İnsanın içindeki Hanifliğe ve Ümmiliğe çağrıdır Sinan Ayhan Sayı:
96 - Nisan / Haziran 2018
“Dünyanın soluk borusu”; Kudüs, Mekke, Medine… Ve hepsinin bir tamam yakın çevre dağarcığına saçılmış ilâhî tohumlar; peygamber adımları… O adımlar, hangi coğrafyaya ayak basmışsa orası kutsal… Aslında o adımlar atılmadan, zaten Allah’ın seçtiği yerler olmak bakımından, oraları kutsal; ama gel de kirletilmiş akla bunu anlat…
Bu coğrafyalar, kutsanmış topraklar, kutsanmış hal ve tavırlar diyarı mekânlar… Bu kutsanmış insanlık durakları olmadan dünya soluk alamaz ve insanlık kalb rengini bulamaz…
Akıl, şüphenin esiri olmuş akıl sorar:
–Dinler neden belli coğrafyalarda görülmüştür…
Nefsin cebinde kalmış bu akıl, yani kirletilmiş akıl dinlerin bir coğrafyada (Ortadoğu’da, Dicle ve Fırat arasından Nil’e kadar düğümlenen çevrede) nüveleşmiş olmasını bir arıza gibi görmek ve bunu da insanlığa bir arıza olarak bildirmek ister…
Onun derdi, en tepede ve rakipsiz olmak; dolayısıyla nefs ve nefsin cebine girmiş akıl, kendi dışında hiçbir kutsal kabul etmek istemez…
Üstad’ın yazdıklarından hatırladığım, yani buna benzer soruya O’nun verdiği cevap:
–Dünyanın soluk borusu…
Bu coğrafyalar, dünyanın soluk borusu da ondan…
…
Kudüs, giderse; Mekke ve Medine de gider, nefes gider, can gider ve dünyada nefes alınacak hiçbir yer, toprak, mekân, şehir kalmaz…
…
Büyüklerimiz bize yıllarca, batılı kafalara ait bir sözü hatırlattı durdu:
–İnsan, insanın kurdudur…
Hiçbir vakit, kabullenmedim bu sözü, hep bu cümlenin mânâsının tersini düşündüm; çünkü insana nefes olacak şeyin bu cümlede olmadığını bir bedahetle bildim.
Ders kitaplarına, günlük yaşayışlara iliştirilen bu ifade sadece kirletilmiş bir aklın, kirletilmiş bir ruhun tezahürüydü, o kadar…
Oysa insana can olacak söz, bir Afrika atasözünde geçiyormuş meğer…
–İnsan, insanın şifasıdır…
Hanifliğe karşı kirletilmiş aklın savaşı… Belki bu savaşı “Afrika” kazanacaktır, kimbilir…
…
Hanif olanın duru görüşündeki etkisini insanlık, belki yazarak, okuyarak kirletti; çünkü yazarken, okurken hep nefsini öne çıkardı ve her yapıp ettiğine nefsini kattı; “ben, ben…” diye diye haniflik iklimini unuttu… Benler arası kavgada, bir ben kaybederken, bir diğer ben kazandı; sonuçta ortada hep bir benlik oldu ve bu benlik kısır döngüye giren hayatın kirletilmiş akıl timsali oldu…
Yazdı, yazdı kendini yok ederek değil, yazdığının bir can yaratmak olduğu yanılgısına düşerek yazdı… Yazdıkça aklını kirlettiği gibi zaman ve mekânı da kirletti… Okudu, okudu “dünyaları ben yarattım” dercesine bir poz takınarak okudu… Bu okumalar içinde cahillik kumpaslarına gömülerek, kalbinin derinliklerini bile okuyarak kirletti…
Oysa insanoğlu kendini Allah’ın birliğinde yok eden bir “ümmî” olabilseydi; Kudüs’te şek ve şüpheye düşmeden nefes alabilecekti ve yedi kat göklere doğru, hakkıyla Mekke’de, Medine’de nefeslenecekti…
…
Her şeye rağmen, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisi (altın levhası) bize her şeyi apaçık gösteriyor…
“Ziyaretler ancak üç mekâna yapılır. Mekke’deki Mescid-i Haram’a, Medine’deki benim bu mescidime ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya. Oraya (Mescid-i Aksa) gidin ve içinde namaz kılın! Gidemez ve içinde namaz kılamazsanız, kandillerine zeytin yağı gönderin.”
Evet, her şeye rağmen yazmanın ve okumanın hakkını verememiş olmakla birlikte, “Kudüs” hakkında yazılar kaleme almaya çalışarak, kaleme aldıklarımızla belki Kudüs’ün kandillerine zeytinyağı göndermeye niyet ediyoruz; evet, belki bu kadar kirlenmiş, kirletilmiş aklımıza rağmen insandan insana şifa olarak; yazdıklarımızdan, okuduklarımızdan benliğimizi çıkarmaya cehdederek, yine yaza yaza, okuya okuya bir hanifliğe, bir ümmîliğe varmaya niyet ediyoruz; niyeti temiz olana Allah yol versin…
Ve “ilk taşı günahsız olan atsın”!
|