Magnum Opus Sinan Ayhan Sayı:
38 -
Magnum Opus, simyacılık dilinde, yani “litera hermetic”te “Büyük Eser” anlamına gelir… Görünmeyenden gelen bir bağ, bizce miyelin kılıfları ayrılmış bir sinir hücresinin beyne hakim olan istem gücü… Veya, ‘Neitzcçhe’ce telafuz edersek; “die wille zur macht-yapıp etmek, çatıp işlemek için dilemek”…
Bizce bu büyünün cüzüdür insanoğlundaki… Yoksa o doğanın en son düşüneni, bir kavramı ele alıp onu en geç düşleştirenidir, eğer konuşma ve yazma lütfunu üzerine giymemiş olsa idi… Ki çığrından çıkmış olmanın başına buyrukluğu sayesinde yine o, küstahlığı bir sanat haline getirebilmiştir.
Kimilerine göre de şairlerin s öz ilmi sayılır bu simya… Simya, bazen büyünün imlâsını kullanmış, onun klişelerini denemiş olsa da üzerinde, asla bir büyü değildir. Simyayı küçümsemeyin, Newton gibi pozitif bilimlerin babası sayılan birinin kütüphanesinde bile kimya, fizik dokümanlarından fazla simyası sayfaları, notları vardır… Pozitif bilimler, gelişme çapını simyanın hayal dünyasına borçludur…
Magnum Opus… Atomdan daha ince, daha iç içe duran kırıntılardan sakız kıvamında bir kemik iliği nakliyle doğaya göbeğinden bağlanan ve onu bir şekil göçü halinde yapaylaştıran, ama bu bozunmaya rağmen türlere, sınıflandırmalara dayalı imzasını koruyan “Büyük Eser”, eriyip yazıyı keşfedecek ilk sözcülerini tarih boyu aradı durdu, ama böyle bir grubunun varlığını ne kendi iç evrenindekiler, ne dış disiplinlere ait olanlar tespit edebildi, yazık ki… Üstelik ne de Magnum Opus’un vardığı veya vardırılacağı nokta da açık bir görüşe dayandırılabildi.
Kaleme ağız veren, diş veren, dudak veren; bir köpük çehre veren kalay-kurşun ve çelik ve dahi söz definelerini zamana ve mekâna yediren duyu.mekanik’in veya olağan işleyiş(porcess)’in: sırasıyla ikon (kireşleştirme) – sözün derisi (çözündürme) – mitoz ve mayoz (bölme) – tekâmül ayakları – bağlaç olan vukuat (şartlı refleks) – kadavra (kokuşmuşluk)-ölüm soğukluğu (donmuş hale getirme) – kudas (seyreltme-seyir) – turdağı (uçundurma) – bakteri (mayalanma) – “ecstasy” (coşkunluk)-hamurabi (levhalaştırma) – slayt (şölenleştirme) kapılarından geçilerek ancak bir anlam kazandığı söylenmektedir işin erbaplarınca, ama doğa için, ruhlar, bedenler, tabi cevheri zekâ için esas bu kadar mıdır, yani alegori simyası birsinek gözü kadar bir algı hilesinden mi ibarettir… Durum böyleyse şayet, Nuh Tufanı’ndan sonraki en büyük doğal facia budur.
Spinoza, panteist idol… Eksik de olsa bir nüans veriyor, diyor ki; “nasıl uzay olmazsa geometrinin anlamı bir hiçtir; öyle bir hiçtir işte, yaratıcı ilkenin nüfuzunun düşünülmediği bir nesne coğrafyası…” Nesneler, aslında hakikati insandan önce keşfetmiş ve idrâk etmişlerdir; bu bir kabuldür, insandaki hal ise kendi cüz iradesine bırakılmış ve ona nesnelerdeki bu kabulü işleme hakkı verilmiştir… Yaratıcı ilkenin esasıyla bunun bir ilgisi yoktur, daha çok bu insanın nesne tasavvuruna bağlı bir kısıtlı özgürlüğün , seçimlik haklarının esasına delil eder… Yoksa bizce Spinoza’nın açıklaması nesne ufkundan geri kalmıştır, üstelik puta taparlık çapında arızalar taşıması da cabasıdır…
Heinrich hein, “düşünce görünmeyen doğa, doğa görünen düşüncedir” demiş… Görünenin yeniden kurulmasıdır bu, yorumla yapılan bir dönüştürme işi sanılmasın, aksine varlık diye bildiklerimizin görünmeyende cisimleşmiş halleridir kast edilen, yani görünmeyen eliyle dengede olmayanların kavram olarak dengeye gelmesinin seyri…
Çoğunluğun aklı ermiyor, sanat olanın aslında olmayanlar, olamayacaklar arasında bir dizisel bağ kurmak olduğuna, ve bu dizinin içeriğinin de hiçbir maddi açıklamaya meydan vermeden büyüden üstün, ancak bazı metotları açısından (:ses-söz-nefes ve nüve) büyüye benzer bir dokulanmadan ileri geldiğine… ve o uyarılmış düşüncenin de nesne uzayında kaynaşan imgesel eti, kemiği, iskeleti animasyon olmaya zorladığına… sırlamalar boyunca estetiğe ağızlar, gözler, duyular açtığına… izlenimleri mistik aydınlanmalara, mistik elementlere çevirdiğine… vs
Bütün coşkulanımlara ve duygulara organ kazındıran mektepler, kendilerini düşgücünün ilaçlarını deney kabına sokabilmiş olmakla sınar, hiza çeker… Ve hepsi kimsenin bilmediği bir hassasiyet keşfetmiş olmakla veya bunun orjinalitesini kayıtlara geçmekle zihniyetini öbüründen veya berikinden ayrı tutar; yani “filozoftaşı” dediği “arkhenin-ondan doğulmuş olanın şey”e benzer bir temel yapı ortaya koymaya özenir, lâkin bunu beceremez, çünkü becerme (yapıp-etme) kudretinin onda olmadığını anlayamaz. Anlasa da bilinmezcilik, hiçcilik, anlaşılmazlık, kapalılık, yokculuk gibi bozguncu yollara sapmayı veya onu ahlak karşısında nötrleştiren hezeyanlara düşmeyi şerefine aykırı görmez… Aristo’dan, hatta ilk atomcu feylesoflardan bu yana bu çıkmazın temsilcileri ne “cogito”, ne “monad”, ne “numen” anlamında istiflerini hiç bozmamışlardır…
Şifre-çeper (imleç) – safir temsili bir oyunun parçalırıdır, her şey sadece birer simgedir: isporto-şalgam-turp kötü çehrenin ifadeleri olurken papatya-turunç-hurma iyinin eğlencelik aroma ve doğaüstü şuruplarını oluştururlar… Bizce geçmişin büyük simyacıları Paracelsus’un, Geber’in ifade ettikleriyle Rimbaud’nun ifade ettikleri arasında kıl kadar bile fark yoktur… Büyü kitapları eninde sonunda yakılmak için vardır, ama bir tek “Cehennemde Bir Mevsim”, “Aydınlamalar” bu kategoriye girmez…
Parodi adlı metin-şiirde şöyle diyor Rimbaud: “Partal giysilerin acımasız yürüyüşü! Birkaç genç var, Nasıl bakabilecekler Kerrubi’ye? Sesleri korkunç ve tehlikeli yetenekleri var…” Burada sanki bir çadır tiyatrosunun oyuncuları tarif ediliyormuş gibi, ama bizce her türlü üst ve alt okumaya, her türlü yoruma açık bir simyası metnidir bu… “Tehlikeli yetenek”le kastedilen acaba kara büyü ve benzeri bir şey olabilir mi, bu sadece ispatlanması zor bir sorudur, inanması zor bir olay değil… Çünkü tüm bir metin –gözden kaçırılmayacak olursa- simyacı sembolleriyle örülmüş; bazı renkler, imazalar başka bir dünyaya gönderme gibi sanki, sanki ölülerin dansı kurşuni, kuzguni, kükürdi renkler sayesinde buhardan bir kâğıt üstünde, gümüşi söz darbelerinin etkisiyle ince ince işlenerek canlandırılmış gibi… Söze öncesinde, “Çok güçlüdür düzenbazlar. Sömürdü dünyalarınızı bir çoğu” diye başlıyor ve sürdürüyor “yaz gecesine benzeyen şaşkın gözler, kırmızı ve siyah, üç renkli altın yıldız kakmalı çelik rengi; biçimsiz suratlar, kurşuni solgun alev alev…” Görüldüğü üzere gözler ve suratlar artık başka bir doğanın malı ve hükümlüsüdür, bu söz dekorunun vardığı son nokta belki sadece onun atmosferi karanlık olabilen bir simya dünyasının göğüdür… Görünen dünyanın şair dillerine saklanmış bir başka yüzüdür; “dumandan buz haline geçmiş billur ve sivri” bir yüzü…
Bütün mitler, efsaneler, destanlar ve bir türlü sırrına erilemeyen Magnum Opus’lar bir tarafa, bizce sanatın ve düşüncenin taradığı hayal, imaj, algı alanı ve ruh akisleri simyacılıktan, keza o bağlamda falcılıktan, büyücülükten üstün bir çerçeve ve iklim oluşturur… Ve bu kavramlar uzayda başıboş bırakıldıkları müddetçe de yunan agorasında, roma capitolünde ve golgota tepelerinde olduğu gibi “juda”ca, “belzebuth”ca, “belfagor”ca, “behemoth”ca…vs… kötü ruhların hışmıyla anılırlar.
Bizce madde yoktur ki aralarındaki nispi göç dizimleri bir sisteme oturtulsun… Veya sadece bu dünya görünümlü amelle sınırlıdır ki maddenin varlığı bir sanı olarak gruplandırılmış ve yapıtaşları yokluk sınırlarına o derece sızdırılmış olsun… ki ondan ayrı olarak içdoğasında bir dönüşümü ilham alarak yeniden öz-cismine refere edilmiş olsun ve yeni başlıklar, teroriler ve ardından kanunlar boyunca bir başka üslupla anılmış olsun… Ruhun bilinemezliği yoksa madde ile olan bağı veya bağlantısızlığından kaynaklanmıyor, (belki madde ve ruhun arasında ruhun hakimiyetinde ve onu yönlendirdiği bir çok oda ve odalar arasında bir çok koridor ve merdiven basamakları var, bunu bilmiyoruz, ama ikisinin arasındaki ilişkiyi bir nimet olarak kullanabiliyioruz.), bir madde anlayışının topyekûn kâinat çapında halkalaşması bile o şeylerin Hakikatte ne olduğu konusunda bizim anlayışımıza yardımcı olamayacaktır… Bu yüzden, ruh bilinemezlik halinden düşmeyecek, madde de görünmezlik kümesine sığınarak elde ettiği mistik oyunlarından ve illüzyonlarından kurtulamayacaktır…
Bizce madde, sonsuz yankı içinde kaybolmuştur ki kendini hatırlamadıkça veya üstün bir idrâk ona bunu hatırlatıp hakiki sınırına onu çekmedikçe sülfür-civa-kalay-kurşun-kükürt, vb… alaşım, amalgam veya permutasyon karışımları etrafında onun yeniden keşfedilmesine veya bir görgü çerçevesinde bir kez daha bulunmasına gerek olsun… Cadı kazancılarının iddia ettiği gibi dana kuyruğu-balina kaburgası-koyun postu-kaz tüyü-istiridye kabuğu-arı balgamı-ipekböceği tükürüğü-keten tohumu-cıva böcekleri cinsinden bir fantastik dekor dizininin felsefe disiplinlerine bağlı bir şifası olsun…
Madde kavramlar olarak neyse; düş, düşünce, düş-örtüm, düş-açım da aynıdır; bütün kavramlar hakikate ulaşmak için birer araçtır…
Bizce Magnum Opus ışık maddesinden çatılmış kavram dağlarının ucunda, her şeyden öte olmak adına her kırıntıdan ve kırıntı olmayandan kutsal ve ona hiçbir insan elinin değmediği, değemeyeceği kadar ilahi bir hikmettir, yoksa büyücüler müzesindeki onca çığırtkanlık bu hikmet yanında hiçbir nazar, terbiye ve iflah kabul etmez…
Her şeyi bırakıp en büyük eserimizi Tantolus’un kaba iştahından kurtarmalıyız… En azından yükselen yıldız diye gösterilen “Sephiroth”cu azgın “sion”ların, kabalistlerin veya tarotcuların elinden…
Kavmi için hayal eden kim varsa … kendini gölge varlık olmaktan çıkarsın… has kürsü sözünü eline alsın…
Biz yine bir şıklık yapıp sözü şöyle bağlamış olalım, belki “tehlikeli yetenekleri” olan güruh içerisinde insafa gelen birileri olur diye:
“Domino taşları gibi üst üste yuvarlanıyor başım, falım çıkar olur da kuyruklu piyanolarda, kimse sormasa taşlarda bile yüzümü seyrederim, ben kumarbaz meydan okuma… renk bilirim, nota bilirim, acı bilgi bilirim.”
|