KADERİN AĞLARI Ayşe Sena Ünsal Sayı:
39 - Ocak / Mart 2003
Kentin doğu kesimini batıya bağlayan demiryolu üzerindeki istasyonlardan birinde bir bankın üzerinde gelecek tren beklemekteydi. Yer üstünde olan istasyonlardan gelip giden bütün araçlar görülmekteydi. Sabahın erken saatleriydi. Herkes işine ve okula gitmek üzereyken Selma Hanım hastanenin yolunu tutmuştu. Derin düşünceler kaplamıştı beynini. Sanki bermuda şeytan üçgeni içine kısılmış gibi tek bir noktaya bakıyor baktığı noktadaki şeyleri dahi görmüyordu.
Öylesine ezilmişti ki acıların içinde… Yaşadıkları birer birer gözünün önünden geçiyor ve ne yapacağını kestiremez hale geliyordu. Bir yanda hayatını vermeye hazır olduğu kızına bir şey yapamamanın verdiği ızdırap, diğer tarafta işsizliğin verdiği gariplik. Elinde yol parasından başka beş kuruşu yoktu.
Kızı ise kentin üniversite hastanesinin yoğun bakımında gözlerini kapamış ne zaman açacağı belirsiz uyuyordu. Ana yüreği işte… Görmese de bir şey yapamasa da o kapının ardında beklemek ona yetiyordu. Sabahları mesaiye gelir gibi kızının yanına gelir, bekler bekler akşamları ise evine dönerdi. O saatten sonra zeytin ekmek bile lüks gelirdi ona… Namazını kılar, tespihini çeker asla uyuyamayacağını bildiği yatağına kıvrılır öylece sabah ezanının okunmasını beklerdi. Gözü telefonda bir haber gelir mi diye takılı kalırdı.
Yardım bekleyeceği kimsesi yoktu. Kızı henüz bebekken bayat aşı sebebiyle bitkisel hayata girmiş eşi ise onun için deli divane olurken bir arabanın altında son nefesini vermişti. Ne giriftti kader…
Hiç aklına gelir miydi 18 yaşında severek evlendiği kocasının öleceği ve 20 yaşında dul kalacağı… “Nazara geldik” diyordu. “O çok yakışıklıydı ben de köyün en güzel kızı. Dillere destan bir aşk yaşadık ve güzeller güzeli kızımız oldu. Hep dünyanın en mutlu evliliği bizim evliliğimiz olacak derdim. Çocuklarımız boy boy olacak, en güzel okullarda okuyacaklardı. Kader işte… Ne hayaller kuruyor insan ve nelerle karşılaşıyor. Ondan sonra ise bütün dertler çorap söküğü gibi gelmeye başladı. Kader ağlarını böyle ördü üzerimize” diyordu.
Kaçarak evlenmişti ve ailesinin yanına dönemiyordu. Mesleği de yoktu. Allah’a şükür eşinin sigortası vardı da hastane giderlerini karşılıyordu. Ömrünü kızına adamıştı. Keşke kızıma bakacak bir kimsem olsa da ben de çalışsam derdi çoğu kez. Kızı bazen fenalaşır 2-3 ay hastanede yatar, doktorlar ümidini keser e eve gönderirlerdi. Anne şefkati ile yoğrulan bakımla kızı yine eski haline dönerdi. Devamlı bakıma muhtaçtı kız. Tevekkülü elden bırakmazdı. “Allah’a şükür sigortamız var” derdi.
Kızı için elinden geleni yapar sanki sağlıklı birisi gibi onunla tüm mutluluklarını sıkıntılarını paylaşırdı. Gelen gideni de yoktu. Mahalle halkı hasta çocuğu var diye kesmişti selâm sabahı. Oysa hiçbir şeye aldırmaz küçücük evinde kızıyla günlerini geçirirdi. Onu en çok yakan kızının bir ihmal sonucu bu hale gelmesiydi.
Öylesine güzeldi ki kız. Yemyeşil gözleri uzun siyah kirpiklerin ardından çok buğulu dururdu. Sanki dili yerine mahzun bakışları konuşuyor sanırdınız. Görseniz güzelliğini içiniz burkulurdu. Ona baktıkça bakasınız gelirdi. Siyah saçları bembeyaz teninin üzerinde öyle güzel dururdu ki… Sabah akşam pırıl pırıl bakardı o kıza. Ne kadar ağır olursa olsun ümidini kesmezdi hiç. “Çıkmadık candan ümit kesilmez” derdi. Kızı yine hastaneden çıkmış evlerine gelmişti. Selma Hanım gözünü telefondan ayırmış yine uykuları düzene girmişti.
Bir sabah balkonu yıkadı ve kızının kahvaltısını hazırladı. Tüm anneler gibi kendi yemez kızına yedirirdi. 6 yaşındaki kızına peynir yumurta ve bebe bisküvisi ile püre hazırladı bir kaşık alarak yanına gitti. Yine elbezleri bembeyaz parlıyordu. Saçını okşadı, öptü, seslendi ama kızı uykusundan uyanmadı. Tek can yoldaşı, biricik kızı hayata gözlerini yummuştu. “Veren, almıştı”… Sabır… Hasta da olsa konuşmasa da ne kadar büyük bir destek olduğunu o zaman anladı. Akranlarının yeni yuva kurdukları yaşta o hayatın bütün acılarını tatmış ve bu büyük şehirde yapayalnız kalakalmıştı. Artık çalışması için bir engel yoktu. Kimin için çalışacaktı ki…
|