Gerçek ile Hayal Fatih Öncü Sayı:
66 - Ekim / Aralık 2010
Kafasını camdan çıkarıp, “dikkat etsene be kardeşim”, diye bir yandan bağırırken, bir yandan da havalı kornasına basıyordu. İçinden, “böyleleri yüzünden trafik canavarı var hayatımızda”, diyordu. “Bebeğimi toz etti lânet olası”, diye düşüncelerine ekledi.
Babasından kalma eski emektar kamyonu satmak çok ağırına gitmişti amma bu 30 tonluk bebekle kazanacağı paraları hayal ettikçe, üzüntüsü dağılıyordu. Daha bebeğini alalı bir hafta olmamıştı ki, ilçelerinde bulunan büyük ihracat firmasının yükünü, limana taşımak için anlaşmıştı. Bu anlaşmadan sonra çok rahatlamıştı. Gün aşırı limana yük götürecek, bu sayede çocuklarını da sık sık görecekti. Bir de dönüş yükü ayarlayabilirse çok ballı olacaktı. “Kısa zamanda bankaya olan borcumu kapatırsam, belki ikinci tırı alırım.” diyordu. İçi içine sığmıyordu.
Çok havalı, çok konforluydu bebeği. Beş yıldız otelin kral dairesi gibi geliyordu ona. Yola çıkalı beş altı saat olmuştu. Gün doğumuna bir iki saat daha vardı. “O zamana kadar Tepe Restoranda varırsam, orada dinlenirim. Hem kahvaltı yaparım, hem de oradan gün doğumunu seyrederim.” diyordu. Oradan gün doğumunu seyretmek çok güzeldi. Karşında deniz sonra su yanıyor gibi kıp kızıl kesilir. Sanki güneş suya düşmüş oradan yukarı doğru çekiliyormuş gibi suyu yaka yaka yükseliyor. Hiç deniz güneşi söndürecek endişesi taşımadan gün doğumunu seyretmek ne kadar güzel oluyordu. Sonra hayallere daldı…
İlk seferini tamamlayan Hüseyin, az da olsa mazot parasına bir de dönüş yükü bulmuştu. Bir iki hafta böyle geçti. Aldığı yükü hep aynı heyecanla taşıdı limana... Hattâ bu firmanın da dikkatini çekmiş, limandan gelmesi gereken malzemeleri bundan sonra Hüseyin'e çektirmeye karar vermişlerdi. Keyfine diyecek yoktu.
Bir gün firma sahibi Hüseyin'i çağırmış, yarın sabah yola çıkmadan yanıma uğrasın, diye yükleme sorumlusuna haber bırakmıştı. İlk önce bayağı telâşlandı. Acaba bir şey mi oldu, bir sıkıntı mı var diye, büyük bir endişe içinde firma sahibinin yanına çıktı. Sekreterin yanına vardığında, sekreter hanım “Abdullah Bey de sizi bekliyordu” dedi ve odanın kapısını gösterdi. Kapıyı tıkladı, gel sesiyle içeri girerken, kalbi duracak gibiydi. Abdullah Bey'in yüzü çok neşeli gözüküyordu. İçine bir bardak su dökülmüş, idamdan affedildiğini duyan suçlu kadar sevinmişti.
Abdullah Bey kısa bir hal hatır sorduktan sonra, hemen konuya girdi. “Hüseyin işler hamdolsun iyi. Bu sene işleri biraz daha büyüyoruz. İhracat kapasitemizi artıracağız. Seninle bir senedir çalışıyoruz. Senden çok memnunuz. Hem zamanında varıyorsun limana hem de malzemelerde herhangi bir sıkıntı yaşamadık şu ana kadar.” Hüseyin Abdullah Bey'i can kulağı ile dinliyordu. İçinden de ağzından bal damlıyor beyim, diyordu.
Abdullah Bey konuşmayı tatlandırdıkça tatlandırdı. Bir ara durakladı. “Ya Hüseyin kusura bakma, hiç aklıma gelmedi. Ne içersin?” diye sordu. Az sonra çaylar geldi. Çayları içmeye başlamışlardı ki Abdullah Bey aniden durakladı ve Hüseyin'in gözlerine bakarak, “bir tır daha almayı düşünmez misin?” diye sordu. “Kendin gibi bir şoför bul, ben de yardım ederim” diye de ilâve etti.
Hüseyin'in yüreği hop etti birden. Yudumladığı çay boğazını yakmıştı, heyecandan aldığı koca yudumla. Bir miktar sessizlik oldu. Hüseyin heyecanını biraz bastırmış, “daha bu tırın borcunu bitirmedim. Çok güzel olurdu ama peşinatım yok. Peşinatım olsa taksitleri yatırırım” dedi. Abdullah Bey: “onu düşünme, peşinatı ben borç veririm. Bir sözleşme yaparız, sonra bana, elin rahatlayınca ödersin” dedi. El sıkıştılar ve Hüseyin odadan çıkmak için müsaade istedi. Abdullah Bey: “alacağın tıra karar ver, bizim muhasebe müdürüyle görüş, beraber halledersiniz alış işlerini” dedi.
Hüseyin olanlara hâlâ inanamıyordu. Hayalleri gerçek oluyordu sonunda işleri büyütüyordu. “Şu Abdullah Bey ne kadar iyi bir insan, Allah böylelerine zeval vermesin” diyordu içindeki gizli dualarında.
Aradan yıllar geçmişti ilk tırı aldığından bu yana. Beş tırlık bir filo kurmuştu geçen zaman içinde. Artık sadece Abdullah Bey'in değil piyasanın da yükünü çekiyordu. Geçen zaman içinde elde ettiği birikimlerini iyi bir şekilde değerlendirmek istiyordu Hüseyin. Yeni çıkan yasayla, kobi desteği programlarından da yararlanıp, imalât işlerine mi girsem, diye düşünüyordu. Bir yandan da Ahmet Bey ile hızla gelişen ilçelerinin ekonomisi üzerine sohbet ediyorlardı. Ahmet Bey, ilçelerine yeni gelmiş bir iş adamıydı. Şehrin çıkışına yeni bir fabrika kuruyordu.
Neden sonra fark etti Ahmet Bey'in canının sıkkın olduğunu. “Hayırdır Ahmet Bey, canınız sıkkın galiba” dedi. “Bu ilçeyi çok sevdim. İlerde burası çok gelişecek. Onun için buraya yatırım yapmayı çok istiyordum. Ama İstanbul'daki şirkette işler kötü. Burada, yeni kurduğum fabrikayı acilen satmam gerekiyor” dedi. Hüseyin; kaça satacaksın diye sordu. “Normalde üç trilyondan aşağı vermem, ama bir buçuk - iki trilyona satacağım”. Hüseyin Ahmet Bey'i şaşırtan bir hareketle elini tuttu. “İyi o zaman, sat bana” dedi. Sıkı bir pazarlıktan sonra 1,7 trilyona aldı fabrikayı.
Sonunda fabrikatör de olmuştu. Nerden nereye diye düşündü. Bir yandan fabrika işleri ile uğraşırken bir yandan nakliye filosunu büyüterek devam ettiriyordu. Artık çocukları iyice büyümüş, büyük oğlu, işletme mezunu olarak gelmiş, işlerin başına geçmişti çoktan. Hüseyin Bey; “artık torun sevme zamanı, yaşlanmışız, hey gidi günler, ne kadar çabuk geçti” diyordu kendi kendine.
O gün kendini daha bir yaşlanmış hissetti. Çünkü en küçük oğlunun çocuğu oluyordu. Büyük oğluna, “ben artık yoruldum eskisi kadar çalışamam. Birazda torunlarımı sevmek, onlarla vakit geçirmek istiyorum. Bundan sonra işler yükü sende” dedi. Şehrin en güzel yerine yaptırdığı büyük konağa taşındığından bu yana her gün fabrikaya gitmiyordu. Göl manzaralı ormanın kenarında yemyeşil bahçenin içindeki bu konaktaki torunlarıyla ilgilenmek daha çok hoşuna gidiyordu. “Allah razı olsun çocuklarımdan, birliği bozmadılar, işleri daha da ilerlettiler” diyordu.
O gün torunları bahçede oynarken o da her zamanki kameriyedeki koltuğunda oturuyor, onların oyunlarını seyrediyordu. Birden acı bir ses oldu kulakları yırtan ve bir ışık parlaması gözleri alan…
***
Ertesi gün cenazeye gelenler, aralarında “çok genç yaşta gitti. Ne hayalleri vardı. Şimdi üç çocuğu ile karısı dul kaldı” diyorlardı. Tüh tüh, vah vah sesleri arasında “tırı da yeni almıştı, ilk seferiydi, yolda uyuya kalmış galiba. Tepe Restoran'a gelmeden kaza yapmış” diyorlardı.
Yaşadığımız hayatın bu hayalden ne farkı var…
|