Eyüp Sultan’da sabah namazı kılıp, Kur’ân okuyan bir cumhurbaşkanı Kubilay Ertekin Sayı:
88 - Nisan / Haziran 2016
(Geçen sayıdan devam)
Müslüman, basîret ve ferâset sâhibi olmalıdır. Zîrâ bu, onun aslî görevidir. Aslında yapılan bütün ibâdetler kişiye bu özelliği kazandırmak içindir. Şuan ülkemiz çok ciddi bir sınavdan geçmektedir. Cumhurbaşkanı ve Başbakana yapılan o iğrenç saldırıların tamâmı, inançlı halkımıza ve ülkede mevcut olan millî irâdeye yapılmaktadır. İçte ve dıştaki şer güçlerin dört koldan saldırıya geçtiği bir dönemde, kendini müslüman olarak nitelendirenlerin her zamankinden çok daha dikkatli, uyanık ve şuurlu olmaları gerek. Çünkü hadîs-i şerifte; “Hamâkat-ahmaklık ve gaflet, müslüman’ın şiârı değildir.” -Ona yakışmaz- denilmektedir. Bu ülkenin ekmeğini yiyip, suyunu içen havasını teneffüs eden ihânet şebekesi Bolşevik baykuşlarının uğursuz seslerini duymak insana acı veriyor. O yüzden ülkenin güvenliği, aynı zamanda yargının da güvenliğidir. Cumhurbaşkanınca açılan hakâret dâvâları yıllarca beklerken; ona nispet yapar gibi bir takım kimselerin (içinde câsusluk, vatana ihânet gibi suçları ihtiva eden dâvâları) öne alıp onları serbest bırakmak, kendi ayaklarına kurşun sıkmak demektir. Bu gerçeği merhum M. Âkif şöyle nitelendirmiştir.
“Ey Müslüman uyan! Cehline kurban gidiyorsun.
İslâm’ı da “batsın!” diyerek, tutmuş yediyorsun.
Dilinden âhiret, hiç düşmüyor ey Müslüman lâkin!
Onun hakkında, âtıl bir heves mahsûlü idrâkin…
Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki, yaptığınız?
Çıkar yol olmayacak, korkarım, bu saptığınız!” (sh. 285)
Bugün içteki ve dıştaki DİN düşmanları tarafından devletin ve milletin başına musallat edilen terör ve anarşi olayı, aslında din yerine ikâme edilmek istenen sapık bir ideoloji savaşıdır. “Işıt” benzeri sözde dindar görüntüsü altında da olsa bu bir; Hak-bâtıl ve Îman, inkâr mücâdelesidir. Zîrâ muârızların iktidâra, dolayısı ile millete saldırırken kullandıkları dil ve ithamlar bunun en açık örneğidir. Görüldüğü üzere hep inanç karşıtı ifâdeler ve dindar olmakla suçlamalardır. O yüzden dînin yerini ideoloji savaşlarının aldığı bir dönemde, bu şekildeki kimselerin makamı, mevkii, sosyal ve siyâsi durumları, inançları ne olursa olsun. Onlar İslâm’ın aslâ hoş görmeyip, reddettiği koyu bir “nemelâzım”cılığın ve “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” zihniyetinin ürünüdür. Bu girdap içinde olanlar, kendi inançlarına değil, bil’akis, inanç düşmanlarına yardımcı olmaktadırlar. Dolayısı ile bunlar, kendileri değil; başka ideoloji, sistem ve fikrin üretimi olan kimselerdir. Onlar için İslâm dîninin en önemli şartlarından biri olan“Cihat” fikrinin yerine getirilmesi diye bir dert ve tasalarının olmadığı açıktır. Ayrıca okumamak ve düşünmemek, geçmişten ibret almamak, müspet bir faaliyette bulunmamak ve inanç düşmanı bozguncuların gece-gündüz, her şart altında çalıştıklarını görmemek gibi bir hayli özellikleri (!) vardır. “Günlük ibâdetimi yapar, keyfime bakarım” anlayışındaki insanlarla bir yere varılmaz. Müslüman’ın inancı adına bir derdi, çilesi ve ıstırabı olmalıdır. Yapılan onca saldırılara karşı cevâba mecâli ve o konuda bir derdi-tasası olmayan kimseden ne beklenir? Onun için M. Âkif; “Hey sıkılmaz, ağlamazsan bâri gülmekten utan!”demiştir. Bugün millet ve ümmet olarak çekilenler dertsiz, tasasız ve çilesiz Müslümanlar(!) ile gâfilâne bir şekilde şer cephesinin yanında olanlar yüzündendir. Sen hâlâ; ”Oyunda, oynaştasın!” Bâri bu fırsatı ganimet bil ve çalış!. Bunca tecâvüzlere, her gün yapılan iğrenç saldırılara, tahrip ve talanlara, katliamlara karşı bir de ”sessiz ve yumuşak davranılmasını istiyorsun.” Oysa Âkif merhum;
“Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal bir koyunum?
Kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum.”
Diyor. Bu aynı zamanda senin de idealin olmalıdır. Adamlar siyâsi ve sosyal alanda, basın ve sözde sivil kesimler tarafından her gün ve her yerde tüm kanallarıyla bas-bas bağırıp resmen yıllarca yaptıkları o zulmün ve inanç düşmanlığın sürdürülmesi için var güçleri ile çalışırken sen hâlâ uyumaktasın! En başta dîne ve diyânete, dindar kesimlere, onların en aziz inançlarına, manevi değerlerine kuduzca saldırmaktan bir an bile geri durmuyorlar. Bu ülkede olduğun halde, eğer o şerirlerin inançlarımıza ve değerlerimize yaptıkları bunca hakâret ve tecâvüzleri, dışlama ve şirretliklerini görmüyor, bilmiyor ve duymuyorsan o takdirde sen, kendini yeniden bir daha sorgulamalısın. Bâtıl dâvâları için kendini patlatıyor, yüzlerce mâsum insanı parçalıyorlar. Bu konuda o iffetsizlerin yapmış oldukları binlerce küfür ve hakaretlerin, ülkeye verdikleri maddî, mânevî zarar-ziyanın çetelesini vermeyi gereksiz görüyorum... İnsan olanlar bunları zâten biliyor. Burada onların özellikle Dîne olan düşmanlıklarından bir örnek vermek istiyorum. Bir engerek yılanını karikatürize ederek “işte İslâm budur” deyip, yüz binlerce basan gazete(!), başörtülü Müslüman kadınları ”domuz şeklinde” karikatürize eden iffetsizler, “kelime-i tevhidi-hâşâ bir çöplük olarak çizip, hoca kılıklı adamın o çöplüğü-kelime-i tevhidi-milletin başına boca ettiği o karikatürler... Her açılan câmi ve Kur’ân kurslarına karşı ölümüne direnen inanç düşmanları ile ”Kur’ân-ı Kerîm’e basarak bu hayâsız ve iffetsizliğini tüm ülkeye gösteren o iğrençliğe ne diyorsunuz veya ne yaptınız? Siz ey, hoşgörü çığırtkanları! Bu hakâret ve küfürlerden haberiniz var mıydı? Bu tür hayâsız ve iffetsiz saldırılara karşı ne gibi bir tepkiniz oldu? Gerçek sofilikte ve Müslümanlıkta bu durumlarda ne yapılır ve nasıl davranılır? Bu konuda son dönem âlimlerinden merhum Sadi Nursî ‘nin meşhur bir ifâdesini aktarmak isterim.
“Saçlarım adedince başım olsa ve her gün onların birini kesseler, Kur’ân ve peygamber (SA) yoluna fedâ olan bu baş eğilmeyip, susmayacak ve zındıkaya-küfrü mutlak’a teslim olmayacak!” demiştir. İşte celâdet, dirâyet, mücâdele ve cesâret budur. Üstelik böylesine müsâit bir ortamda ve devlet sâyesinde her şeyi devletten bekleme hazırcılığını bırakıp biraz da gayret gerekir. İnanan her insanın yapacağı şeyler vardır. Gerçek tarîk ehli ve sofîlik, cemaat bu demektir! Günümüzdeki tatlı su müslümanlarının böyle bir mücâdelesi ve dertleri olmuş mudur? Bunları en büyük dert ve görev bilip mensuplarını ve cemaatini o konularda uyarıp, irşât ederek, tebliğ ve ulaştırma görevini yapıyorlar mı? Eğer yapıyorlarsa, o sohbet toplantılarından ve câmilerden çıkar-çıkmaz bozguncu ateistlerin, Marksist-Leninist siyâsi şarlatanların peşinde koşanlara ve zikredidilen inanç düşmanlarının küfür ve necâset kokan paçavralarını (gazete) diyerek alıp okuyan, onun yaşamasına ve İslâm’a, Müslümanlara hakâretlerine devam etmesine yardımcı olanlar kimlerdir? Bu sorunun cevâbını millî irâde düşmanları ve şer cephesine karşı “yumuşaklığı öneren” zihniyetlerin vermesi gerekir. Ayrıca Saidi Nursî’nin yolunu meslek ve meşrebini takip ettiklerini (!) söyleyip yıllarca milletin hayır ve sevap duygularını sömürenler, şimdilerde zıt bir kutupta, başka vâdîlerde kürek çekerek tam bir devlet-millet düşmanlığı içinde ve her yerde aranmaktadırlar. Gerek siyâsette ve gerekse inanç düşmanı basın ve diğer kurumlarda yıllardan beri bu hakâretlerin dozu artarak sürmektedir. Yakın geçmişte ve hem de bu iktidar döneminde olan şu menfur ve mürettep “Gezi” olayı ve benzerini hatırlayın! Özellikle son günlerde “el konulan bâzı şirketler” olayındaki hâdiselerde (eli cevşenli, başı türbanlı ve dün mürteci-Cumhûriyet düşmanı) olarak nitelendirilen bir kesimin bugün en azılı İslâm karşıtlarıyla, birleşik hareketleri tam bir bozgunculuk ve bu milletin mukadderâtına, demokratik haklarına, millî irâdeye açıkça tecâvüz ve taarruz değil midir? Bidâyette-başlangıçta ve devr-i cehâlette din düşmanlığı; Sanemler-putlar, lât ve uzzâlar adına yapılırdı. Şimdi ise siyâsi menfaatler, çıkar hesapları, ihtiraslar ve sapık ideolojiler adına yapılmaktadır. Dün başörtü mağdûru olan ve İslâmî bir görüntü içinde bulunan bir sürü müptezelin, bugün;”Allah inancı, bir nevi Ortaçağ feodalizminin manifestosu, temel yasası ve bildirgesidir. Yâni Arabistan yarımadası tasarımı olarak Allah, yaklaşık M. Ö. 2000’ lerde ideolojik bir kimlik olarak ortaya çıkmış, bütün semitik kabilelerin zihninde yer edinmektedir. Eğer yukarıda Tanrı olsaydı, beni yine yanlış yolla sevk edecekti.” (Apo) şeklinde hezeyanlar kusan ve küfrünü izhâr eden Marksist-Leninist bir terör örgütünün ve binlerce insanımızın kâtili olan âsi ve devlet-millet düşmanlarının safında yer alıp oradan milletvekili seçilme hamâkat ve dalâletinde bulunmaları Müslümanlık adına tam bir yüz karası ve utanç vesilesidir. O yüzden merhum M. Âkif bu tipler için;
“Müslümanlık bu mu yâhû! diye insan yanıyor?” demiştir. Özellikle şu meş’um-uğursuz “Gezi” olayında, sanki o mevkilerde câmiden başka kilise, havra, sinagog, cem evi ve benzeri yerler yokmuş gibi, kasten ve bilinçli olarak niçin en önce câmiye saldırıp içinde tepinerek çemkirip, işrette bulundular? Suruç’ta ve diğer bölgelerde birinci hedef niçin hep İslâm mâbetleri ve “Dayanın yoldaşlar! Rusya’dan yardım gelecek, kâtil devletten kurtulacağız”şeklindeki çemkirişler ortalığı kirletmektedir? Bunları düşünüp kendinize dert edindiniz mi, ey sofiyyân, müridân, mürşidân ve öylesi habislere karşı “mülâyim, yumuşak davranılması gerektiğini söyleyen” hâzirûn hazerâtı!?. Evet,
“Ey gâfil uyan! fâsıklar dîne nasıl tecâvüz ediyor!
Size Kur’ân, bakınız buna sâde uzaktan mı diyor!”
Üstelik Fetih sûresi son âyeti kerimde Cenâbu Hak (cc), gerçek Müslümanların vasıflarını şöyle beyân buyurmaktadır; “Onlar, inkârcılara karşı çok sert, kendi aralarında ise merhametli ve yumuşak davranır, rükû eder, secde ederler.” Elbette,(İstisnâları tenzih ederiz.) Şâirin ifâdesiyle;
“Göster, Allâh’ım, bu millet kurtulur, tek mûcize;
Bir ”utanma hissi” ver, gâip hazînenden bize!.”
|