ESKİ TAŞ DUVAR Fatih Öncü Sayı:
62 - Ocak / Mart 2010
Ne güzel bir yoldu, yeşil ağaçların altında. İleride, insanın içine huzur veren bir aydınlık vardı. Vakit, hafif sisli bir nisan sabahıydı sanki. Berrak bir su kenarında, işlemeli eski ahşap bir kameriye vardı karşısında onu avaz avaz çağıran. Kameriyeye tam yaklaştığında, dudakları şeker dağıtan tatlı mı tatlı yaşlı bir piri fani gördü, gel yanıma diyen. Dizinin dibine oturuvermişti usulca. Birden bileğine yapıştı, ürkmüştü yüreği. Geniş beyaz elleriyle bileğini sıkarken “insan istediğine eninde sonunda ulaşır, Allah’tan güzel olanı iste evlâdım” diyor, bir yandan da bileğini sıkmaya devam ediyordu. Bileğinin acısıyla gözlerini açtığında Servet yatakta olduğunu fark etti.
Hemen yatağından sıçradı “sonunda zengin oldum” diyerek. Bu saatte oğlunun kalkmasına alışık olmayan Zehra kadın, “hayırdır inşallah” demişti şaşkın bakışlarla Servet’e bakarak. “Sonunda zengin oldum anne” diye koşarak annesinin yanına geldi ve yanaklarını öptü. İçi içine sığmıyor, yerinde duramıyordu. “Hayırdır evlâdım yine ne oldu” dedi; “yıllardır zengin olacağım diye kazmadığı mezarlık, gitmediği mağara kalmadı. En son soyka İbrahim'le bir yerler kazıyorlardı, sabaha karşı geliyordu eve” diye düşünerek.
“Rüyamda gördüm çok zengin olacağım anne, sonunda hayallerimdeki hayata kavuşacağım” diye haykırdı.
“Sonu toprak değil mi be evladım, vazgeç bu sevdadan. Bak yaşın geçti, bir iş sahibi ol, evlendireyim seni. Ben yaşlandım artık bir ayağım çukurda.”
“Çok zengin olacağız anne, kaç gündür kazıyoruz az kaldı. Hem rüyamdaki yaşlı amca da öyle dedi. Çok zengin…”
“Ah evladım, yıllar geçiyor. Kaç yıldır gece gündüz hazine peşinde ömrünü çürüttün. Ne buldun bu zamana kadar? Etme evladım, kendine yazık ediyorsun. Ölmeden mürüvvetini görmek, torunlarımı sevmek istiyorum.”
Apar topar kahvaltısını yaptı ve hızlı bir şekilde giyinip, kazı yaptıkları mağaranın yolunu tuttu. Yolda arkadaşı İbrahim'i aradı. Uzun uzun çaldırmasına rağmen, bir türlü telefonu açmıyordu. Ormanın içine girmiş, koşar adımlarla mağaraya doğru ilerlerken, aklında rüyasında gördüğü dedenin “insan istediğine eninde sonunda kavuşur” sözünü düşünüyor, bir kat daha heyecanlanıyordu. Mağaraya girer girmez ceketini çıkarıp, bir kenara fırlattı. Sakladığı yerden kazma küreği alıp, bir papazdan ele geçirildiği iddia edilerek satın aldıkları haritadaki yeri kazmaya başladı.
Bir yandan kazıyor, bir yandan da parayı bulunca ne yapacağını düşünüyordu. Birden aklına, altınları bulunca ne yapacağı geldi. Ya yakalanırsam dedi birden. İşin ucunda, hem dayak vardı, hem hapis hem de altınların elinden alınması… “Önce altınları bir bul hele, bozdurmayı sonra düşünürsün” diye kendini payladı. Sonra hülyalara daldı… Köşkler, yatlar, arabalar; lüks hayat sürecekti. “Hep bir gelin isteyen anneme, iki tane birden alacam” diye düşündü.
Artık yorulmuştu kazma sallamaktan. Nerdeyse bir haftadır kazıyorlardı bu mağarayı. Kürekle şu toprağı atayım sonra dinlenirim diyerek kazıdığı toprağı, iyice istifledi. Neredeyse çıkış kapısı kapanacak hale geldi. Yarın İbrahim ile burayı boşaltırız diyordu. Biraz dinlendikten sonra, kazmayı yine eline aldı ve karşı duvara salladı. 'Çın' diye bir ses geldi duvardan. Yüreği hop etti, sonra “acaba” dedi, “acaba kapak taşı mı?” hemen bir iki kazma daha vurdu, çın çın sesleri yankılandı yüreğinin içinde. Kazmayı bir kenara savurdu ve duvarı temizledi. Işığı kaptı yerden, duvara yaklaştırdı. “Evet” dedi, “yontma taş bu”… Zengin oldum sesleri yankılandı mağaranın duvarlarında…
Kavuşacağı zenginliği düşünerek sarıldı kazmaya ve kapak taşının kenarlarını bulmaya çalıştı. Hızla kapak taşını temizlerken birden bir ses oldu ve karşı duvar üzerine yıkılmaya başladı. Sanki kıyamet kopuyordu, mağara sallanıyordu en korkuncundan… Sonra küt diye bir ses…
***
Hava kararmış, Servet dönmemişti. Zehra kadın oğlunun geç gelmelerine alışık olmasına rağmen, bu gün içinde farklı bir endişe vardı korkuyla karışık. İçi daralıyor, gizli bir el boğazını sıkıyordu sanki nefesten koparırcasına. Kapının önündeki eski sandalyesinden usulca doğruldu elindeki bastondan destek alarak. Çünkü soyka İbrahimlerin evine gitmeye karar vermişti. Normalde baston kullanmak âdeti değildi ama bu gün sanki bacakları isyan etmişti kendisine.
İki sokak alttaki ev sanki bir ömür mesafesine taşınmıştı. Adeta kan ter içinde kalarak komşusunun evine geldi ve kapıyı, acı acı vurdu gönlünün hissiyatıyla. Biraz bekledi, ikinci kez vuracaktı ki usulca kapı açılmaya başladı.
“Servet geldi herhalde, bu saate kalmaz çoktan gelirdi bu meret” derken, karşısında Zehra Kadını görence Hatice Bacı şaşırmıştı. “Hayırdır komşu, seni hangi rüzgâr attı bu saatte. Bir yaramazlık mı var, rengin solmuş? Gel hele, gel otur şuraya, sana bir su vereyim” dedi. Hızlı hızlı soluyarak ve ara ara sesi kesilerek “Hatice Bacı, İbrahim evde mi? Servet eve gelmedi de”. “he ya evde. Hasta olmuş soyka, üşütmüş, isal istifra, geceden beri yatıyor. Servet de bugün hiç gelmedi. Ben de, bu şimdiye kadar elli sefer gelirdi. Ne oldu, o da mı hasta acaba, diye düşünmüştüm.” “Sabah erkenden zengin olacam diye sevinerek çıktı evden. Tüh tüh bir şey geldi bunun başına. Ah evladım kaç kez dedim yakacaksın kendini de beni de, diye.” Hatice Bacı Zehra Kadın'ı sakinleştirmek için; “hemen telaşlanma, iyidir. Arkadaşlarına takılmıştır, birazdan gelir.” Sonra yüzünü eve dönerek, kendilerine doğru gelen kızına; “Kız Fatma koş su getir! Acele et!” diye seslendi.
Patırtılara uyanan İbrahim, kapıya geldi. Zehra Kadını yarı baygın görünce, “ana ne oldu, bir yaramazlık mı var?” diye telâşlı telâşlı sordu. Zehra Kadın İbrahim'in koluna yapıştı, “Servet!” dedi. “Servet sabah çıktı evden, hâlâ dönmedi.” Yalvaran bakışlarla “Servet nerde evladım. Sana bir şey demedi mi?” dedi. “Sabah aramış beni duymamışım. Şimdi arıyorum ama telefonuna ulaşılamıyor.” Zehra Kadın daha bir fenâlaştı, “bir şey oldu oğluma, hissediyorum bir şey oldu” derken, bir yandan da gözleri deli çağlayanlar gibi akıyordu. “Korkma ana, bir şey olmaz. Mağaradadır. Orda telefon çekmez. Ben şimdi bir koşu bakar gelirim. Uyuyakalmıştır orda, sen telaşlanma.” İbrahim hasta olmasına rağmen, apar topar üzerini değiştirdi. Onun da içine kurt düşmüştü. Süratle evden çıktı. Sokak kapısını kapatırken, “ben bir saate kadar sizi ararım, bekleyin” dedi.
İbrahim bir buçuk saatlik yollu kırk beş dakikada almış, mağaranın önüne gelmişti. İçinden de “eğer uyuyakaldınsa, hasta hasta beni koşturmanın hesabını sorarım sana” diyordu.
Serveeet! Serveeeet! diye bağırarak mağaraya girdi. Ses seda yoktu. Kazı yaptıkları yere yaklaşmıştı ki mağaranın göçtüğünü, kazı yerinin kapandığını fark etti. Etmesiyle eyvaaahhh! diye haykırması bir oldu. Sanki göçük altında Servet değil kendi yüreği kalmış gibi acı hissederek, önce bağırmaya, sonra inlemeye başladı. Elleri ile göçen toprağı kazımaya başlamıştı. Kendine geldiğinde, parmaklarının kan revan içinde kaldığını fark etti. Olsun diyordu ve hiç acı da hissetmiyordu.
Hemen dışarı koştu. Köyden arkadaşlarını aradı, kazma kürek alın koşun, eşkıya kayasının dibindeki mağaraya gelin, diye. Arabayla 10 dakikaya gelen arkadaşları mağaradaki el fenerinden gelen ışığı fark edip içeriye daldılar. Arkadaşlarını gören İbrahim, “Servet” dedi “Servet!” Başka ses gelmeyince, gelenlerden biri, şaşkın ve bir şey olduğunu fark eden titrek bir sesle “ne oldu Servet'e” dedi. Hıçkırıklara boğularak “göçük altında kaldı” diye haykırdı. Hep beraber kazmaya başladılar. Aklı başında olan Cengiz, işin ehemmiyetini fark ederek jandarmayı aradı.
***
Bir buçuk saat geçmişti, İbrahim gideli ama daha da aramamıştı. Zehra Kadın her saniye tekrar tekrar can veriyordu. İbrahim'in gittiği istikamete jandarma arabasının siren çalarak gittiğini gördüğünde, artık dayanacak hali kalmamış ve olduğu yere serilivermişti. Ne yapacağını şaşıran Ayşe Bacı, çâreyi muhtara haber vermekte buldu. “Kız Fatma koş, muhtara haber ver. Yoksa Zehra Kadın buracıkta can verecek” diye kızına seslendi. Daha ağzını kapamadan Fatma, sokak kapısından çıkmıştı bile.
***
İki saatlik uğraşın ardından, Servet'in cansız bedenine ulaşıldı. Ertesi gün köyün eski mezarlığına, babasının yanına, taş duvarın dibine defnetmişlerdi onu. Herkes dağıldıktan sonra İbrahim, mezarın başına geldi, “Çok üzgünüm kardeşim, ben sebep oldum ölümüne.” Bir miktar ağladıktan sonra “Hatırlar mısın dostum, bu duvarın dibini kazımıştık, para bulacağız diye. Meğer senin mezar yerini kazımışız. Hakkını helâl et.”dedi.
Bir hafta sonra da, olay günü ağır bir kalp krizi geçiren Zehra Kadın'ı defnetmişlerdi aynı mezarlığa. Aradan aylar geçmişti. Şiddetli yağmurun yağdığı bir günde, köyde bir karışıklılık oldu. Herkes eski mezarlığa doğru koşuyordu. Jandarma gelmiş, eski mezarlığın etrafını çevirmiş, içeriye kimseyi sokmuyordu. Eski taş duvar çökmüş, Servet'in mezarı açılmış, ortalığa ceset kokusu yayılmıştı. İbrahim kalabalığı yarıp, mezarın yanına vardığında, gördüklerine inanamadı ve gözyaşlarına boğuldu. Servet altınların içinde adeta yüzüyordu ve yan tarafında, dip kısmında delik olan bir küp duruyordu. Sonradan anlaşıldı ki, küp içinde yuva yapan bir fare, cenaze gömüldükten sonra, altın dolu küpün yan tarafındaki kırıktan kazarak, et yemeye gelmiş. Ne acı manzara, altın içinde yüzüyordu Servet'in fare tarafından yenmeye başlanan cesedi. Manzaraya bakan aksakallı bir amca, “insan her istediğine eninde sonunda kavuşuyor. Allah'tan hayırlı olanı istemeli” diyordu.
|