak onun isminin ve şiirinin telâffuz edilişi bana bir saka kuşunu anımsatır hep. Anımsatsa iyi, bu söyleyiş biçimi, artı, gözümün önüne havada uçuşan tüylerin birbirine yapışarak “michaux” hafızamda artık yeri değiştirilemez bir saka kuşudur.
Doğaçlamanın etkisi bir dil doğurabilir pekâla. İcat edilen dil Auster’ın anlatım tarzını yıkar, midesine oturur; belki Aymé’nin hakkını verir; Sasurre’ü, Hjemslev’i sevindirir…
Yeni bir dil kuruluyor; dillerin yapılarının ötesinde, anlayışlardan ayaklanarak kuruluyor; yeni bir dil geliyor, kuşların ses teline, çiçeklerin taç yapraklarına kanatlı kediler, patileri olan menekşeler bulundurarak geliyor…
Beni şaşırtan Kafka’nın “Melezleme” adlı hikâyesinden sonra mekândan bahsediyor olması… Kedi ve koyun arası olabilen elbette “ michaux”yu saka kuşu diye çağıracaktır. Kaderin eşyası görünen dünyadaki masalar, sandalyeler, perdeler, yataklar olamaz; kaderin bir mekânı mı vardır… Düşüncenin, duygunun, gözünde ışıltı taşıyanın bir mekânı mı vardır… Bu alem belki mekânsızlıkla sarılıp mühürlenmiş; o halde, o dili kullanalım; mekânsızlık dilini… Michaux’yu yaşatmak için değil, sadece sakayı öldürmemek için…
|