K: Sinan Ayhan Sayı:
38 -
“Hikâyem burada bitse de olur. Zaten bitti. Fakat hikâye olsun, hayat olsun, biten her şeyin devam eden bir sonu olduğunu zannetmek fena değildir. Bu hadisenin de bir sonu var.” Zamanın Mimarisi, NFK (1934)
Yaklaştığı yerde güneşin bir görüntü suret bitiveriyor hemen; kıskançlığın el oynattığı bir metnin sığlıktaki görüntüsü bu, belki hiçbir yazarın bitiremediği, bitiremeyeceği bir tasvir bir vakum gibi kirli bir zekâyı çekiyor üzerine.
Bela mı, değil, yemin edebilir buna; lâkin sevecen olmayanın kılığıdır kalemlerin ucunu açan… Kalemler bu yüzden ısırır değdiği görüntüyü, görüntü bir yazı olur… Hiç beklemediği halde… Ruhi bir hastalık mı peki, hayır, hiç sanmıyorum; o zaman sözlerin sihir benzeri şekilleri olurdu ve hiç yoksa zihne oyulanlarından renkleri dökülmüş bir güneş bulurduk elimizde.
Elimde olsaydı ben de bir kalem ödünç verebilirdim, ama yok, görüntü hiç sabit kalmıyor burada… Bu metinde hava olabildiğine açık görünüyor ve bazen… X Göründüğü gibi kalamıyor hiçbir şey, meselâ Sol Elle Metin Yazma Kursuna katılındığı vakit, görülecek olan şey en basitinden güneşin sınıfın içinde çalkalandığı ve her yüze bir nefret sarılığı bulaştırdığı olurdu, oysa burada bir fazlalık duruyor; bir koku, güneşten gelmeyecek, kendini soluk aralarına gizleyen, çapraşık bir koku baş döndürüyor… Şüpheli bur durumun baş gösterdiği ise işte buradan belli oluyor.
Bildik şeylerle ters düşmek istemem, şartlar zorluyor beni, bir koku elbisesi giymiş gibi ben de o görüntünün alışkanlıklarına uyarak, ara ara ortadan silinip tekrar geri dönüyorum…
Çok iyi biliyorum şimdi, beni tanıyacak biri çıkmaz burada, tabi görüntünün üstelemeleri ve beni öne sürmeleri olmasaydı… Oysa ilk bakışta benim de gözüm tutmamıştı bu halimi… Koltuğumun altında bir sürü dua kitabı, arkasında bir kapalı mekân kokusu beni de hayli kuşkulandırmıştı… Metnin bu kısmı bir şeylerden kaçar gibi alelacele yazılmış gibi duruyordu, beni de bulanık bir atmosfere sokan şey buydu.
Ben olsam başka türlü karşılardım kendi görüntümü, ben olsam sahnede olanın sahnede olmayana olan baskısı daha bir farklı olurdu… Divit ucu gibi kâğıdı örseleyen bir metodu sınıfımdan içeri sokmazdım örneğin, örneğin 0.5’ler, 0.7’ler ve 0.9’lar kullanmazdım asla… Elbette kalem kullanmak şart değil bir metni yazmak için, yorum meselesi; bazen bir gövde de dil olabilir pekâla… Ne kadar tarif edersem edeyim anlatamam herhalde, metne eşlik ederken tam bu esnada gövdemin bir kalem gibi durduğunu ve güneşin ayaklarımla dolaştığını toprakta…
Her korkunun bir görüntüsü vardır, nerden hangi kurdan kalmışsa aklımda, bana da dünya böyle her kokudan sonra bir görüntüyle geliyordu… Kurs notlarıma bakınca ara sıra hatırlıyordum her şeyi, bu yetenek kokusu hangi sıkıcı dekorda saklı kalmış olursa olsun, unutulmuyordu… Bu yüzden ağzımda bir kurşun kalem dururdu; ben konuşmuş olmadan daha, havaya yazılar yazılırdı; tüyleri diken diken eden o koku bir görüntü vererek eşyaya tatlı öpücüklerle üzerime kapaklanırdı…
Sanırım, ilk önce ışıkların sönüşü geldi, güneş ortada kalsa da, ilk buydu metinleri birbirine karıştıran, kokular ardından sürünüyordu; sanırın, sonra sirenler çaldı, görüntüler kayboldu. Sonra bir dekor… Çiyanlar, akrepler, kalın, kabuklu sürüngenler arzın merkezine doğru saatlerini bir adım geri aldı.
Önce görüntüler satırlardan dökülüp havaya karışıyordu, sonra güneş gövdelerin yerini alabildiğine koyultuyordu. Dikkatli bakınca bir kesit içinde uyuşmazların hava saldırısı nedeniyle hepimizin sığınaklara (s)indiğini gördük, görüntüler alıcılar yüzünden kaybolsa bile hiçbir elbise veya eşya solmuyordu… Bir şeyler direniyor, sır vermiyor ve artlarındakini açığa vurmamak adına bulundukları yerden kopmuyordu… Nedense bizler de, burnumuzun dikine giderek kokmayan hiçbir elbise giymiyorduk…
Kursta sanırım bizler, 7. kurun başındaydık, bu kur ileri seviye gök yerleşimi için düzenlenmiş bir kurdu, müfredata bakılınca gök kırışıklıklarının bir an önce bir kenara istif edilmesi gerekiyordu, ama bu kurun en güzel yanı ders sayısı biz kalem kullanmayı bıraktıkça azalıyordu. Programa göre kahramanlar içinde K’lar ve ortak K’lar, ar K’lar, vesaire… Özellikle, yeraltı dekorları için bize metnin yapay uğultuları, Karamazof’lar K’sını tavsiye ediyordu…
Bugünkü dersimiz işte Retrospektif Bakışla K Sorunsalıydı ve biz ne yazık ki, bir imaj bombardımanı yüzünden hayalimizdeki K’ların çehrelerini bir buluyor, bir kaybediyorduk… Sığındığımız yerde, birkaç battaniye, plastik çatallar ve kaşıklar, birkaç çeşit konserveden bir lüküs lambası, bir el-feneri ve pillerden başka K’nın ruhuna girebileceğimiz bir nesne yoktu; güzlerimizi o karanlıkta oldukça zorlayarak battaniyelere uzanmış K gövdeler tasarlasak, çatalların üzerindeki K kırılmalarını keşfetsek, el-fenerlerinin ve pillerin üzerine K markalar yapıştırsak da yaptığımız hiçbir şey içimize sinmiyordu…
Ve durum öyle gösteriyor ki artık, mevcut metnin yazı karakteri tükenmek üzereyken bile, K’ların vücut kokularına ulaşmadıkça bu göksel kuru geçmemiz hiçbir şartta mümkün olmayacak ve bu kur için bitirme ödevimiz de herhalde yeraltına bir gök nasıl yerleştirilir, gibi hem sıra dışı, hem sınırdışı olarak tarif edebileceğimiz bir konu olacak…
|