Yer ve gök yasaları: Mertebe, söze hicret, "bu toprağın" şükrü Sinan Ayhan Sayı:
75 - Ocak / Mart 2013
Saymak, ama neyi; uyuyabilmek için koyun, ağaçta meyve, gökte yıldız, hiyeroglifte metre başına düşen laneti saymak gibi bir şey mi… Bizce aklın zorlandığı nokta, saymanın soyutlaşabileceği bir yer ve bir yargı olup, doğru bir yönlendirmeye konu olabilecek bir meseledir…
Saymak, ucu açık bir ifadeyle her şeyi yerli yerine koymakta yardımcı bir tahmin eşyası haline getirebilir… Büyükler sayılabilir, küçükler sayılabilir; ucu bucağı sıfatlar, isimler sayılabilir… Noktalar sayılabilir, şeyler sayılabilir, madde sayılabilir, kümeler sayılabilir, elemanlar sayılabilir, unsurlar sayılabilir; evrak sayılabilir; eşya hukuku sayılabilir mi… İzah; maddede idrâk ufkunu çatlatan bir keyfiyet… Sayılabilir olmak, sayılamaz olmak nasıl şeyler..? Ama saymak gerçek ve mecaz anlamda aslında bir muhasebe; bir doğrulama, yanını yöresini ortaya çıkarma, tartma, ölçme ve aynı zamanda bütün bu ölçümlere bağlı, sayılan şeylere bir biçim verme işi gibi…
Her şey saymakla başlıyor, ama insan doğası her şeyi işleyip değiştirdiği gibi bu saymayı da bir şeyleri değiştirmek için kullanıyor. Her küçük şey, sayıla sayıla belki, bir yerden bir yere konarak, mekânlaştırılarak teşkilatlandırılıyor… Dolayısıyla saymak kavramının, insan elinde, on parmak hesabından öte bir hali var…
Saymak belki bir yerden sonra sayıların ötesine geçmektir… Saydım, ötesine geçtim; yürüdüm ötesine geçtim, yazdım ötesine geçtim… Esası, “yazıldım” olmalıdır ve anlamı göklere doğru, “bir şükre yazıldım”dır…
“Bu toprakların” hiç bir şeye benzemeyen bir sesi var, bütün taşların, cevherlerin, madenlerin, kiremit tozu görüntülerin tılsımını taşıyan, “Orfe”nin bile elinde tutmaya kıyamayacağı bir notası, farklı bir tınısı var; “bu toprağın” bir yüzü, bir gülüşü, bir kızgınlığı, kaşlarını çatması var; her şeyden öte, “bu toprağın” bir vicdanı var…
Ortak yaşamada her kuralı edeple koyan bir keyfiyeti, başkasının hakkına göz koymayan, başkasını her daim bir misafir gibi ağırlayan ve her şeyini paylaşan bir kelimesi, bir cümlesi, bir tarifsiz kurgusu, yazılması altın mürekkebin içinde som altından sayfa yüklenmiş bir yeryüzü romanı var…
İzah, hakiki izaha gerçek hüviyetini veren ne, o mecradan kelimeler dizmek isterdim, bunun için “bu toprağa” dair bütün hikâyeleri, bize bırakılan bütün anlatı miraslarını, kulak dolusu zihin kurgularını bilmek, taşımak ve sonra hepsini layıkıyla yoğurmak isterdim…
Kanat uçmayı ne kadar izah eder, kuşta başka türlü, kelebekte başka türlü; akıl, ruh, keyfiyet, bir hakimiyet etrafında hepsinden başka türlü bir kanat izahıdır oysa; bu anlamda her şeyin örneklemesinden öte özüne sirayet etmek; cümle formumu sonra, öyle kurmak isterdim; o cümle ki daha algıya erişmeden anlaşılmaya, kökten, cevherden kavranıp akıl olmaya meydan bulsun, anlaşılmamak gibi bir tarifi olmasın; hayal…
Müminin hicreti günahtan kaçınmakmış, böylece mümin Allah'a her daim hicret edermiş, günahtan kaçındığı kadar başka, keyfi tarifsiz bir vatan bulurmuş…
İsâm'ın gönlü Mekke'de açılmayınca, İslâm, gönlünü açmak için Medine'ye gitmiş, oraya hicret etmiş; Allah bir hikmet örmüş, öyle olmuş, Allah sınamış öyle olmuş, hicret, demek hayatın merkezini değiştirmek, değişimle gelen yeni eşya ve mantık; yeni yaşam tarzları, tarz elbiseler, hepsi hicretle mümkün…
Hicretin fısıldadığı bir başka yeryüzü, bir başka gökyüzü; ne bileyim, Allah'ın bize lütfu hicret; günahtan kaçmak, aynadaki lekeden kaçmak, her şeyin ötesine geçmek, sonra bir nasibe ermek, şükretmek… Her sayı ifadesinin, her kemiyet ölçüsünün; her şeyin ötesinde, “bu toprağın” şükrünü etmek boynumuzun borcudur…
|