Çivi Fatma Pekşen Sayı:
74 - Ekim / Aralık 2012
Güneş, hafta sonu mahmurluğunu yaşayan mahallenin üstüne gittikçe artan bir şiddetle hararetini boca ederken, yamru yumru evlerin kıpırtısız sükûnetini, dut ağacının gölgesindeki küçük bir çocuk bozuyordu.
Sekiz on yaşlarındaki bu nahif vücutta ilk dikkat çeken şey baş olup, kuluçkadan yeni çıkmış uçuk sarı, -hatta beyaz denebilecek nitelikteki- civcivlerin tüylerini andıran ipeklerin mevcudiyetiyle, ciddi bir şey düşünmekte olan alnını gölgeleyerek, çocuk yüzüne şirinlik veriyordu.
Önce, alnını kaşlarına kadar kapatan kâkülünü sarsarak, dut ağacının bir kısmını yola taşıran yüksek duvara baktı, sonra da sabahtan beri sık sık gözünün takıldığı kırmızı taksiye... Buna benzemeliydi elindeki de. Az bir şey kalmıştı. Kaç gündür hayâlini kurduğu tel arabasını birazdan bitirecekti.
“Bizim bağlar buradır
Gülü sıra sıradır
Gelen murat almasın
Gözüm ardım sıradır”
Sabahın ilk saatlerinden beri güneşin sarı boya vurduğu kapı önünde, duvar gerisinden anasının mânilerini dinleyerek ciddiyetle uğraşıyordu.
Kapı önüne mahsus çıkmıştı. Kırmızı taksinin sahibi Bıyıksız Ömer Efendi görsün, “afferin len, ne güzel yapmışsın” desindi. Bir kere olsun bindirmemişti onu arabasına. Geçen yaz ayağını köpek ısırdığında bastığı yaygarasını duymazlıktan gelip başını çevirmiş, “ben kan görmeye dayanamam. Taksi çağırın” demişti. Niye böyle insanlardan kaçıyor, Fırıncı Adil Amca gibi, Müezzin Halit Hoca gibi, mahallenin çocuklarıyla konuşmuyordu, anlamış değildi.
Nüfustan emekli koskoca Hayri Bey bile, kapı önünde kendisine tesadüf edince, büyük adamlara hitap ettiği gibi, “Selâmün Aleyküm Turhan. Ben görmeyeli bayağı büyümüşsün. Ne işler yapıyorsun? Derslerin nasıl? Anneannenin romatizması nasıl oldu? Annenin işlerine yardım ediyor musun?” gibisinden sözler söylüyordu da Bıyıksız Ömer Efendi niye böyle somurtup duruyordu?
“Bağa girdim üzümsün
Yârim iki gözümsün
Zannetme ki unuttum
Gece gündüz sözümsün”
Oğlan elindeki penseyi yere bırakıp, duvar gerisinden gelen sesi dinledi tekrar. Bir seferinde anası, “rahmetli babanla evlenmeden evvel Ömer Ağabey beni çok istemişti. Ne ben istedim onu, ne de anamgil... onun için kin güdüyor” demişti ama olsun. Kendisinin suçu neydi ki? Hem Bıyıksız Ömer Efendinin kendi yaşlarında çocukları vardı; hâlâ niye eski meseleyi deşsindi ki? Kırmızı yüzlü, güleç karısı ne kadar iyiydi. Çocuklar sokağa ellerinde bir yiyecekle çıkacak olsa onları paylar, bir parça da kendi eline tutuştururdu. Sahi, ona niye Bıyıksız Ömer Efendi demişlerdi ki?
“Kerpiç kerpiç üstüne
Çıkmam kerpiç üstüne
Kırk yıl kocasız kalsam
Varmam kuma üstüne”
Çocuk gururla baktı arabasına. Kalın telden bin bir güçlükle kıvırarak yaptığı arabasının tekerlerinin birbirine uyması için ne kadar gayret sarfetmişti. O kadar uğraşmasına rağmen, tekerler birazcık farklı ebatlarda olsa da önemli değildi.
Bir iki sızlanıp, tel almak için anasının eteğine yapışıp Tamirci Hüseyin Amcanın dükkânına götürdüğü gibi, bir de Marangoz Hasip Amcanın oğlunu tavlayıp, arabanın üstüne kasa kondurdu muydu, değme keyfine... Kurmalı arabasına el sürdürtmeyen Cenk'in bile ağzı açık kalırdı.
Suluboyayla kasasını kamyon karoserleri gibi boyar, nakışlar, hattâ adını yazardı. Anneannesi ara sıra öteki sokağa pideye gönderdiği zaman, eskisi gibi nazlanmaz, uçarak, koşarak gider gelirdi ki kimse zaptedemezdi. Sıcak pideyi gazeteye sarıp kasaya yerleştirdiği gibi, arabasını beşinci vitese takıp, köşeleri hızla dönerek eve gelir, o çok sevdiği fırın, ekşi hamur kokusu doldurduğu ciğerlerini, evlerinin kapısında boşaltırdı.
Kâküllerini sarsarak tekrar ağaca baktı. Kaç gündür güzel melodilerini dinlediği bülbül yoktu yerinde. Anneannesinin, “dut yemiş bülbül gibi suskun” sözü geldi aklına. Sahi, bülbül dut yediği için mi suskundu bu aralar? Ama dutlar daha olgunlaşmamışlardı ki?
Oturduğu duvar dibinden seyrettiği, koca gövdeli dut ağacının haşin yeşil saçlarının uzandığı gök ona, kocaman mavi suratlı bir adammış gibi geldi. Kör jiletle tıraş olmuş şişko suratlı, mavi tenli adamın kesiklerine sanki buluttan pamuklar yapıştırılmıştı. İçinden güldü.
Gözü kaldırım taşına takıldı. Kırmızı taksi kendi tel arabasını merakla süzüyor gibiydi. Uzunca bir parçaya direksiyon telini kıvırıp dört tekerin uygun yerine monte etti miydi daha hiçbir sorunu kalmayacaktı. Herkesin işine koşacaktı. Bıyıksız'ın karısı bile istese, koşarak ekmek getirecekti bununla.
O da ne! Kırmızı taksinin arka tekeri yere mi inmişti ne? Ömer Amcaya haber vermeliydi bunu! Bugün cumartesiydi. Belki geç kalkmış, kahvaltısını ediyor olabilirdi ama olsun. Güneş iyice kızdırmadan lâstiği değiştirirdi hiç değilse... Belki de haber verdiği için sevinir, teşekkür eder, hatta tamirden sonra arabasına bindirip küçük bir tur attırırdı.
Elindeki malzemeleri oracığa bırakıp taksiye doğru ilerledi, eğilip lâstiğine doğru baktı. Evet, yanılmamıştı. Çiviye, tele benzer bir şey batmıştı. Bu haberi çabucak yetiştirmeliydi sahibine. Başını kaldırıp eve doğru gitmeye niyetlenirken, daha bir adım atmamıştı ki... Evin kapısından çıkan adamı gördü ve zınk diye olduğu yerde kaldı. Adam da onu görmüştü.
Ömer Amca arabanın arka lâstiği patlamış! Çivi girmiş galiba...
Adam kayıtsız tavırlarla yaklaştı, eğildi alta doğru baktı; elini beline dayayıp sokağı kolaçan etti. Gözü karşı kaldırımdaki, çocuğun tel arabasına, malzemelerine takıldı. Bir iki yutkundu, gözünü merakla kendisine dikmiş olan çocuğa, kaşlarını çatarak:
Bugüne kadar niye çivi batmamıştı hiç? Sen etmiş olmayasın sakın?
Çocuk, kâkülünün altına minik boncuklar dizen güneşin varlığına rağmen, buz gibi olduğunu farketti.
Tebrik, teşekkür, tamir ve minik bir tur... Sonra, sonra da kocaman bir hayâl kırıklığı... İçi burkuldu.
Yerine geri oturup, direksiyonunu kıvırarak eklediği son parçayla arabasını bitirdiğinde, kırmızı taksinin hasetle kendi tel arabasını süzdüğünü hissetti. Arabanın sahibi ise sırtını kendisine dönmüş, homurdanarak patlak lâstiği yedeğiyle değiştiriyordu.
Dut ağacının üstünden bülbül ötüşünü işitince minik yüreği sevinçle hopladı. O da ne! Yüzü kesiklerle dolu mavi suratlı adama bir de pala bıyık mı eklenmişti ne? Hem de ne biçim bir bıyıktı bu. Gözünü dikip seyretmeye başladı. Pala bıyık gittikçe genişledi... Ablak suratta kocaman bir gülücük haline geldi.
Bülbül, “boşver be Turhan, üzülme” diye şakırken, pala bıyıklı, kesiklerle dolu surat, “senin arabanın tekerine hiçbir zaman çivi batmayacak” diye fısıldadı.
Anası, duvar gerisinden çamaşırları silkeleyerek asarken, yeni bir mâniye daha başlamıştı. Gülümsedi oğlan. İçi kıpır kıpırdı. Öyle ya; onun arabasının lâstiğine hiçbir zaman çivi batmayacaktı.
|