Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     2401 kez okundu.     2 yorum bırakıldı.     Yazara Mesaj

(Röportaj) Tekkeler tekrar açılacaktır, bundan adım gibi eminim
Yavuz Sert

  Sayı: 95 -

“İslâm Medeniyetindeki bütün kurumların anası Mescid-i Nebevî'dir. Tekkesi de orada, medresesi de orada, yönetim binası da orada, ulaştırması da orada, kışlası da orada... Mescid-i Nebevî bunların mayasını muhafaza ediyor. Dolayısıyla tasavvufun da tohumu oradadır.”

Tasavvuf konulu sayımızın hazırlıkları daha başlamadan röportaj yapabileceğim isimlerin başına Prof. Dr. Mustafa Kara Hocamızı yazmıştım. Çok şükür ki bu niyet ve hayal gerçek oldu. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvvuf Anabilim Dalı Başkanı olan Hocamızı üniversitesindeki odasında ziyaret ettik. Hocamızın doyumsuz muhabbeti, hediye ettiği kitapları ile odasından hem mânen hem madden dolu dolu çıktık. Devrimizde hocamız gibi münevverlerin olmasına ne kadar şükretsek az, Allah sayılarını artırsın. Hocamızla tasavvuf ekseni etrafında hem ailesini, hem kendisini hem de ana konumuz tasavvufu konuştuk.

–Hocam, kıymetli biraderiniz İsmail Kara Hocamızın "Aramakla Bulunmaz" kitabında her okuduğumda beni heyecanlandıran merhum validenizin eriştiği bir Kadir gecesi hatırası var, merhum pederiniz o gece edilen duanın cevabı olmuş ve aileniz kurulmuş, Ailenizi bir de sizden dinleyebilir miyiz?

–Ailemizle ilgili söyleyeceğim şeyleri iki kelimede özetlemek mümkün: "Lütf-i İlâhî". Herkesin anne babası güzeldir. Benim de anne babam güzel insanlardı. Biz onların güzelliğine ne kadar yaklaşıyoruz, yaklaşacağız, orası meçhul. Özellikle pederin tahsili de olunca o güzellik ikiye katlanıyor. Nurun alâ nur oluyor. Pederin meslektaş oluşu bizim için muharrik-i evvel olmuştur. Daha da güzeli, biz üç kardeşiz, peder üçümüzü de, fahri öğretmeni olduğu Kur’ân kursunda hafız yaptı ve meslektaş olma şartı koştu. Bu da büyük bir ikram bizim için. İsmail ile aramızda adı Hüseyin olan bir kardeşim daha var, üçümüzü de hafız yaptı, üçümüz de İlahiyat tahsili yaptık ve babamızla meslektaş olmuş olduk. İsmail ayrıca İ. Ü. Tarih bölümünü de tamamladı. Siyasal Bilimlerde doktora yaptı. Hüseyin de Arap Dilinde doktora yaptı. Dolayısı ile o lütf-i ilâhinin güzellikleri duanızla devam etsin diyelim efendim.

–Tasavvuf ve Tarikatlar kitabınızın önsözünde babanız için “ilk mürşidim” diyorsunuz, burada mürşid kelimesini terim anlamı olarak mı yoksa ıstılahi mânâda mı kullandınız Hocam?

–Pederim tasavvufî mânâda mürşidim değildi. Ama ilk hocam ve rehberimdi. Mürşid kelimesini bu anlamda kullandım. Yoksa seyr ü süluku onun yanında tamamlamış değilim. Onunla ilgili yazdığım bir makaleye "Babam, Hocam, Meslektaşım" başlığını atmıştım. Bu makale Kutuz Hoca kitabında var.

–Bahsettiğiniz makalede babanızın akşam namazlarından sonra evrad okuduğundan bahsediyorsunuz. Babanız bir tarikata müntesib miydi?

–Evet, bildiğiniz gibi bizim Doğu Karadeniz'de çok yaygın olmasa da bir “tarikat damarı” vardır. Daha çok da Nakşî bir çizgi mevcuttur. Nakşî çizgi deyince bendenizin doğup büyüdüğü Güneyce'nin ayrı bir özelliği var. O da, meşhur Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretlerinin halifelerinden birinin Güneyceli oluşu ve orada hizmet vermesidir. Güneyce'de Şeyh Efendi diye bilinen, Osman Niyazi Efendi, Ziyaeddin Gümüşühanevî Hazretleri'nin halifesidir ve Doğu Karadeniz'deki birçok şeyh efendinin de şeyhidir. Kardeşim İsmail’in onunla ilgili de küçük bir eseri vardır. Bu nedenle bizim o cenahta yani İkizdere, Güneyce, Of, İyidere, Çaykara bölgesinde bir Nakşi kültür vardır. Pederin de öyle bir intisabı vardı. Hocası, daha doğrusu hocalarından biri de Memiş Efendi'dir, Hacı Memiş Efendi diye bilinir, babam Güneyce'ye asker dönüşü 1948’de imam olduğu zaman Güneyce müftüsü Memiş Efendi idi. O da Güneycelidir. Akşam namazından sonra babamın evrad okuması çocukluk yıllarımda dikkatimi çeken “muhteşem” bir hal idi. Daha sonra, benim Yüksek İslâm Enstitüsü talebesi olduğum yıllarda, babam halvete girmek üzere İstanbul'a Gümüşhanevî dergâhından feyz alan Zahid Kotku Efendi'nin yanına gelmişti. Fakat pederin gençliğinden beri olan sıhhî problemleri halvette de onu bırakmadı ve halveti tamamlayamadan geri döndü. O yıllardan sonra Zahid Efendi'nin düzenlediği bir Evrad kitabı vardı, vefat edinceye kadar, o kitabı günlük evrad olarak okudu.

–Hocam, tasavvufa yapılan itirazlardan biri de Asr-ı Saadet'te tasavvufun olmadığı ile ilgili. Bu itirazı nasıl değerlendirmemiz gerekir?

–Bugün tasavvuf denince akla gelen konular, tartışmalar, kurumlar tabii ki yoktu Asr-ı Saadet'te. Fakat bütün bu fikirlerin, görüşlerin, düşüncelerin, kurumların “tohum”u vardı. Ama diğer bütün kurumlar gibi henüz bu tohum toprak altındadır. Biliyorsunuz, tohumlar önce toprak altına girer, karanlık yerde çilesini tamamlar, oranın iklim şartları müsaitse, yeryüzüne çıkar, büyümeye başlar, neşvünema bulur, iklim şartları müsaitse büyür, gelişir, çiçek açar, meyve verir. Aynen kurumlar da, ilimler de böyledir. Asr-ı Saadet'te ne tasavvuf ilmi, ne tefsir ilmi, ne hadis ilmi, ne fıkıh ilmi vardır. Diyebilirsiniz ki, Kur'ân varsa tefsir niye olmasın? Hayır, tefsir kelimesi ile kastettiğimiz Kur'ân değildir, tefsir kelimesi ile müslümanların bu ilme kattıklarını kastediyoruz. Peygamberin sözü ilim değildir, ilim diğer ulemanın hadis ilmi olarak ortaya koyduklarıdır. Dolayısı ile o ilimlerin de tohumu vardır Asr-ı Saadet'te. Tekkelerin, dergahların da tohumu vardır. Onun için Suffa'dan başlıyoruz. Ancak Suffadan başlayan sadece biz değiliz. Mesela eğitimcilere sorarsanız İslâm tarihinde ilk medrese nerede kurulmuştur diye, size Suffa'yı gösterecekler. Sosyal güvenlikçilere sorarsanız İslâm Kültür ve Medeniyetinde ilk Sosyal Güvenlik Kurumu hangisidir diye, size Suffa'yı gösterecekler. Çünkü İslâm medeniyetindeki bütün kurumların anası Mescid-i Nebevî’dir. Tıpkı Mekke'ye Ümmü'l Kura dendiği gibi, yani şehirlerin anası, bendeniz buradan hareketle bir terim daha uyduruyorum, Ümmü'l Müessesât... İslâm Medeniyetindeki bütün kurumların anası Mescid-i Nebevî'dir. Tekkesi de orada, medresesi de orada, yönetim binası da orada, ulaştırması da orada, kışlası da orada... Mescid-i Nebevî bunların mayasını muhafaza ediyor. Dolayısıyla tasavvufun da tohumu oradadır. Çünkü bu tohum Kur'ân merkezlidir, Hadis merkezlidir. Ama tasavvuf ne Kur'ân'dır, ne Hadis’tir. Tasavvuf, mutasavvıfların ortaya koyduklarıdır. Mutasavvıfların yorumlarıdır, içtihadlarıdır, görüşleridir. Onlarda elbette yaş ve kuru olacak. Tasavvuf tarihinde ortaya çıkan bütün fikirlere de “vahiy” gibi bakmanın bir alemi yok. Tasavvuf eşittir İslâm, tasavvuf eşittir Kur’ân formülleri doğru olmadığı gibi tasavvuf eşittir şirk formülü de hezeyandır.

–Bakara Suresinde “Hz. Âdem’e bütün isimleri öğrettik” diye çevrilen "ve alleme Âdeme'l esmae külleha" ayetindeki isimlerin öğretilmesi ile tasavvufta mürşidin müride esma vermesi arasında bağ kurmak mümkün müdür?

–Burada elbette derin bir tefekkür konusu var, esma nedir, insan bu esma ile ne kadar irtibat kurabilir. Allah'ın isimleri ile insanın gönlü ne kadar irtibat kurabilir. Bunun ilim boyutu, irfan boyutu ne kadardır, bu konularda kesin bir şey söylemek benim haddime değil. Ama Allah'ın isimlerini telaffuz etmek ve o isimlerin hele kuru lafız olarak değil de o isimlerin içine, ruhuna, kalbine girerek onları telaffuz etmek, onlarla hem-hâl olmak, tasavvufî eğitimde bir merhaledir. Herhalde “Allah anılınca kalbleri titrer” konusunun hayalden gerçeğe dönüşmesi de böyle bir şuur haline ihtiyaç duymaktadır. Bazı tarikatlar -her tarikatta olmayabilir- buna çok önem verirler. Gerçi âyette geçen esma daha geniş anlamda, yani bütün kelimeler anlamında da kullanılmaktadır. Ama Esma-i Hüsna’da olduğu gibi o kelime aynı zamanda bize Allahu Tealâ’nın isimlerini de öğretiyor. Ve o isimlerin “derin” taraflarına nüfuz ederek oralardan beslenmek... Tabi ki tasavvufî terbiyede mühim bir merhale.

–Yakın tarihimize baktığımız zaman zâtı âliniz gibi münevverlerin ya bir yola müntesib olduğunu görüyoruz ya da muhib... Ancak 1925'de resmi olarak bu irfan ocakları sırlandı. Bunun toplumumuza nasıl bir etkisi oldu sizce?

–Bu olayın büyük bir “travma” meydana getirdiğini söyleyebiliriz. Tasavvufî hayat, bizim dünkü hayatımızın yani 1925 öncesi hayatımızın çok önemli damarlarından bir tanesi idi. Toplumumuzun büyük bir kısmı ehl-i tarik değilse de tarikata sıcak bakan, mahabbeti olan insanlardı. Karşı olan elbette oldu, her zaman vardı. Olması normaldir. Bundan sonra da olacak. Bütün muhaliflerine ve muhalif tavırlara rağmen dünkü hayatımızda tasavvufî renk önemli bir renktir. Burada bazen mübalağa da ediyoruz, mesela “bütün Osmanlılar ehl-i tarikti” veya “bütün Osmanlı padişahları ehl-i tarikti” deniyor, böyle dememek gerekir. Bütün Osmanlı padişahları tasavvufa saygı duyuyorlardı demek başka bir şeydir, bütün Osmanlı padişahları ehli tarikti demek başka bir şeydir. Ancak kesin olan şudur, Osmanlı toplumunda tasavvuf mühim bir renktir ve toplumun ruhi ve sosyal hayatı için önemli bir görev üstlenmiştir. Bu ana tespitten sonra 1925'e tekrar dönersek, tabii ki bu işin büyük bir kırılma meydana getirdiği konusunda şüphe yoktur. Bu toplumda tekke şeyhlerinin –hepsi değil ama-  bir kısmı, hem ilim hem irfan hem düşünce hem sanat babında muhteşem insanlardı. Eserleriyle, sohbetleriyle toplumu besleyen insanlardı. Adeta bir anne gibi... Bu insanların toplumda saygın bir yeri vardı. 1925'in sonunda, toplumun manen en üstünde olan sözkonusu kamil insanlar bir gecede “vatan haini” oldular. Bu çok berbat bir durumdur. O günkü şartlarda da buna ne yazık ki kimse itiraz edememiştir. Çünkü Şeyh Sait olayı sebebiyle oluşan atmosferde, İstiklâl Mahkemelerinin hukuk yerine dehşet saçmasına karşı fikir üretmenin bütün yolları kapatılmıştır. Her yeri derin bir sessizlik kaplamıştır.

–Ezanın Türkçe okunması gibi...

–Ezanın Türkçe okunması bundan yedi sene sonradır, o günlerde 1925'e göre şartlar aslında daha ılımandı denebilir. 1925'de çok daha sert. İstiklâl Mahkemeleri var. Kuş uçmuyor. Dolayısı ile insanlar karşı düşüncelerini seslendirememişlerdir. Bendenizin Buhara Bursa Bosna isimli eserimde bir makale var: “Tekkeler Kapatılışına Şeyh Efendiler İtiraz Etti mi” Bursa’da Mısrî dergâhının son şeyhi vardır, Şemseddin Mısrî, çok mühim bir mutasavvıfdır. Onun şiirlerine rastladım, 1925-30 arası yıllarda yazdığı şiirler, yazıp neşredemediği mazumeler. Nasıl acıklı şiirler, ağlıyor,inliyor! Ömrü sesli zikir meclisleriyle geçmiş bu âlim ve ârif insan, o güzel atmosferi özlüyor. Coşku dolu o atmosfer yok olduğu gibi bir de “gerici” olmuş. Rejim düşmanı olmuş. Özetle, bu kapatma işine nereden bakarsanız bakın yanlıştır. İnsanların rûhî/mistik ihtiyaçlarının kanallarını kapatırsanız başka kanallar üretir, onlar da derde deva olmaz. Toplumun başına bela olur. Bu yanlışı doksan yıldır da düzeltemedik. Ama er geç düzelecek. Bundan adım kadar eminim. Bir kahinlik yapmak niyetinde değilim, bu toplumun özelliklerine bakarak bunu söylüyorum. Bu yasak yanlıştır, yanlış verilmiş bir karardır. Şeyh Sait olayının faturasını tekkelere ve şeyhlere kesmek yanlıştır. Bazı yerlerdeki tekkeler geçici olarak kapatılabilirdi. Yanlış hesap Bağdat’tan dönecektir.

Bu yanlış kararla aslında başımıza iş açtık. Tarikatların illegal oluşu aslında kendi başımıza iş açmıştır. Çünkü 1925'de çıkan 677 sayılı kanunla birlikte bu defter kapanmamıştır. Tam aksine sahtekârlara/istismarcılara meydan açılmıştır. Özellikle son elli yılda bu sahtekârlar her tarafı kaplamıştır. Bunun sebebi o verilen yanlış karar ve o kararla gelen illegalitedir. Bu illegalitenin bitmesi gerekiyor. Bu konuyu tartışırken tekrar ettiğim bir konu daha var, mukayese yapıyorum daha kolay anlaşılması için. Diyorum ki, bugün Türkiye'de sahte imam yoktur, sahte müezzin de yoktur, varsa bile milyonda bir. Niye yoktur sahte müezzin, sahte Kur'ân kursu öğretmeni? Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurum var. O kurum imtihan yapıyor, mülâkata alıyor, diploma soruyor, seni bir yere tayin ediyor, sonrasında da denetliyor. Peki niye sahte şeyhler çok? Çünkü böyle bir kurum yok. Erken kalkan şeyhliğini ilân ediyor. Birkaç tane de “müşteri” buluyor. İşte sana bir cemaat. Gelsin paralar, gelsin tafra atmalar. Bu hastalığın tedavi edilmesi lazım. Tıp fakülteleri 9o yıl kapalı olan bir ülkede doktorluğu kim yaparsa bugünkü şeyhler de onlar gibi...

–Meclis-i Meşayih gibi bir kurumdan mı söz ediyorsunuz?

–Gibi... Adı o olur, bu olur. Önemli değil. İstersen Tarikatlar Genel Müdürlüğü de. Ama konuyu takip edecek bir kurum gerekiyor. Bu tasavvufî zevki/ahlâkı insanlara kazandırmak için bu şeyh efendileri nasıl yetiştireceğiz, esas mesele budur. Tekke açarsın açmazsın, adı tekke olur, dergâh olur, kültür merkezi olur. Önemli olan “usta”dır. İnsanların gönül terbiyesini gerçekleştirecek kişi nerede, nasıl yetişecek, kim yetiştirecek ve ona ne gösterilecek, hangi tecrübe aktarılacak. Bunu legal bir ortamda yapmak gerekiyor. Dinî hayatın sağlığı için bu şeffaflık şarttır. Aksi halde istismarcılara alan açıyor, imkân sunuyoruz. Bu “gerçek”ten doksan yıldır kaçıyoruz, nereye kadar kaçacağız, bilemiyorum. Kaçtıkça o gelenekten de uzaklaşıyoruz. Bilgisi ve tecrubesi yeterli olan insanların oturup soğukkanlı bir şekilde bu konu üzerine eğilmeleri gerekiyor.

–Hocam biraz önce değindiniz aslında, ben de 15 Temmuz üzerinden tekkelerin kapatılmasının cemaatleşmeye etkisini soracaktım.

–Cemaat konusuna şöyle girebiliriz. Türkiye'de 1925'den sonra 1950’ye kadar aşağı yukarı hiçbir şey yok, o ara sükut dönemidir. Din ve vicdan hürriyeti açısından iyice “karanlık” bir dönemdir. Bu şu demek: Din ve vicdan hürriyeti bir ülkede varsa kimsenin dinine, mezhebine ve tarikatına karışamazsın. Elliden sonra özellikle cemaatler ortaya çıkmaya başladı. Yetmiş ve seksenli yıllardan sonra iyice yaygınlaştı. Cemaat kelimesi Osmanlılar'da yaygın bir kelime değildir bildiğiniz gibi. Daha çok gayr-i müslimler için kullanılır. Ermeni cemaati denir, Rum cemaati denir. Evet, dini bir terimdir ama daha çok gayr-i müslimler için kullanılır. Çünkü müslümanların mezhebi var, tarikatı var. Dolayısı ile o kelimeye ihtiyaç yok. Fakat Cumhuriyet döneminde mezhep kelimesi, özellikle tarikat kelimesi “menfur kelimeler sözlüğü”ne girdi. 677 sayılı kanunda tarikat, tekke, şeyh, derviş gibi kelimeler yasaklıdır. Cemaat kelimesi aslında bugün tarikat kelimesinin yerine geçmiştir. İskenderpaşa cemaati, Karagümrük cemaatı dendi. Bazıları yayınevlerine göre isimlendirildi, Altınoluk cemaati, kimisi Semerkant cemaati ismini aldı. Kimisi bulunduğu beldeye göre, kimisi şeyh efendinin ismine göre, ama hepsine cemaat dendi. Halbuki biz biliyoruz ki bunların hiçbiri geleneksel anlamda cemaat değil, tarikat. Niye tarikat denmiyor, çünkü o kelimeyi kullanmak yasak. Türkiye'de cemaat kelimesinin anlamının karışık olmasının kökünde o yasak vardır. Cemaat ne kadar tarikatın içinde ne kadar dışında, bir diğer tartışma da budur. Mesela bu soru Nurculuk için yıllardan beri soruluyor, Nurculuk bir tarikat mıdır, değil midir? Süleymancılık bir tarikat mıdır, değil midir? Türkiye'de bu konuları tartışan birçok kişi/gazeteci, cemaat ile tarikatın, tarikat ile mezhebin, mezhep ile meşrebin farkını dahi bilmiyor. Ama “cahil cesur olur” fehvasınca gazel okuyor, gazete çıkarıyor. Bazılarının da hoşuna gidiyor.

–Kanunen bir yasak var ama bir yandan da 17 Aralık'ta devlet erkânının katılımı ile Mevlevî ayini düzenleniyor. Ülkemizde Hz. Mevlânâ, Hz. Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli Hz. ezberi var. Bunu neye bağlıyorsunuz?

–Aslında 1950'lere kadar o da yoktur, “tık” yoktur adeta. Ne dinî yayın, ne dinî ritüel. Hele 1946'ya kadar dergi-kitap adeta sıfırdır. 1946'dan sonra kıpırdanmalar başlar. 1954'de zannediyorum bu “sema” işleri başlıyor. Bu da bir çıkmazımızdır. Devlet tarikatları yasaklamış, tekkeleri kapatmış, dolayısı ile tekkelerdeki zikirler de yasaklı. 1925'de Türkiye'deki bütün tekkeler kapatılmıştır ancak 1926'da Konya Mevlevî Dergâhı müze yapılmıştır. Daha sonra ayinler başlamıştır. Bunun gösterdiği bir gerçek de şudur: Evet tekkeleri kapatabilirsin ama Mevlanâ'dan, Yunus'dan vazgeçemezsin. Aslında Mevlânâ'nın, Yunus'un eserleri uluslararası bir şöhrete de sahiptir. Haliyle bunları yok saymak mümkün değildir. Bu isimlerin yanına toplumumuzdaki Alevî cenahı hoş tutmak için Hacı Bektaş Veli isimi de zikredilir. Aslında utanılacak bir durum var. Bu büyük gönül insanlarını istismar ediyoruz. Kimisi kesesi kasası için, kimisi makamı mansıbı için, kimisi mezhebi meşrebi için, kimisi partisi pırtısı için. İkiyüzlülük diz boyu...

Evet, gönül ustalarından ayrı bir hayat mümkün değildir, nereye kaçarsak kaçalım hileli/dolambaçlı da olsa orada buluşuyoruz. O zaman devlete yakışan kaçamak yollara gerek bırakmayacak daha makul bir yol bulmaktır. Bundan kaçmamızın bir nedeni de mevcut hukuk yapısıdır yani bu yasağın Anayasada 1961’den beri yer almasıdır. 677 sayılı kanun diğer Devrim kanunları gibi anayasanın koruması altındadır. Sadece yasa olsa bir şeyler yapılabilirdi fakat bu kanun halen Anayasamızda vardır. Anayasada bu madde olduğu için konuyu makul bir zeminde oturup tartışamıyoruz. Dolaylı olarak tartışıyoruz ama henüz bir çıkış yolu bulunmuş değil. Ama ne oluyor, gençlik yıllarımızda radyodan sık sık şöyle haberler duyardık, “falancalar ayin yaparken yakalandı, filâncalar zikir yaparken yakalandı.” Şimdi en azından bu olmuyor, daha rahat bir zemin var. Fakat bu zemin aynı zamanda mikrop üretiyor. Yıllar önce bendenizle bir röportaj yapılmıştı, orada bugünkü şeyhlerin % 90'ı şeyh değil demiştim, bugün de aynı şeyi tekrarlıyorum. Bu doksan yılın getirdiği bir problemdir. Sahte şeyh 1925 öncesi yok muydu? Vardı ama oranı aksineydi çünkü sahtekar şeyh olmaya vasat pek müsait değildi. Şimdi vasat çok müsait. Bu afetten kurtulmak için ne yapmak gerekiyor? Bazı konuların meddahı olmaya da gerek yok, yani “şu tekkeleri bir açalım bakın Türkiye nasıl uçuyor,” Öyle değil, o kanaatte de değilim, “soğukkanlı” bir şekilde, yetkililer, ilim adamları, ilâhiyatçılar, sosyologlar, tarihçiler, tecrübeli devlet adamları oturacak konuşacaklar. Hiç birinin derdi birilerine meddahlık yapmak veya birilerine küfretmek olmamalı. Bizim birilerine küfretme vazifemiz de yoktur, birilerini göklere çıkarma vazifemiz de yoktur. Bizim insan olarak vazifemiz dünkü olaylardan ibret alıp yarınki nesiller için daha sağlıklı bir zemin hazırlamaktır. Aksi halde bu “yüzde doksanın” eline bu toplumu terketmiş oluruz. Bu büyük bir vebaldir, bu vebal hepimizin omuzundadır. Bu yasağın, bu illegalitenin bir zararı da müminleri iki yüzlülüğe zorlamasıdır. Ehl-i tarik olan insanlar bunu saklı tutmak zorunluluğu hissediyor. Bunun reklamı yapılmaz tabii. Ama niçin köşe bucak saklanalım.

–Hocam, siz bu konularda ülkemizde ilk danışılacak kişilerin başında geliyorsunuz. Sizinle bu konular konuşuluyor mu, devletin tekkeleri açma niyeti var mı sizce?

–Niyetleri olduğunu dolaylı olarak duyuyoruz zaman zaman. Hiç unutmuyorum, 80'li yıllarda Bülent Ecevit söylemişti: Tarikatlar serbest olmalıdır diye. 90’lı yıllarda “28 Şubat balyoz”u geldi, ezdi geçti. Geçen sene Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez devletin bu konuya bir çare aradığını söylemişti. Hattâ Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı iken Meclis-i Meşayih Nizamnamesi’nin orijinalini yayınladı. Nizamnamenin latinize edilmiş halini bendeniz Tekkeler Ve Zaviyeler isimli kitabımda kırk yıl evvel yayınlamıştım. Bu bir arayışın olduğunu gösteriyor. Ama bu çok hızlı olmuyor. Özellike ülkemizin şu anda boğuştuğu o kadar çok uluslararası dert var ki. Böyle olunca konu geriye itilmiş oldu. Ancak er geç yapacağımız budur. Dün bu hatayı yapanlara da küfretmeden ama hata olduğunu söyleyerek bir doğru yol bulacağız. Filânca parti, falanca fakülte, filânca zât için değil, bu toplumun istikbali için, bu toplumun ruh sağlığının olması gereken çizgide yürümesi için oturup buna bir yol bulmamız gerekiyor. İnsanları dinî duygularını istismar eden bu afetten kurtulmak gerekiyor. Akıl için yol birdir.

–“Dervişin Hayatı Sufinin Kelâmı” kitabından birkaç sorum olacak Hocam. Kitapta birçok konuyu ele almışsınız, özellikle Melâmiyye'nin üzerinde fazla durmuşsunuz gibi geldi. Bir seminerinizde de Nurettin Topçu merhumun sufi miydi sorusuna yanıt verirken Melâmî yolunu çok güzel anlatıyorsunuz. Aklıma sizin de bu yola muhabbetiniz olabilir diye geldi?

–Seviyoruz. Gerçek melâmîleri seviyoruz. Farkında mısınız, “gerçek” kelimesini kullanmak zorunda kalıyoruz. Çünkü onların da sahteleri var. İnsanoğlu böyledir, her şeyin mükemmelini de yapar sahtesini de. Peygamberliğin dahi. Melâmî neşve aslında dinî hayatın merkezinde olan bir neşvedir. Malum bu kelime Kur'ân'da müminlerin bazı özellikleri sıralanırken geçer: “… kınayanın kınamasından korkmazlar..” Melâmet kelimesi kınamak demektir. Melâmî neşve tasavvufî bir neşvedir fakat farklı bir neşvedir. Öğrencilerime bunu anlatırken diyorum ki: “İslâm yüz şeritli bir otoyoldur, bu otoyolun sağında ve solunda iki kırmızı çizgi vardır: farzlar ve haramlar. Bu yüz ayrı yoldan biri tasavvuftur. Tasavvuf da kendi içinde yüz şeritli bir otoyoldur. Onlardan biri de melâmîliktir.” Melamilik tasavvufa tasavvufun içinden doğan farklı bir bakıştır. Eleştirel bir bakıştır da denebilir. Melametiyye anayasasının birinci maddesi şudur: Bu iş kıyafetle, tac, hırka, serpuşla olmaz. İkinci maddesi: Bu iş tekke ile zaviye ile de olmaz. Kurumlaştığınız zaman ruhi aleminizde başka şeyler, tortular oluşuyor. Onlara göre hem kıyafetler hem tekkeler kişiyi gösterişe sürükler. Eğer kıyafetiniz karşıdaki insana “bu derviştir” detirdiyorsa “maçı kaybettiniz” der melamilik. Burada işin özüne vurgu yapılıyor. Fakat insanoğlu da makyaja düşkün bir varlık. Böyle bir zaafımız var. Anayasanın bir üçüncü maddesi daha var, o da muhteşem: Artılarını söyleme, eksilerini söyleyebilirsin. Bu mühim bir şeydir. Şu demek: İnsanın nefsi ne ister, artılarının dillendirilmesini ister. Melâmîler diyor ki tam zıttını yapacaksın. Günahların varsa söyle bilsinler, seni melek zannetmesinler. Ama gönlündeki derinlikleri değil söylemek, hissettirmek bile yanlış. Esas servetin onlar. Artıların sende kalsın. Eksilerini söylediğin zaman seni kınayacaklar, işte o zaman ayetteki uyarı geliyor: “kınayanın kınamasından korkma!”. Bu insan eğitimi açısından çok hoş bir şeydir. Tasavvufî ahlakın da önemli bir damarıdır Melâmîyye. Bu, Melâmî olmayan mutasavvıflar, cübbesi sarığı olan mutasavvıflar, işin özünü kavrayamadılar demek değildir. Ama bu öyle bir neşvedir ki bütün tariklerde belli oranda vardır. Bütün mutasavvıflar bunu söylüyor, tacımıza hırkamıza bakmayın diyorlar. Hepsi Yunus’la hemfikirdir: Dervişlik olaydı tâc ile hırka / Biz de alır idik otuza kırka. Ama işin esprisini kavrayamayanlar tacla, hırka ile bu işin olduğunu, olacağını zannediyorlar. Bunun olmayacağını Allah da, Resulûlullah da söylüyor: “Allah suretinize bakmayacaktır.” Suretimize bakmayacağı kesin, biz ise daima suretimizi süslemekle meşgulüz halbuki siretimizle ilgilenmemiz gerekiyor. Fakat biz –ne yazık ki- paltonun ve mantonun peşindeyiz. En arka saftan en öne geçip göstere göstere sarık sarmanın yiğitlik olduğunu zannediyoruz.

–Hocam bir yandan da Mevlevî seması, Halvetî devranı, Şabanî darb-ı esması çok estetik ayinler.

–İnsanın gönlünden geldiği gibi, yaşadığı atmosferin tabiî neticesi olarak dönmesi, coşması, sesli olarak Allah demesi gayet güzel bir şeydir. Tabiî sınırlar içinde... Ama bugünkü hal hiç de öyle değil. Birçoğu uyduruktur. Roldür, artistliktir. Sema’nın aslına en uygun olanı Konya'dadır diyelim, her yıl 10-17 Aralık'ta yapılan törenler. Ama kesinlikle aslı değil. Biletini al, gir. Çekirdeğini ye, seyret!.. İstediğin zaman çık. Bunlar aslına ancak şeklen benziyor. Kıyafetleri onların kıyafetleri ama kalpleri, kafaları… Orada kırk kişi semaa çıkıyor faraza.. O kırk kişiden mesela dört tanesi derviştir, (inşallah daha çoktur) gerçekten dönüyordur, Allah aşkı ile dönüyordur. Diğerleri Kültür Bakanlığından alacağı parayı düşünüyor maalesef. Diğer şehirlerde olan “sema” adlı rezaletlere hiç temas etmeye gerek yok. Bununla ne dervişlik olur ne tekke olur ne de zikir. Zaten adı üzerinde: Sema gösterisi. Şöyle hoş bir menkıbe de anlatılır. Ellili yıllarda sema gösterisi başladığı yıllarda dönemin valisi semadan önce semazenleri toplamış, uyarmış: Allah dediğinizi duyarsam töreni iptal ederim. Güleriz ağlanacak halimize.

–Hocam, daha 3.- 4. yüzyıldaki klâsik tasavvufî eserlerde tasavvufun kendi gitti adı kaldı denmiş. Hal böyleyken biz ne diyeceğiz?

–Evet, Hicrî 4. yüzyılda Ebu'l Hasen Bûşencî diye bir zât var, diyor ki, “dün -dün dediği hicrî 2. ve 3. yüzyıl- tasavvufun adı yoktu ama kendisi vardı, bugün adını koyduk ama kendisi yok.” Dahası var. Bu cümleyi her yüzyılda söyleyen insanlar var. Bir ara böyle bir makale yazmıştım, 20. yüzyıldan başladım, geriye doğru gittim, mutasavvıflar bu cümleyi her yüzyılda şu veya bu ifade ile söylemişler. Buradan şöyle bir ders aldım ben, her mutasavvıf kendi yüzyılını tenkid ediyor, bir önceki yüzyılı idealize ediyor. Diyelim ki 18. yüzyılda İsmail Hakkı Bursevî’nin eserini okuyorsunuz, 18. yüzyıldan yaka silkiyor, illallah diyor. 15. yüzyılı övüyor. 15. yüzyıla gidiyorsunuz, Eşrefoğlu Rumî... Eşrefoğlu'nun Müzekkin Nüfus'un ilk sayfalarını okuyun, Osmanlı'nın altın devri dediğimiz 15. yüzyılla ilgili o kadar menfi bir fotoğraf vardır ki... O zaman soru şu hale dönüşebiliyor, peki bu “altın devir” ne zaman? Altın devir 15. asır değil, Eşrefoğlu öyle anlatıyor, Selçuklulara gidiyorsunuz başka bir afet, gidiyorsun Abbasîlere, başka... Gide gide Asr-ı Saadet'e çıkıyoruz. İnsanın olduğu yerde mutlak bir huzur yok. Mutlak bir huzursuzluk da yok. İkisi birlikte. Bardağın boş olan kısmı da var dolu olan kısmı da. Fotoğrafın net hali bu.

–Hocam, tasavvufun temel aldığı bazı hadisler hadis ilminde zayıf hadis olarak değerlendiriliyor. Siz de kitabınızda buna değinmişsiniz. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

–Oradaki durum şudur, bir hadis sahih, zayıf, mevzu, (uydurma) olabilir. Kitaptaki değerlendirmeler tamamen hadis ulemasının tespitleridir. Ben Tasavvuf Ve Tarikatlar Tarihi’inde önce sahih hadisleri sıralıyorum. Başta tevbe, zühd, kanaat, rıza, tevekkül, sabır gibi tasavvufî terimler Kur’ân terimleridirler. Bu terimler büyük oranda Hadislerle de irtibatlıdır. Bir de tasavvufî kültürde zaman içinde devreye giren ve hadis ulemasının zayıf dediği hadisler var. Bunları da kitaba ekledim. Bu, “tasavvuf zayıf hadislere dayanıyor” demek değildir. Orada Buharî'de, Müslim'de olan hadisleri de görmek lazım. Ama kültürümüzde mevzu hadis denen bir gerçek de vardır. İfade edelim ki bu uydurma hadisler konusunda tasavvufun adı çıkmıştır aslında. Bu tür hadisler bütün ilimlerde vardır. Bütün ilimler belli oranda bu uydurma hadislerin etkisindedir. Tefsirinde de var, Fıkhında da var, Kelamında da... Şunu demek istiyorum, mevzu hadis bir problemdir, hiç kimsenin Kainatın Efendisi adına cümle kurma hakkı yoktur. Bizim sufilerde farklı bir durum daha vardır, diyorlar ki, “biz bazı hadisleri ilham yolu ile alıyoruz veya sahih olup olmadığını ilham ile öğreniyoruz.” Sûfilere göre ilham da bir bilgi alma yoludur, akıl gibi,beş duyu gibi. Fakat ilham yolu bizim zahir ulemasına göre “yol” değildir. Bu nedenle tasavvuf kültürümüzde zayıf hadisler vardır evet ama tasavvufun esas kaynağında Kur'ân ve Sahih hadisler vardır. İlmin kaynağı olan metinler var, bir de zaman içinde dahil olan metinler var. Sapla samanı birbirine karıştırmamak lâzım. Tasavvuf kitaplarındaki hadisler üzerinde birkaç tez yapılmıştır.

–Hocam, son dönemde bırakın tasavvufu sünnete karşı Kur'ân müslümanlığı adı altında bir kalkışma var.

–Bizim ilâhiyatçıların zaaflarından biridir bu, bazen Allah'a ders veririz, bazen Peygamber'e ders veririz, bazen Peygamber'i tashih ederiz, bazen Allah'ı tashih ederiz. Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir ederken bazen Allah'a akıl verir gibi tefsir yaparız, hadisleri tefsir ederken bazen peygambere akıl verir gibi tefsir ederiz. Maalesef böyle bir “haddi aşan” tavrımız var. Bu tuhaf bir hal. Buna benzer şeyler önceki dönemlerde de vardı şüphesiz ancak bu çağda iletişim araçları çok yaygınlaştığı için kimin ne konuştuğu hemen duyuluyor/yayılıyor. Sünnete nasıl bakacağız, Efendimiz'e nasıl bakacağız, O'nun dediklerine ne kadar, nasıl teslim olacağız sorularında problemlerimiz var. Çok lüzumsuz tartışmalara giriyoruz. Meselâ, Peygamber şefaat eder mi etmez mi? Bir konu açıyoruz ve farkında olmadan peygamber adına konuşmaya başlıyoruz. Veyahut şu, “Allah cüziyatı bilir mi bilmez mi?” Kelâmda böyle bir tartışma vardır. Allah adına karar veriyoruz, Allah onu bilir mi bilmez mi? Bu nasıl bir zihin yapısıdır? Sen kimsin? Sen ne biliyorsun, kaç kuruşluk bilgin var? Burada haddi aşıyoruz. Haddi aşınca Sünnet de yerinden kayıyor, Efendimiz'in dindeki yeri de kayıyor. “Kur'ân ölçüdür, Hadisi Kur'ân ölçülerine vururum, Kur'ân'a uyuyorsa alırım uymuyorsa almam” deniyor. Tamam da senin kafanla Kur'ân eş değer mi? Bunun Kur'ân ölçülerine uyup uymadığını nasıl tartacaksın? Bu kadar hassas teraziyi nereden satın aldın? Bu tip iddialı cümlelerimiz bizi çıkmaza götürüyor. Halbuki Kâinatın Efendisini anlayamadıktan sonra Kur'ân'ı da anlayamayız. Çünkü O bize Kur'ân'ı anlatmak için geldi. Peygamberi anlayamadığımız için Kur'ân'ı anlayamıyoruz. Allah’ın sözü: “Resûl’e itaat eden Allah’a itaat etmiştir” Zaman zaman öğrencilerime şöyle söylüyorum: “Her hoca kendi dersinin mühim olduğunu söyler, ama ben size başka bir şey söyleyeceğim. Bu fakültenin en mühim dersi Siyer-i Nebi’dir” Yani Kâinatın Efendisinin hayatıdır. O bilinmeden din bilinemez. Ama Siyer bir takım tarihi olayları, bazı rakamları ve yer adlarını ezberlemek değildir. Tıpkı Kur'ân’ı bilmek, âyet numaralarını ezberlemek demek olmadığı gibi.

–Hocam bir söyleşinizde gençliğinizde Nurettin Topçu'nun Hareket dergisini, Sezai Karakoç'un Diriliş dergisini ve Necip Fazıl'ın Büyük Doğu dergisini takip ettiğinizi söylemiştiniz. Bu isimlerden ve diğer takip ettiğiniz kişilerden nasıl feyizlendiğinizi, hatıralarınızı paylaşır mısınız?

–Benim üçlü bir sacayağım vardır; babam, İmam Hatip'de okurken İstanbul'da tanıştığım Nureddin Topçu ve Kayseri'de Yüksek İslâm Enstitüsünde talebesi olduğum Süleyman Uludağ. Elbette birçok insan var ama ben bu sacayağı örneğini çok kullanırım, tasniflerimi genellikle üçlü yaparım. Hattâ birkaç yıl önce yapılan bir röportajda bu üçlüyü şöyle anlatmıştım: kader, peder, fener. Bu yola girmemiz kader, bunda şüphe yok. İkincisi elbette peder. Fener de İstanbul İmam Hatip Okulu’nun olduğu yer. İmam Hatip okulu o zaman İstanbul'da bir tane, çok önemli hocalarımız var: Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, Tayyar Altınkulaç, Emin Işık, Saim Yeprem, İsmail Erünsal, Âdil Teymur, Muhammed Eroğlu. Orta okul talebesiyken Topçu ile tanıştım ve Hareket dergisine gidip gelmeye başladım. Emin Işık da Nurettin Topçu'nun talebesi... İstanbul'a geldiğimde Hareket, Diriliş ve Büyük Doğu dergilerin takip etmeye başladım. Bu dergiler sürekli çıkmazdı, bazen ara verirlerdi. Hem Topçu'nun hem de Necip Fazıl'ın sohbet ve konferanslarına katıldım. En az Sezai Bey ile karşılaştım çünkü Sezai Bey konuşmaz, sadece yazardı. Dolayısıyla bu üç kişinin benim kalbimin ve kafamın oluşmasında çok önemli yerleri vardır. Bu üç dergi aynı zamanda tasavvufa sıcak bakan dergilerdir. Yüksek tahsil döneminde Hareket dergisindeki arkadaşlar bana bir görev verdiler: Tekkeler konusunun yazılması. Geçtiğimiz sene bu kitabın basılışının kırkıncı yılıydı. Bir Kitabın Kırk Yılı adıyla bir de kitap çıktı, hocalarımın ve dostlarımın yazılarından meydana gelen. Bildiğiniz gibi 2017 de Cumhurbaşkanlığı kültür sanat ödülleri kapsamında Nurettin Topçu’ya da “vefa ödülü” verildi. Ben de Bursa’da bir “vefa kitabı” çıkardım. Yıldırım’ın Huzurunda N. Topçu adını taşıyan kitabın editörlüğünü yaptım. Aralıkta 2017 de Yıldırım Belediyesi tarafından basıldı.

–Hocam, Necip Fazıl'ın Babıâli kitabının sonunda Topçu ile ilgili hatıralarda menfi bir son var. Bu konuda kafam karıştı, siz iki ismi de tanıyorsunuz, bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz? 

–Bir defa iki ismin meşrebi farklıdır. Öncelikle bunu söylemek lazım. Tabir caizse, Topçu'nun meşrebi daha çok içe dönüktür, Necip Fazıl'ın meşrebi daha çok dışa dönüktür. Necip Fazıl büyük kitlelerin, alkışların adamıdır. O tarz bir mücadelenin adamıdır. Aslında Topçu bir dönem Büyük Doğu'da yazı yazmıştır ancak daha sonra meşreb farklılığı nedeni ile yolları ayrılmıştır. Emin Işık hocanın da Topçu'nun son günleri ile ilgili bir hatırası vardır. O günlerde Kısakürek hastaneye gitmiş, Topçu kanser hastası.. Necip Fazıl’a “ne yapacağız, nasıl olacak, yarın nasıl hesap vereceğiz” gibi endişeli sorular sormuş. Necip Fazıl da onu teselli için "Neden öyle düşünüyorsun Nureddin, biz Allah demenin yasak olduğu dönemlerde seninle mücadele ettik, vur kapıyı, gir içeri" demiş. Cenneti kastetmiş orada. Böyle bir celseleri de olmuş. Herkesin bir uslubu, bakış tarzı var. Liderlerin hepsi nev-i şahsına münhasırdır. Bugün yaşayan Müslüman mütefekkirlere bakınız. Farklılıkları onlarda da görebilirsiniz. Meselâ, Topçu bir zaman İslâm sosyalizmi terimini kullandı ve onu kendine göre, komunizme ve kapitalizme karşı savundu. Bu Necip Fazıl'a ve onun gibi düşünenlere hoş gelmeyen bir durumdu. Yine sınıflarda yıllardan beri dillendirdiğim bir sloganımla söze son verelim: “Büyükler hatalarıyla birlikte büyüktür.”


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Ekleyen : Yavuz    10.02.2018
Yorum : Teşekkürler Sinan abi, devam etmeyi ben de istiyorum inşallah.




Ekleyen : Sinan AYHAN    06.02.2018
Yorum : Meseleleri hep cevher noktasından kurcalayan ve cümleyi kalbi noktadan ele alıp esasa bağlamaya cehd eden, güzel bir (mülakat) olmuş; tohumu, mayayı ve ötesini göstermeye rotalı bir halin izlerini görüyorum her satırda, sorular da tam canevinden geliyor meselenin; sevgili Yavuz, tebrik ederim... Benzerlerini bekliyoruz...





 
Gazze biz ne öğretti?... - Sayı 119
Bir tufanın ardından: Fil... - Sayı 119
Adalet Mülkün Temelidir... - Sayı 112
Bir bürokrat şârih: Abidi... - Sayı 106
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun


40
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Kardelenden Haberler


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14591290
 Bugün : 1831
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 630675
 Bugün : 322
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 88
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim