Ahlâk Kürsü Kainatın Efendisi Sayı:
88 - Nisan / Haziran 2016
Ahlâk, huy demektir. Din âlimleri, ahlâkın insanda bir tabiat halinde olup olmadığı ve çalışmayla ele geçip geçmeyeceği üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Ahlâkın insanda tabiat halinde mevcut bulunduğunu iddia edenler, bu hususta şu Hadîse dayanırlar:
“Allah, rızklarınızı taksim ettiği gibi, ahlâklarınızı da aranızda taksim etti.”
Bazılarının da kanaati şudur ki, iyi ahlâkta çalışmanın rolü ve tesiri vardır. Riyazet ve gayretle iyi ahlâk elde edilebilir.
İmam-ı Kurtabî buyurmuştur ki:
“İnsanda, ahlâk tabiat halinde mevcut ve insanlar bu konuda birbirlerinden farklıdır. Kendisinde mevcut iyi ahlâktan bir noktanın galip geldiği insan saadet yolundadır. Yoksa o kimse iyi ahlâkı elde edinceye kadar çalışmaya ve nefsiyle çarpışmaya mecburdur.”
(Bu ölçüden anlaşılmaktadır ki; ahlâk insanda hem yaratılışta mevcut hem de cehd ve gayretle elde edilmesi mümkün bir varlıktır.)
Kâinatın Efendisi, sahabilerden Eşcâ isimli birine dediler:
“Sende iki huy vardır ki, Allah onları sever: Biri yumuşaklık, öbürü de acele etmemek…”
Sahabi sordu:
“Ey, Allah’ın Resulü: bunlar bende önceden var mıydı, sonradan çalışmakla mı oldu?”
Buyurdular:
“ Önceden vardı.”
Allah Resulü’nün “önceden ve sonradan” tarzında bir suale muhatap olup, bunlardan “önceden” şartını kabul buyurmaları göstermektedir ki, insanda gayret ve mücadeleyle iyi ahlâk olması da mümkündür.
Sahih Hadîse göre, Âlemin Fahri buyurmuşlardır:
“Allahım: sen benim dışımı ve görünüşümü güzel yarattığın gibi, içimi ve ahlâkımı da güzel eyle!”
İşte, Kâinatın Efendisine ait ahlâkı, Kur’ân’ında öven Allah, O’nun “azim bir ahlâk” üzerinde olduğunu bildiriyor.
İyi ahlâk öyle bir ruh meselesidir ki, onunla sıfatlanmış olan kimseye güzel işler kolay gelir, başkalarına yardım ve ihsanda bulunmak da onlarca en büyük zevktir. Kötü ahlâklılar için de güzel işler zordur ve huyları hep fitne hep fesada kaçmaktır. Bunun içindir ki, Allah, Sevgilisine ait ahlâk ve yaratılışı “azamet”le sıfatlandırmıştır.
“Ben üstün ahlâkı tamamlamak için gönderildim!”
Hadîsi de bütün güzel duyguların Allah’ın Resulü’nde hazineleştiğine delildir.
İmam-ı Halimî:
“Ahlâk, iyilik sıfatı olarak umumiyetle “kerem” tabiriyle anılır ve “kerim ahlâk” şeklinde ifade edilir. Böyleyken Allah’ın, Sevgilisine ait ahlâkı “azim” olarak anmasının bir sebebi olmak lazımdır. Sebep şudur ki, “kerem” zaten mevcut olup yalnız bu kadarı O’nun ahlâkını belirtmez. Mü’minlere karşı gayet merhametli ve şefkatli ahlâk taşıyan Allah’ın Resulü, kâfirlere karşı büyük şiddet ve mehabet gösteriyor ve gözlerine korkunç görünüyordu. Bu yüzden O’nun ahlâkı her noktayı kuşatıcı olarak “azim” diye ifadelendirildi.”
Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri buyurdular:
“Allah Resûlü’ne ait azim ahlâk sahibi sıfatının verilişi, murat ve emelinin sadece Allah olmasındandır”
Nitekim Hazret-i Âyişe, Allah Resûlü’nün ahlâkını “Kur’ân ahlâkı” olarak vasıflandırdı.
Avarifü’l- Maarif sahibi der ki:
“Bilinmelidir ki, Hazret-i Âyişe’nin “Kur’ân ahlâkı” sözünde İlahî ahlâk kastedilmiştir. “Allah’ın ahlâkıyle ahlâklandırılmıştır!” tarzında ifadeden hayâ duyduğu için böyle demiş olabilir. Kur’ân’ın mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Allah Resûlü’nün “azim ahlâk” tabirinde bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur. İyi ahlâkın cehd ve gayretle elde edilmesi de sabittir. Lâkin Allah Resûlü’nün güzel ahlâkı doğrudan doğruya Allah vergisi olup, gayret ve riyazetle elde edilmiş değildi. Bu faziletlerin de kaynağı kemal halindeki akıldır.
Zira faziletler onunla elde edilir ve rezaletlerden onunla korunulur. Akıl ruhun lisanı ve basiretin tercümanıdır. Basiret dedikleri ruhun özü, akıl da onun lisanı derecesindedir.”
Bazı din âlimleri demişlerdi ki:
“Her şeyin cevheri vardır; insan cevheri de akıldır. Aklın cevheri ise sabırdır.”
Aklın mahiyet ve keyfiyeti üzerinde hayli ihtilaf meydana gelmiştir.
“Kâmûs” sahibi bu hususta birkaç tarif yaptıktan sonra şöyle der:
“Akıl ruhanî bir keyfiyettir ki, zarurî ilimler ve nazariyetleri, nefs onunla kavrar. Aklın ilk vücudu çocuğun ana rahminde kalıbı yaratılıp ruhu nefholunduğu zamandadır. Bu zamandan tâ bülûğ haddine kadar akıl günden güne ziyadeleşir. O vakitte kemalini bulur. Bu dereceden, ihtiyarlık derecesine girinceye kadar akıl, ilim ve fazilet yolu ile ilerler. Yoksa cevherin kendisi olarak akıl, kemalini bülûğ mertebesinde bulur. Onun içindir ki, şeriat teklifleriyle mükellef olmakta, bülûğa ermiş bir gençle ihtiyarın farkı yoktur.”
Allah’ın Resulü akıl kemalinin öyle bir mertebesinde idiler ki, sahip bulundukları ahlâk “azim”dir.
O ne akıl, hikmet ve ruh kuvvetidir ki, Kureyş kâfirlerinin hayal olmaz cevr ve cefalarına tahammül etti; her türlü belâ ve ezalarına sabır gösterdi. Ve nihayet küfür inadını kırarak hepsini dairesinin içine aldı! Ve bir anda kâfirler o ruh seviyesine çıktılar ki, bütün varlıkları ile İslâm yolunda savaştılar ve Allah Resûlü’nü nefsleri üstünde tuttular. O’na feda edilmeyecek tek şey tanımadılar. O’nun rızası için, vatanlarını, çocuklarını, mallarını feda etmekten geri durmadılar. Hususiyle ki, böyle duygular alışık oldukları şeyler değildi. Okuma yazma bilmiyorlardı ki, geçmiş ümmetlerin halinden ders alsınlar da bu gibi duygulara ısınsınlar… Böyle bir topluluğun içinden çıkıp da onları bu seviyeye yükseltmenin gerekli kıldığı akıl ve ruh kuvveti derecesini hayal edebilmek imkânsızdır.
Hiçbir şeye darılmaz, hiçbir şeyden incinmez ve nefsiyle tecelli etmezdi. Hilim ve yumuşaklıkta, af ve bağışlamakta, kötülüklere karşı sabırda, büyük ahlâkî kemal…
Onun içindir ki, kâfirler O’na karşı savaşıp mübarek yüzünü yaraladıkları zaman, sahabiler Allah Resûlü’nün onlara beddua etmesini isteyince şöyle buyurdular:
“Ben lânet okumak için gönderilmedim; rahmet ve iyi dilek için geldim!”
Ve ellerini açıp dua ettiler:
“ Allah’ım benim kavmimi sen affet ve onların suçlarını bağışla! Ne yaptıklarını bilmiyorlar!”
Hazret-i Ömer Allah’ın Resûlü’ne dedi:
“Nuh Peygamber kavmine beddua etti. Eğer sen de bize beddua edeydin cümlemiz helâk olurduk. Arkana bastılar, yüzünü yaraladılar, dişini kırdılar; sen yine beddua etmedin!”
Burada bir incelik var: Allah Resûlü muazzez nefslerine edilen her hakarete tahammül ve onları affetmiş, fakat dine edilenlere sabır ve tahammül göstermemişlerdir. Nitekim şahıslarına edilen bunca cefaya karşı Allah’tan kavmine af dilemişken, Hendek Gazâsında, kendilerini namazdan alıkoydukları zaman, kâfirler hakkında:
“ Allah’ım; karınlarını ateşle doldur!”
Diye beddua etmişlerdir.
Ezaya sabır, nefsin cihadıdır. Allah nefsi kendisine aykırı bir hakarette bulununca acı çekecek ve huzursuz kalacak bir bünyede yaratmıştır. Onun içindir ki, Allah’ın Resûlü kendilerine vaki olan ezalardan ıstırap çekmişlerdir, fakat sabrın sonunu bildikleri için katlanmayı da bilmişlerdir. Ama iş açıkça gayeye, dine hakarete dönünce Allah’ın bu husustaki emirleri icabı en küçük müsamaha ve tahammülü bile göstermemişlerdir. Bu edaları Allah’ın:
“Ey Nebi kâfirler ve münafıklara cihad aç ve onlara karşı sert ol!”
Emrine, noktası noktasına uygundur.
Fakat dava, şahıslarına inhisar edince, ister küfür, ister iman cephesinden gelsin, sabır ve tahammülde erişilmez bir seviye göstermiştir.
Enes Bin Malik anlatıyor:
“Ben, Allah’ın Resûlü’yle beraber gidiyordum. Üzerlerinde Necran’dan gelme bir örtü vardı. Örtünün kenarları kalın ve kabaydı. Bir bâdiye Arabı peydahlanıp örtüye yapıştı ve şiddetle çekti. Arabinin çekmesiyle örtünün omuz başlarına gelen kısmındaki kalın ve kaba kumaştan Allah Resûlü’nün omuzlarında ipler peydahlandı. Arabi: “ Ey, Allah’ın Resulü: emret de sendeki Allah malından bana da versinler!” dedi. Allah’ın Resulü bu küstahça tavır ve edaya karşı hiçbir teessür göstermediler, gülümsediler ve bâdiye Arabına ihsanda bulunmasını emir buyurdular. Gayeleri, İslâm’ı, ruhlara en ince zerafet ve şefkatle nakşetmekti.”
Hazret-i Âyişe:
“Allah Resûlü’nde asla haddi tecavüz gibi bir hal yoktu. Ne yaratılışlarında, ne de fiilî ve iradî iktisaplarında...”
Yine Hazret-i Âyişe:
“Bir gün bir kimse gelip içeriye girmek için izin istedi.
Allah’ın Resûlü o kimseyi görünce tiksindiler ve yerici bir söz sarfettiler. O kimse içeriye girip oturdu. Bu defa Allah’ın Resûlü hiç ses çıkarmadılar ve lütufla karşılık verip güler yüz gösterdiler. İlk duygularından açıldılar ve adamla halleştiler. Misafir gidince ben Allah’ın Resûlü’ne dedim ki: “Evvelâ o adamdan istikrar duydunuz, kapandınız; sonra açıldınız ve kendisiyle görüştünüz. Nedir bu değişikliğin hikmeti?”
Şu cevabı verdiler: “Sen benim ölçüye saygısızlık gösterdiğimi, onu aştığımı ne zaman gördün? Kıyamet gününde en şerli adam, halkın, kötülüğünden korkup uzaklaştıkları ve haline bıraktıkları adamdır.”
O şahıs Ayyine bin Huseyn dedikleri, fâsık ve fasit bir kimseydi. Şerrinden kimse emin değildi. Fezare kabilesinin reisiydi. Allah’ın Resûlü’nün ona güzel yüz göstermelerindeki sır, İslâm’a girmesini kolaylaştırmaktı.
Bu bahiste bilinmesi ve ayırt edilmesi gereken bir nokta da, bazı aykırı topluluklar ve şahıslar hakkındaki yermelerin gıybet olmadığı ve ancak Müslümanlarca birbiri hakkındaki zemlerin gıybet olduğu hakikatidir. Hattâ aykırı şahıslar ve topluluklar üzerinde Allah’ın Resûlü’nün, hakikati bildirmeleri, üzerine vaciptir. Ta ki, gerçek öğrenilsin ve Müslümanlar nefslerini kötünün şerrinden koruyabilsinler…
İmam Kurtabi:
“ Allah’ın Resûlü’nün mâhut ve fasit tipe karşı hareketleri göstermektedir ki, böylelerini arkalarından yermek ve riya derecesine varmamak şartıyla yüzlerine gülmek caizdir. Yüze gülmekle riya ve dünya salahı için dünya çerçevesinde fedakârlıktan ibaret iken, öbürü, dünya için dinden fedakârlık etmeye kadar varır.”
Kaadi Ayyâd:
“ Ayyine isimli fasit, o zaman İslâm’a gelmemiş bulunuyordu. O takdirde hakkında gıybet bahis mevzuu olmaz. Zaif bir tahmin olarak İslâm’a girmiş bulunduğunu farz edersek, yine müslümanlığının pâk ve halis olmadığını ve kalbinin henüz illetli bulunduğunu kabul etmek gerekir. Allah Resûlü onun halini göstermeyi murad edindiler. Tâ ki, onun bâtınını bilmeyenler, zahire kapılmasınlar… Nitekim o şahsın da, Allah Resulü zamanında ve daha sonra imanının zaafına delâlet eder halleri görülmüştür. Böylece Peygamberler Peygamberi’nin onu vasfetmeleri Nebîlik alâmetlerinden oluyor.”
“Feth-ül Bâri” isimli kitapta yazılıdır ki, Ayyine Hazret-i Ebu Bekir zamanında mürted oldu ve İslâm’a karşı cenkleşti. Sonradan yine dönüp İslâm’a geldi ve Hazret-i Ömer devrinde bazı fetihlerde bulundu.
İmam-ı Buharî rivayetiyle sabittir ki, Allah’ın Resulü hiçbir zaman nefisleri için intikam almamışlardır. Kendilerine en feci ezaları eda edenlerden Ukbe Bin Ebi Muiyt ve Abdullah Bin Hattal gibi kâfirleri idam ettirmeleri nefsleriyle alâkalı değil, sadece din ve Allah hakkı noktasındadır. Bunlar, Allah Resûlü’ne cevr ve cefada bulunurlarken başta dini ve şeriati hedef tutuyorlardı.
Hakim, Zehra’dan rivayet etmiştir ki, Allah Resûlü’nün, açıkça ismini anarak lânet ettiği hiçbir müslüman yoktur.
Mübarek elleriyle kimseyi dövmemişlerdir. Allah’ın uğrundaki gazalar müstesna, bu mukaddes elin indiği hiçbir insan yüzü yoktur. Şeriate aykırı fiilerden başka engel oldukları hiçbir iş vaki değil…
Büyük ahlâklarından bir nokta da, münafıklar Peygamber huzuruna çıkıp her türlü riyakârlığı yaparlar ve arkadan etmedikleri kötü telkini bırakmazken, Kâinatın Efendisi bütün bunlara tahammül eder ve onlara şiddet göstermesi için İlâhî izin geldiği halde haklarında istiğfar ve iyi duadan vazgeçmezlerdi.
Bu hususta bir ayet nazil oldu:
“ Sen onlar için yetmiş kere istiğfar etsen Allah kendilerini yine affetmez!”
Bu İlâhî emre mukabeleleri şöyle oldu:
“Ben de yetmişten fazla istiğfar ederim!”
Abdullah bin Übey münafıkların reisiydi. Fakat oğlu halis Müslüman… Âlemin Fahri, baş münafığın oğluna, babasına hürmet ve riayette hiçbir zaman kusur etmemesini emrederlerdi. Münafıkların reisi ölünce, mübarek gömleklerini arkalarından çıkarıp ona kefen yapması için oğluna teslim etti.
Namazını kılmaya giderken de Hazret-i Ömer, Allah Resûlü’nün yakasına yapışıp dedi:
“Ey Allah’ın Resulü; münafıklar Reisinin namazını mı kılacaksın?”
Allah Resûlü’nün mukabeleleri:
“Ya Ömer yakamdan elini çek!”
Sözünden ibaret oldu. İmam-ı Nevevî:
“Mübarek gömleği verip kefen yaptırması, oğlunun hatırı içindi ve onun ricası üzerineydi. Çünkü oğlu gerçek sahabi ve halis müslümandı. Bazıları fikrince ise, bu gömlek eski bir harekete mukabele olarak verilmişti. Zira baş münafık Abdullah, Bedr gazâsında Hazret-i Abbas esir edildiği zaman ona bir gömlek verilmişti.”
Allah’ın Resûlü, Abdullah bin Ebi üzerine namaz kılıp onun için istiğfar ettiler. Ve “azim ahlâk” üzerine olduklarına dair ayet nazil oldu.
Düşmanlarına karşı böyle lûtuflar eden bir ahlâkın, dostlarına karşı nasıl bir tavır içinde olacağını tahmin etmek lazım. Lebid bin A’sam kendisine büyü yaptığı zaman kendisine sitem etmedi ve Hayber gazâsında yemeğine zehir katan Yahudi kadınını af buyurdu.
Ümmetinden, büyük günah işleyenlere şefaat ve onları muhafaza buyurmaları, sayısız misallerle sabittir.
“Haram işleyenler, fiillerini saklasınlar ve ortaya dökmesinler!”
Şeklinde emirleri malûm…
Şarabın haram olmasından sonra içmeye devam eden biri vardır ki, onu sık sık sarhoş olarak huzura çıkarırlardı. Bir defasında sahabiler bu adama lânet ettiler. Allah Resûlü’nün mukabeleleri şöyle oldu:
“ Ona lânet okumayın! O, Allah ve Resûlü’nü sevenlerdendir.”
Müslümanlar onun zâhirine bakıp kendisinden el çekmişlerdi. Allah’ın Resulü ise bâtınına nazar edip, temiz bir kalp taşıdığını görmüşler ve sahabilerine:
“Allah’ın nazar ettiği nokta kalptir!”
Dersini vermişlerdi.
Kâinatın Efendisi, kendi âli kadroları, sahabileri ve hizmetçileriyle temaslarında, tevazu, edep ve iyi muaşeret ölçülerinin en güzelini belirtirlerdi.
Büyükler demiş ki:
“Müşahede nuru, kalbinde ışıldamayan hiçbir kul tevazunun hakikatine eremez. Müşahede nuruna eren kimsenin nefsi erir. Ve nefs eriyincedir ki, insan kibir ve gururdan kurtulur ve safa bulur. Böyle insan yumuşar ve dik kafalı olmaktan uzaklaşır. Hakka ve halka yakışır bir hal alır.”
İşte böyle bir tevazudan en büyük nasip ve zevk, Kâinatın Efendisine aitti.
Bu mânâyı belirtmekte en büyük ölçü, Allah’ın sevgili Resûlü’nün, dünyaya malik olmakla sadece kendisine bağlı kalmakta serbest bırakması ve O’nun İlâhî visali tercih etmesidir. Tercihteki bu serbestlikten sonra, kâinatın efendisine, kabirde ilk önce kalkıp çıkmak, ilk şefaat edici olmak ve şefaati makbul sayılmak rütbe ve imtiyazı verilmiştir. Bu İlâhı lütuflardan sonra Allah’ın Resûlü’ne öyle bir tevazu hali sindi ki, bütün ömürleri boyunca asla arkalarını dayayıp yemek yedikleri görülmedi.
Ve sahabilerine daima emir buyurdular:
“Beni övmekle asla mübalâğa etmeyin ve sınırı aşmayın. Nasranîler İsa Peygamberi övmekte mübalâğa ettiler ve sınır aştılar. Ben sadece kulum ve siz bana yalnız Allah’ın kulu ve Resulü diye hitap edin!”
Hizmetçilerden hiçbirine zor kullanmamışlar.
Enes Bin Malik:
“Allah’ın Resûlü’nün hizmetlerinde on yıl bulundum. Hiçbir defa bana “öf” demediler. Hiçbir defa da “niçin yaptın?” veya “niçin yapmadın?” diye hitabına maruz kalmadı.
Kulları ve cariyeleri hakkında da böyleydi. Bunlar da herhangi birine el kaldırdıkları, herhangi birini dövdükleri vâki değildir. İnsan, İlâhî teyide mazhar olmadıkça böyle bir ahlâka ulaşamazlar böyle ölçüye katlanamaz.
Büyük Hâdis âlimlerinden İmam-ı Müslim rivayetine göre, yakınları hakkında Allah Resûlü’nden daha merhametli bir insan görülmemiştir.
Hazret-i Âyişe’ye sordular:
“Allah’ın Resûlü evinde yalnız iken nasıllardı?”
Peygamber zevcesi cevap verdi:
“İnsanoğlunun en yumuşağıydı. Çok gülümseyici ve gönül alıcıydı. Sahabiler arasında mübarek ayaklarını uzattığı hiçbir zaman görülmedi.”
Hâdis Âlimlerinden en sağlam şekilde rivayet edilmiştir ki, elbiselerini ve özellikle ayakkabılarını öz elleriyle dikerlerdi. Buna benzer öz hizmetlerini de bizzat yerine getirirlerdi, işinde kullandıkları hizmetçileri de vardı. Onlarla beraber iş gördükleri de olurdu.
Hiç kimseye hakaret gözüyle bakmaz ve hiçbir taazzum tavrı takınmazlardı. Merkebe biner ve arkalarına başka birini de bindirirlerdi. Beni Kurayza gününde, başında liften yukarı olan bir merkebe binmişlerdi. Nice defa, develerini ardına veya önüne, yahut bindileri merkebin arkasına veya önüne adam bindirmişlerdir.
Mekke’ye girdikleri zaman Abdulmuttalip soyunun oğlan çocukları karşılarına çıkmıştı. Bunlardan birini önlerine ve birini artlarına aldılar.
Mühibbiddin Taberî:
“Allah’ın Resulü bir çıplak merkebe bindiler. Kuba’ya gidiyorlardı. Yanlarında Ebu Hüreyre yürüyordu. Allah’ın Resulü, Ebu Hüreyre’ye “seni merkebe alayım mı?” dediler.
Ebu Hüreyre merkebe binmek için sıçradıysa da muvaffak olamadı, Allah’ın Resûlü’ne yapıştı ve ikisi birden düştüler…
İkinci defa da aynı hareketi tekrarlanıp aynı şekilde ikisi birden düşünce, Allah’ın Resulü üçüncü defa tecrübe etmesini istediler. Ebu Hüreyre “hayır, Ey Allah’ın Resulü, seni düşürürüm!” dedi ve binmedi.
Bu levha Allah Resûlü’nün, sahabilerine karşı ne kadar alçak gönüllü olduklarını görmekte harkuladedir. Yine Taberi nakline göre, Allah’ın Resulü bir seferde sahabilerine bir koyun kesmelerini emir buyurdular. Biri kesmek işini üzerine aldı; öbürü soymak, üçüncüsü de pişirmek işini üzerine aldılar. Allah’ın Resulü:
“Öyleyse odun taşımak işi de benim üzerime olsun!”
Buyurdular. Sahabiler buna itiraz etti:
“Her işi bize bırak, ey Allah’ın Resulü; biz bu işe yeteriz.”
Şu cevabı verdiler:
“Yeteceğinizi biliyorum! Fakat siz çalışırken ben boş duramam ve nefsimi sizden üstün göremem!”
Hilim, sabır, kerem ve lûtufkârlıkları o dereceydi ki, herhangi bir teklif ve ricayı geri çevirdikleri görülmemişti. O kadar ki, bir gün huzurlarına bir kadın çıktı. Bu kadın akılca muvazenesizdi. Edep ölçülerini bilmediği için:
“Ey Allah’ın Resulü, dedi; seninle bir işim var! Ancak bunu sana tenhada söyleyebilirim!”
Allah’ın Resulü:
“Pekâlâ, buyurdular; Medine sokaklarından hangisini seçersen, git orada otur; ben de yanına gelip seninle oturayım!”
Beraberce yola çıktılar ve kadının istediği yerde yan yana oturup konuştular.
Kâinatın Efendisi, zaifler ve fakirlerle dolaşır, dilediklerini yerine getirmekten çekinmezdi.
İmam-ı Buhari nakli:
“Eğer bir cariye gelip ellerine yapışsa, kendilerini dilediği yere götürürdü.”
Hazret-i Hasan çok küçük çocukken, bir gün Allah’ın Resûlü’nün yanına geldi. Kâinatın Efendisi secde vaziyetindeydiler. Hazret-i Hasan, Peygamberler Peygamberi’nin mübarek sırtlarına bindi. Çocuk oradan kendi kendisine ininceye kadar secdeyi uzattılar.
(Devam edecek)
|