“İmam-ı Kastalanî’den Seçme ve Süzmeler” Kürsü Kainatın Efendisi Sayı:
85 - Temmuz / Eylül 2015
NESEB
Allah Resulü’nün doğumlarında kız veya erkek kardeş gibi hiç bir fert ona neseb ortağı olmadı. Âdem Peygamber’den Abdullah’a gelinceye kadar halkalanan neseb zinciri kendisine gelince Varlığın Tâcı ve Kâinatın Efendisi, dünyaya, ana ve babalarının biricik evlâdı olarak ayak bastı.
Babasının ismi Abdullah… Onun da babası Abdülmuttalib… Abdülmuttalib’in asıl ismi Şeybe-tül-hamd… Şeybe “saçları ağarmış insan” demek… Doğumundan başlayarak ak saçlı olduğu için kendisine bu isim takılmıştı. Künyesi de Eb-ül-Haris…
Künye diye, başında Eb (babası), yahut Üm (anası), yahut da İbn (oğlu) lâfızları bulunan isimlendirme tarzına denir. Meselâ bir kimse filânın babası ve falanın oğlu diye isimlendirilse bu şekil onun künyesi olur. Arap’da âdet odur ki, bir erkek çocuk dünyaya geldiği zaman ona bir ad, bir künye takarlar. Meselâ adını Abdurrahman ve künyesini Ebubekir koyarlar. Maksatları, o çocuğun babalık mertebesine ermesi için bir uğur denemektir. Bazıları ismiyle, bazıları da künyesiyle meşhur olur. Meselâ Hazret-i Ebu Bekir’in ismi Abdurrahman’dır; lâkin o büyük zat künyesiyle meşhurdur.
Abdülmuttalib’in bu lâkabı almasındaki sebep:
Muttalib isimli bir amcası vardı onun… Bir gün onu, devesinin arkasına almış, Mekke’ye girerken Muttalib, yolda kendisine rastlayan Kureyşliler:
“–Arkandaki çocuk da kim?”
Diye sordular.
Çocuğun üstü başı perişan ve bakımsız olduğu için, Muttalib “yeğenimdir” diyemedi, utandı ve “abd” lâfziyle “kulumdur, kölemdir”diye cevap verdi. Buradan çocuğun ismi “Muttalib’in kulu” olarak Abdülmuttalib kaldı.
Arap geleneğinde ilk defa sakal boyamak Abdülmuttalib’den kalmıştır. Saç ve sakalının, en geç yaştan bembeyaz olduğu malûm…
Abdülmuttalib 140 yıl ömür sürdü.
Abdülmuttalib’in de babası Hâşim… Asıl adı Amr… Kıtlık zamanında Kureyşliler’e, suya ekmek kırıp tirit yaparak yedirdiği için, bu mânaya gelen Hâşim ismini almış… Kureyş nesebinde Peygamber kolunun düğüm noktası olarak Hâşim’in ele alındığı ve halis neseb çizgisi halinde bu kola “ Hâşimî” denildiği malûm…
Hâşim’in de babası Abd-i Menaf… Onunda babası Kusay… Bu kelime “ıraklık, uzaklık” ifade eder. Doğumda kabilesinden ırakta bulunduğu için bu ismi aldı.
Onunda babası Külâb… Yırtıcı. Kavga edici mânasına… Araplarda erkek çocuklara yırtıcı canavar adlarını koymak, âdetti…
Bir Arap’tan sual edilmiş:
“–Niçin hizmetçi ve kölelerinize güzel adlar takıyorsunuz da öz evlâdınıza böyle yırtıcı hayvan isimlerini yakıştırıyorsunuz?”
Cevap şu:
“–Hizmetçilerimizi kendimiz için, çocuklarımızı da düşmanlarımız için yetiştiriyoruz da ondan…
Onunda babası Mürre… Mürre’ninki de Kâab… Cuma günleri toplanmak, bir araya gelmek ananesi Kâab’dan… Kureyşliler’i toplar ve kendilerine hutbe okurdu. Allah Resulü’nün Kureyş’ten ve kendi nesebinden geleceğini söyler ve Kureyş’ten O’na yetişecekleri kendisine baş eğmeye davet ederdi.
Kâab’ın babası Lüvey, O’nun babası Galip, O’nun da babası Fihr…
“Fihr” avuç dolusu taş, demek… Fihr’in asıl ismi Kureyş’tir ve ona nispetle çocuklarına Kureyşli denilmiştir. Yani asiller çevresi Kureyş’e ismi veren işte bu Fihr…
Fihr’in babası Malik, Malik’in babası Nadr… Nadr altın demek ve asıl ismi Kays… Nadr’ın babası Kinane… Kinane’nin babası Huzeyme… Onun babası Müdrike, onun da babası İlyas… Kâbeye kurban kesmek ondan kalma… İlyas’ın babası da Mudar…
Mudar gayet güzel sesliydi. O kadar ki, develeri sesiyle harekete getirir ve onlara yorgunluklarını unuttururdu. Bu Arap âdeti de Mudar’a bağlanıyor.
Mudar’ın babası Nizar… Nizir’den gelen bu mefhum “az” mânasına…
Şuradan geliyor:
Doğumunda babası, yavrunun alnında Muhammedî Nuru görüyor ve sevincinden taşıyor. Hemen halkı toplayıp ziyafetler çekiyor ve “bütün bunlar bu yavru için azdır!” diye haykırıyor. Bu münasebetle ismi “Nizar” kalıyor.
Nizar’ın babası Maad, Maad’ın babası da Adnan…
Burada, Allah Resulü’nün ilmî nesebi nihayete eriyor.
İslâm âlimleri şu nokta üzerinde birleşmişlerdir ki, mübarek neseb Adnan’a varıncaya dek mâlum ve ötesi meçhuldur. Şu var ki, Adnan’ın Hazret-i İsmail’e ve oradan Hazret-i İbrahim’e vardığı ayrıca sabit.
Abdullah Bin Abbas:
“–Alllah Resulünün şerefli nesebi Adnan’a gelinceye dek besbellidir ve daha yukarı çıkmaz.”
Bu sözden maksat gerisinin tertib ile basamak basamak malûm olmadığı… Yoksa, mübarek nesebin Hazret-i İsmail’e çıktığı ve Hazret-i İbrahim’den geldiği temel bilgidir.
Abdullah Bin Abbas:
“–Adnan ile İsmail Peygamber arasında otuz baba vardır ama bunların kimler olduğu bilinmiyor.”
Sahabi Arve Bin Zubeyr:
“–Adnan’dan ötesinin nice olduğunu bilen hiç bir ferde rastlamadık.”
NUR
Neseb haliyle en halis babadan en halis oğula devredilerek gelen Muhammedî Nur, Abdülmuttalib’in alnını pırıldatmaya başlamış ve birgün Abdülmuttalib Kâbe avlusuna çekilip orada uyuya kalmıştır. Uyandığı zaman hayretler ve dehşetler içinde kaldı. Gördüğü Abdülmuttalib, bildiği Abdülmuttalib olmaktan çıkmıştı. Gözleri sürmelenmiş, yüzü değiştirilmiş ve kendisine çarpıcı bir güzellik yüzü geçirilmiş… Bunu kimin, hangi esrarlı parmağın yaptığını bilemedi. Babası eline yapışıp, onu Kureyş Kâhinlerine götürdü.
Kâhinler dediler ki:
“–Gökler tanrısı bu çocuğun evlendirilmesini istiyor.”
Bunun üzerine babası Abdülmuttalib’e Kıyle isimli bir kız aldı ve ondan Hâris adlı bir erkek çocuk dünyaya geldi. Kıyle öldü ve Abdülmuttalib, Amr kızı Hind’le evlendi.
Abdülmuttalib’in üzerinden misk kokusu gelir ve alnındaki nur ışık saçardı. Abdülmuttalib, Kureyşliler arasında öyle kutlu bilinmeye başlamıştı ki, yağmurlar kesilip kıtlık korkusu başlasa, Mekkeliler onu alır, dağa çıkarırlar ve onun hürmetine yağmur dileğinde bulunurlardı. Abdülmuttalib’in alnındaki Muhaammadî Nur aşkına da yağmur boşanır ve Kureyş huzura kavuşurdu.
Meşhur Fil tarihî hadisesinin tertipçisi Yemen Padişahı Ebrehe Kâbe’yi yıkmak niyetiyle Mekke’ye gelince, Abdülmuttalib oymağına şöyle hitap etti:
“–Ey Kureyşliler! Boşuna telâşlanmayın! Yemen Padişahı Kâbe’yi yıkamaz. Onun sahibi vardır, evini korur.”
Ebrehe Kureyş’in deve ve koyunlarını önüne katıp sürdü. Bu arada Abdülmuttalib’in de dörtyüz devesini aldı. Abdülmuttalib Kureyşliler’le dağa çıktı ve yüzünü Mekke’ye çevirdi. Alnındaki nur, Mekke’yi aydınlatıyordu. Abdülmuttalib tecelliyi görünce yanındakilere hitap etti:
“–Dönün, Mekke’ye gidelim, zafer bizimdir! Bu nur benim alnımda oldukça yenilmemize imkân yoktur!”
Dönüp Mekke’ye geldiler. Ebrehe, emrindekilerden birini kumandan seçti. Mekke içindekileri sürüp çıkarmaları ve şehri zaptetmeleri için, birtakım kuvvetlerle ileriye gönderdi.
Kumandan Mekke’de Abdülmuttalib’i görünce dili tutuldu ve aklı kamaştı. O kadar ki, yere düştü ve boğazlanmış sığır gibi tepindi. Biraz kendine gelip kalkınca da Abdülmuttalib’e secde etti ve dedi:
“–Ben şehadet ederim ki, sen Kureyş’in Efendisisin!”
Abdülmuttalib’i Ebrehe’nin karşısına çıkardılar. Bir ak fil vardı ki, öbür filler Ebrehe’ye doğru secde edercesine çöktükleri halde o çökmezdi. Bu ak fili Abdülmuttalib’in karşısına getirdiler. Fil hemen çöktü. Ebrehe Mekke’ye girip Kâbe’yi yıkmak üzere harekete geçerken o fil yol boyunca yere çöktü ve bir daha kalkmadı. Dürtüler, dövdüler, sarstılar; fili yerinden kaldıramadılar. Nihayet filin başını Yemen istikametine çevirdiler ve hemen kalktığını gördüler. Fil Mekke ve Kâbe yönünde yürümeyi kabul etmemişti.
Nihayet derya tarafından gelen Ebâbil kuşları… Her kuşta, mercimek tanesi kadar üç taş... Biri ağzında ve öbürleri pençelerinde… Kuşlar bu esrarlı taşları Ebrehe askerlerinin tepesinden salıverdiler. Taşlar kime dokunduysa helâk etti. Büyük panik… Ebrehe askerleri geldikleri yönden kaçmaya başladıkları yollarda kırılıp döküldüler. Ebrehe de iğrenç bir illete uğradı, parmaklarının uçları çürüyüp düştü. Kan ve irin içinde kaldı. Nihayet yüreği çatlayıp geberdi. Kur’ândaki “Fil Sûresi” bu hadisenin hüccetidir. Bu acayip vaka, Allah Resulünün şan ve şerefine, kavim ve kabîlesine Hak tarafından ikram olmak için meydana gelmiştir. Ve o zaman bu İlâhî lûtfun muhatabı Abdülmuttalib’dir. Hattâ bu vak’adan sonra bütün Arap çerçevesi Kureyş oymağına baş eğmiş ve onunla boy ölçüşmek ve cenkleşmek fikrini bırakmıştır. Hepsi Allah Resulü’nün yüzü suyu hürmetine…
Allah’ın Kâbe ve Mekke’yi Ebrehe şerrinden koruyup Abdülmuttalib’i saadete erdirilişinden bir hayli evvel… Yine O Kâbe avlusunda ve uykuda… Öyle bir rüya gördü ki, dehşetler içinde uyandı ve doğru kâhinlere koşup rüyasını anlattı.
Kâhinler dediler:
“–Eğer bu anlattığın rüya doğruysa, senin soyundan öyle biri gelecek ki, bütün yer ve gök halkı ona iman getirecek…”
İşte bunun üzerine Abdülmuttalib Fâtıma isimli bir kız aldı ve Allah Resulü’nün babası ondan doğdu.
Abdullah’a boğazlanmış mânasına “Zebih” lâkabı takılmıştır.
Bu lâkabın da gayet zevkli ve esrarlı bir hikâyesi vardır.
Amr Bin Hâris’in tâbileri Kâbe’de türlü fesada kalkmış, Allah da bunların üzerine bir düşman musallat ederek onları ezdirmişti. Amr ve tâbileri Yemen tarafına kaçmışlardı. İşte tam kaçacağı zaman, Amr, Kâbe hazinesinden birçok mal alıp Zemzem kuyusuna doldurmuş ve üzerine taş, toprak dökerek hazinenin ve kuyunun izini silmişti. Yıllarca vaziyet böyle devam etmiş ve kimse Zemzem’in yerini bulamamıştı.
Bir gece Abdülmuttalib’e rüyasında Zemzem’in yerini gösterdiler… O da kazıp Zemzem’i meydana çıkarmak istedi. Fakat Kureyş müşrikleri buna engel oldular ve Abdülmuttalib’i incittiler. Kendisine yardımcı bir çocuktan başka kimseyi bulamadı.
Abdülmuttalib nezretti:
“–Allah bana on erkek evlâd nasib eder de onların yardımiyle Zemzem kuyusunu kazacak ve meydana çıkaracak olursam, bu çocuklardan birini Allah için Kurban edeyim. Adağım olsun…”
Allah, Abdülmuttalib’in duasını kabul etti ve kendisine on erkek evlâd verdi. Abdülmuttalib onlarla kuvvet kazanıp Zemzem’i ortaya çıkardı. Bir gece rüyasında önüne heybetli bir adam dikildi ve seslendi:
“–Yâ Abdülmuttalib, nezrini yerine getir!”
Abdülmuttalib korkuyla uyandı ve hemen bir koç kesti.
Yine rüya ve ihtar:
“–O kurbandan daha büyüğü lazım…”
Uyandı ve bir sığır kurban etti.
Aynı hâl:
“–Daha büyüğü, daha büyüğü!..”
Bu defa kurban edilen, bir deve…
“–Olmaz! Onun da daha büyüğü!..”
Sordu :
“–Bundan daha büyüğü ne olabilir?”
“–Oğullarından biri!.. Ahdettin, nezrettin, Allah sana on erkek evlât verdi; şimdi onlardan birini kurban et!”
Abdülmuttalib oğullarını toplayıp durumu haber verdi:
“–Ne dersiniz çocuklar?”
Bir ağızdan şu cevabı verdiler:
“–Biz sana ve emrine tam bağlıyız! Hangimizi istersen seç ve kurban et!”
Çocuklar, babalarının emriyle ellerine birer ok aldılar ve üzerlerine isimlerini kazıdılar. Bu oklarla Kâbe’de kur’a çekildi ve kurban olmak, Peygamber babası Abdullah’a düştü. Abdülmuttalib elinde bıçak, Abdullah’ı bileğinden yakaladığı gibi bir kenara çekti ve boğazlamaya hazırlandı. Kureyş uluları koşuştular:
“–Yâ Abdülmuttalib, biz senin, oğlunu bu tarzda boğazlamana razı değiliz. Sonra bu iş Kureyş içinde âdet olur. Önüne gelen, oğlunu nezreder ve Kâbe’ye getirip boğazlamaya kalkar. Sen Rabb’inden başka bir yol iste ve onu razı etmeye çalış! Duyduğumuza göre Hayber kalesinde yaman bir Yahudi karısı varmış, adı Kutbe’ymiş, gaipten haber verir bir acayip kâhinmiş… Ona git, sana bir çıkar yol göstersin…”
Abdülmuttalib, yanına birkaç kişi alıp Hayber’e vardı. Anlattılar ve sordular:
“–Bize bir yol, bir çare var mı?”
“–Var…”
“–Nasıl?”
“– Kureyş âdetince bir adamın diyeti nedir?”
“– On deve…”
“–Öyleyse gidin, on deve alıp Abdullah ile develer arasında kur’a çekin! Kur’a yine Abdullah’a düşerse on deve daha getirin! Kur’a develere düşünceye kadar onların sayısını onar onar artırın! Kur’a develere düşünce de hepsini birden kurban edip bu dâvanın içinden çıkın! Kur’a develere düşünce Rabbiniz razı olmuş demektir.”
Abdülmuttalib, Yahudi karısının dediğini, harfi harfine yerine getirdi. Her on devede bir, kur’a… Kur’a boyuna Abdullah’a düşüyordu. Nihayet onuncu tecrübe ve yüzüncü devede kur’a develere isabet etti. Yüz deveyi birden kurban ettiler. Nice günler, insan, kuş ve yırtıcı hayvan, develeri yiye yiye bitiremediler. İşte Abdullah “Zebih” lâkabını bu münasebetle almış bulunuyordu.
Ayrıca, ileride Allah Resulü’ne yakıştırılan “İbn-üz-Zebiheyn” yani “iki kurbanlığın oğlu” sıfatı, işte bu hadiseyle beraber Hazret-i İbrahim tarafından kurban edilmek istenen Hazret-i İsmail vak’asına işarettir.
Abdullah babasiyle beraber kurban yerinden dönüp gelirken Benî Esed kabilesinden bir kadının yanına uğradılar. Kadın Abdullah’ın güzelliğini görünce çarpılır gibi oldu ve alnındaki nura bakarak şöyle dedi:
“–Bugün kurban ettiğiniz yüz deveyi ben sana hediye edeyim de yanımda biraz kal ve benimle konuş!”
Abdullah’ın cevabı şu oldu:
“–Ben harama yaklaşamam!”
Abdullah’ı Benî Zühre kabîlesinin büyüğü, Veheb Bin Abd-i Menaf’ın kızı Âmine Hatun’la evlendirdiler. Âmine Hatun, Kureyş’in soy ve faziletçe en üstünü… Âmine Hatun Âlemlerin Fahri’ne gebe kalınca, bir gün Abdullah, kendisine yüz deve teklif eden kadına rastladı. Kadın, Abdullah’a karşı gayet kayıtsız, hiç ses çıkarmadı.
Abdullah sordu:
“–Niye o günkü gibi değilsin? Yoksa sen de mi haramdan korkar oldun?”
“–Hayır, hayır, dedi kadın; o gün senin alnında görülmemiş bir nur vardı; şimdi o nuru yerinde göremiyorum da ondan…”
Nur, Âmine Hatunun gebe kalmasiyle beraber, Abdullah’ın alnından uçmuş, rahminde Varlığın Tâcı’nı taşıyan anneye intikal etmişti.
Sehl Bin Abdullah Tüsteri:
“–Allah, Resulü’nü, annesinin rahminde yaratmak dilediği gece emretti, Cennet kapılarını açtılar ve bir münadi yerlerde ve göklerde haykırdı: Bilinki, Muhammedî Nur bu gece annesinin rahminde karar kıldı. Yaratılışı böylece tamamlanıp dünyaya gelecek ve hem müjdeleyici, hem korkutucu olacak…”
Kâab-ül-Ahbar:
“–O gece göklerde ve yerde nida ettiler: Allah Resulü’nün yaratıldığı nur, bu gece Âmine’nin rahminde yerini buldu. Ve ne güzel hâl oldu Âmine’ye!..”
O gece bütün putlar baş aşağı geldi. O yıl Kureyşliler kıtlık ve sıkıntı içindeydiler. Açlık çapında bir darlık… O’nun ana rahmine düşmesiyle beraber bağ ve bahçeler şenlendi, toprak en cömert mikyasta kesesini açtı ve güneşin altın sarısı haline getirdiği nimetleri saçtı. Araplar o yılı “Sene-tül-feth vel’iptihaç” (fetih ve sevinç senesi) diye isimlendirdiler.
Âmine’nin gebeliği iki aylık olunca, Peygamber babası genç Abdullah vefat etti. Bazı Kureyşliler’le şimal istikametinde ticarete gitmişti. Dönüşte, Medine’de dayıları yanında hastalanıp kalmış ve orada ölmüştü.
Yol arkadaşları Mekke’ye dönünce Abdülmuttalib onlara sordu:
“–Nerede Abdullah?”
“–Medine’de dayıları yanında, hasta…”
Abdülmuttalib, büyük oğlu Hâris’i gönderdi; Hâris de kardeşinin öldüğünü ve orada bir yere gömüldüğünü öğrendi.
Ibn-i Abbas :
“–Abdullah vefat edince melekler, Resulün öksüz kaldı, Yârabbi, dediler. Allah buyurdu: O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim!”
Cafer-i Sadık’tan soruyorlar:
“–Allah Resulünün hem baba, hem anne tarafından yetim kalmalarındaki hikmet neydi?”
Şu cevabı alıyorlar:
“–Üzerlerinde kul hakkı diye hiç bir şey kalmaması için böyle oldu. İşte bu noktaydı hikmet!..”
İbn-i Abbas yoliyle Hazret-i Âmine:
“–Gebeliğin altıncı ayında bir gece karşıma bir adam çıkıp dedi ki: Yâ Âmine; bil ki, sen, Âlemlerin Hayrına hamilesin!.. Doğurunca ismini Muhammed koy ve halini hiç kimseye açma! Doğum zamanı erişmişti ve kayınbabam Abdülmuttalib Kâbe’yi tavafa gitmişti. Ben evde yalnız kalmıştım. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim? Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadiyle arkamı sığadı. Bende korku, kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım. Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar… Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur denizi sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi. Baktım, Abd-i Menaf kızlarına benzer bazı kızlar etrafımı dolanıyor. Herbirinin boyu, yükseklikte hurma ağacına benzer kadınlar… Şaşırıp kaldım ve Yârab, bunlar acaba kim, diye sordum.”
Bazı rivayetlerde, Allah Resulünün doğumlarında Âmine Hatunun gözlerinden perdenin kaldırıldığı ve doğu-batı arası her şeyin gösterildiği kaydedilir.
Âmine Hatun:
“–Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kâbe'nin üstünde bir bayrak… Doğum tamamlanmıştı. Yavruya nazar ettim; secdede… Parmağını da göğe kaldırmış… Hemen bir ak bulut inip yavruyu hemen kundakladı, kapladı gözden sildi. Bir ses işittim : Doğuları ve Batıları dolaştırın, deryaları gezdirin, tâ ki, mahlûklar, Muhammed’i ismiyle sıfatiyle, suretiyle tanısınlar!.. Biraz sonra kalkıp giti.”
İbn-i Abbas’ın anlattığına göre, Allahın Sevgilisi doğar doğmaz, rıdvan cennetinin hazineleri gelip kulağına şöyle mırıldanmıştır:
“–Müjdeler olsun sana, ey, Allah’ın Resulü ki, hiçbir nebînin sana verilmedik ilmi kalmamıştır! Sen bütün nebîlerin ilimde en üstünü, kalb yönünden de en metini ve cesurusun…”
Hadîs âlimlerinden bir çokları şöyle rivayet etmişlerdir: Allah Resulü’nün doğdukları gece Âmine Hatun bir nur görmüş ve bu nurun ışığında Şam’ın saraylarını ve köşklerini seyretmiştir. Bazıları da demişlerdir ki: Şam’ın görünmesindeki sır, O, hayattayken oralara kadar varılacağıydı.
Nitekim Kâab-ül Ahbar şöyle der:
“–Eski kitaplarda yazılıdır ki, Allah’ın Resulü Mekke’de doğacak, Medine’ye hicret edecek ve mülkü Şam’da olacak… Evet, Allah’ın Resulü Mekke’de zuhur etti ve nebîliği, kendisi hayattayken Şam’a kadar uzandı. Onun içindir ki, Mîraç Gecesi, Şam sahasındaki Beytülmakdis’e vardı. İbrahim Peygamber de Şam’a göç etmişti. Hazret-i İsa’nın dünyaya iniş noktası Şam olsa gerek… Mübarek toprak Şam, nebîlerden nicesinin ilişkisi olan yer…”
İslâm âlimlerinden çok kimsenin rivayet ettiği bir hadîsten:
“–Şam Allah’ın yeryüzünde seçtiği yerdir. Kullarından seçtiği kimseyi de Şam’a çeker.”
Abdurrahman Bin Avf’ın annesi Şifa Hatun:
“–Allah’ın Resulü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim, kulağıma bir ses geldi : Allah’ın rahmeti O’nun üstüne olsun!.. Meşrik ile Mağrip arası nurla doldu. Hattâ Rum diyarının bazı saraylarını gördüm. Sonra Allah’ın Resulü’nü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hal geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karadı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, nereye gitti, diye sordu. Doğuya götürdüler, diye cevap geldi. Bu sözler hiç kalbimden çıkmadı. O zamana kadar ki, Allah’ın Resulü nebîliklerini ilân eder etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber iman dairesine girdim.”
Peygamber şairi Hassan Bin Sabit:
“–Ben sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum: Bir sabah vakti yahudinin biri, hey, Yahudiler, diye çığlık basarak koşuyordu. Yahudiler, ne var, ne yırtınıyorsun, diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudi haykırdı: Haberiniz olsun, Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi!”
Hazret-i Ayişe anlatıyor:
“–Mekke’de oturan bir Yahudi vardı. Allah Resulü’nün doğdukları gecenin sabahı Kureyşliler’in karşısına çıktı ve sordu. Bu gece kabîlenizde bir oğlan çocuk doğdu mu? Bilmedikleri cevabını alınca devam etti: Varın, gidin, soruşturun, arayın, bu ümmetin Peygamberi bu gece doğdu; sırtında âlameti var! Kureyşliler varıp soruşturdular ve yahudiye haber verdiler: Bu gece Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi, sırtında da bir nişanı var… Yahudi gidip nebîlik nişanını gördü ve aklını kaybeder gibi bir hâle düştü. Haykırdı: Nebîlik artık İsrail Oğullarından gitti. Kureyşliler, öyle bir devlet gelecek ki; haberi, gidebildiğin kadar Doğudan, gidebildiğin kadar Batıya dek ulaşacak..”
Allah Resulü’nün dünyaya gelişlerindeki sır ve acaiplik tecellilerinden biri de, Medayin’deki Kısrâ Sarayının çatlayıp oniki burcunun yıkılmasıdır. Peşinden Taberiye gölünün yere geçmesi ve Fars illerinde, ateşe tapanların bin yıldır yanmaktaki ateşlerinin birden bire o gece sönmesi…
Kisrâ Sarayından oniki burcun yıkılması, aynı nesilden, oniki kimsede saltanatın nihayet bulacağıydı ve öyle oldu.
Sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak dünyaya geldiler. Bazı din âlimlerinden nakledilmiştir ki, Hazret-i Âdem de sünnetli olarak yaratılmıştı. Nebîlerden on ikisi, anadan sünnetli doğmuştur. Sonuncuları Allah’ın Resulü olmak üzere Şit, İdris, Nuh, Lût, Yusuf, Musa, Süleyman, Şuayb, Yahya, Hûd Peygamberler ve Hazret-i Âdem…
Doğum yılları, üzerinde ihtilaf var… Çoğunluk, O’nun Fil yılında dünyaya geldiği üzerinde… Fil yılı; geçen bahislerde işaret edildiği gibi; Yemen Padişahı Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için Mekke önlerine gelip beyaz filin yere çöktüğü ve gökten üzerlerine belâ yağdığı sene… Meşhur ve itibarlısı, o yıl ve fil vakasından elli gün sonra dünyaya geldikleri… Hangi ayda doğdukları da ihtilâflı… Onunda meşhur ve itibarlısı, Rebiülevvel ayı… Günü de türlü rivayetlere hedef… Biz daima meşhur ve itibarlısına bakalım… Mekkeli âlimlerin kanaat ve itikatları, Allah’ın Resulü’nün oniki Rebiülevvel Pazartesi günü doğdukları merkezinde ve müşterek… Daima Rebiülevvel ayının onikinci gecesi, doğumun olduğu mübarek makamı o gece ziyaret ederler.
İbn-i Abbas:
“–Allah’ın Resulü Pazartesi günü doğdu. Pazartesi günü Nebîliğe erdi. Pazartesi günü hicret etti ve Pazartesi günü Medine'ye girdi.”
Doğdukları zaman, tan yerinin ağarmaya başladığı sıra… Bir rivayete göre de, üç tane sabahyıldızının doğduğu ân… Peygamber’in dünyaya gelişlerini bu üç yıldızın doğduğu ân olarak kabul ederler.
Güneş yılı hesabiyle Nisan ayında doğmuşlar, onun yirmisinde dünyaya gelmişlerdir.
Peygamber amcası Hazret-i Abbas:
“–Ben Allah Resulünün dünyaya gelişini bilirim. O zaman ben üç yaşlarındaydım. Yavruyu bana getirip gösterdiler öpmemi söylediler. Ben de öptüm.”
O’nu Şifa Hatun’dan sonra emziren, Sevbiye… Bu hatun, Ebu Leheb’in cariyesiydi. Allah Resulünün dünyaya gelişini kuduz kâfir Ebu Leheb’e müjdeleyince soy gayretinden başka bir şey düşünmeden amca tarafından azadedilmişti. Bu kadarı bile Ebu Leheb’in azabını hafifletmeye yetti. Ölümünden sonra bir gece onu rüyada gördüler ve sordular:
“–Yâ Ebu Leheb; halin nasıl?”
“–Cehennemdeyim! Ama Pazartesi geceleri azabım hafifletiliyor. O gecelerde parmaklarımın arasını emiyorum, oralardan su çıkıyor, suyu içiyor ve serinliyorum. Şu sebeple ki, Pazartesi günü, Sevbiye koşup o sabah Allah Resulü’nün doğduğunu müjdelemişti; ben de onu bu yüzden azad etmiştim. Bunun karşılığı olarak, Allah, Pazartesi geceleri, bana, azabımı hafifletmek gibi bir ihsanda bulunuyor.”
İbn-i Cezrî :
“–Ebu Leheb gibi bir kâfir, Allah Resulü’nün doğduğu gün gösterdiği şuursuz bir sevinç hareketiyle Cehennem içinde faydalanırken, kıyas etmeli ki, bir mümin o gece hürmet gösterip Kâinatın Fahri aşkına sofrasını ve kesesini açacak olursa, Hak tarafından ne türlü lûtuf ve keremlere nail olur? Lâyık olan, Allah Resulü’nün doğdukları ayda toplandılar yapıp ziyafetler vermek, fakirleri her türlü iyilik ve sadakalarla sevindirmek ve Kur’ân okutmaktır.”
(Devam edecek)
|