Yhl Kürsü Nizam Sayı:
51 - Ocak / Mart 2006
İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin feza çapında büyük eseri “Mektubat”, baştan başa, itikadın düzeltilmesi ve ihlâsın başlara tac edilmesi gibi, biri fikir, öbürü ahlâk, iki kanat üzerinde…
“Aman, itikat arsanızı tesviyeden geçiriniz; aman, ihlâsa yapışınız!”. Büyük eserin kutup noktaları bunlar…
Fikir, hakikate bakan göz; ihlâs da onun ışığı… Göz, görülecek şey ve ışık olmadan ne yapabiliriz?..
Kâfirde bile, nasipsizliği içinde, makûs bir ihlâs tecellisi bulunabilir; fakat münafıkta olmadığı bir hakikat düşmanlığı pususundan öteye hiçbir açık kapı bulunamaz. İhlâsa yer veren kâfir imana gelince tam gelir; fakat münafık kurtuluş vasıtası ihlâsı boğduğu için hiçbir yere varamaz.
Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin halifelerinden gizli bir papaz, bir ırmağı bir an için yüreğine düşüveren bir yıldırım sayesinde “ya Abdülkadır!” nidasiyle batmadan geçivermiş ve ırmağın öte kıyısında kendisini bekleyenlere “ben şu ana kadar münafıktım; şimdi imana geliyor ve mürşidime ihlâsla bağlanıyorum! Beni kabul etmekte devam ediyor musunuz?” demiş ve “kabul ediyoruz!” cevabını almıştır. Kabulünü dileyene de, kabul edene de hakikati gösteren ihlâs mucizesi… Bu mucizenin en yakıcı tezahürü Varlık Tacı’nın, dünya hayatı boyunca her hareketi… Tarihçi bir İngiliz, Kâinatın Efendisi hakkında “samimilikte, olduğu gibi olmakta, bir eşi görülmemiş insan” der de “Allah’ın Resulü” diyemez. Allah’ın Resûlü, memuriyetine o türlü inanmıştı ki, bu inanışa öyle olmaktan başka çare yoktu. Öyle olmak ve öyle olduğuna inanmış bulunmak, bir arada…
İhlâs, kırıntısından dağına kadar, en küçük iş ve yaşayış münasebetlerinden Allah ve Resulü karşısında alınacak tavır ve edaya değin hak ve hakikate pusu kurmayı önleyici öyle bir ahlâk düzlüğüdür ki, her şey onun üstünde heykelleşir ve o olmadı mı karanlık basar ve ortada şekil diye bir şey kalmaz.
“Yârabbi, bugüne dek senden ne kadar istiğfar ettimse şimdi de istiğfarımızdan istiğfar ediyorum!” duasını eden velî, mutlak halisiyeti, samimiyeti, ihlâsı arayan ve kurduğu her pusu yıkıldıkça yeni bir pusu kazıcı riyakâr nefsinden şikâyet eden muhlistir.
İhlâs ile edilen her dua peşinen kabul edilmiş ve her tövbe, günahlarını sildirmiştir.
“Muhlisler, ihlâs sahipleri büyük tehlike karşısındadır” hadisi, İslâm ahlâkının dış münasebetler ve dış hayat ölçülerinde bir (alârm) işaretidir.
Hak için hakkı iptal caiz olduğu gibi, olduğundan başka türlü görünmenin de hak ve icap belirttiği yerler vardır. İhlâsı ahlâk da “mâvuzulaleh – konulması gereken yere” oturtmak gerekir. Yoksa her mübalâgada olduğu üzere onu ifrata vardırırsanız, insan, hem maddede ve hem mânâda donsuz gömleksiz kalır ki, bu hesapsızlığa ve şeytan hizmetine geçmeye varır. Ah, ey hakikat; sen bir ayarlamadan, âhenk akordundan ibaretsin!.. “Haddini aşan her şey tersine inkılâp eder – Seyyid Abdülhakîm Arvâsî…”
RİYA
İhlâsın tam tersi riya, doğrudan doğruya münafık olmayan fertte de nefsin bir nevi süfliyet mesleği olarak yer edinebilir. Riyakâr, muhatabına hoş görünmek için lokomotife bağlı vagonlar misali, onun rayları üzerinde gitmeye meslekî bir zevkle mahkûm tip… Başkalarının “ene – benlik hizmetçisi, artık çiğneyicisi şahsiyet yoksunu…"
Bir de riyakârın temelsiz ve sahte teslimiyetine mukabil aşk ve hayranlık şeklinde tecelli eden bir eda vardır ki, biri ne nispetle kara ise öbürü o nispette ak… Birine ihlâs hasisliği, öbürüne de ihlâs cömertliği hâkim…
İsa Peygamber’in, zâniyeyi taşlayanlara “ömründe bu işi yapmamış olan taşlasın!” rivayetindeki hikmet “suret-i hak”dan görünenlerin riyasını ne parlak gösterir…
Bu mevzuda en bağlayıcı misâli Seyyid Abdülhakîm Hazretleri verdi. Bir gün karşısına geçip niçin cemaatle namaz kılmadığı sualine “riya olmasın diye” cevabını veren birine “bu da ayrı bir riyadır” buyurdular. Evet, toplu ibadetten kaçınan nefsin kendi kendisine riyası… Eğer o nefis bir nebzecik olsun, iman baskısı altında olmasa, tek başına namazı bile Allah’a karşı riya diye gösterebilir. Nitekim böyleleri de mevcuttur. İnanıp da namazı namaz için kılanların, ister cemaatla, ister tek başına riyaya düşmeyeceğini kestiremezler. Namazı başkalarına göstermek ve kılanların hali ile süfliyette her dereceyi aşan bir denaet… Meğer ki, inadına ve aksine düşmanlarına göstermek ve gafillere misal vermek olsun niyetleri… Her şey niyet ve ihlâs meselesi…
Riyakâr; yalanı vicdanına söyleyen ve onu kandırmaya bakan bir kandırılmış…
Riya olmasın diye tersine bir riya halinde günahlarını sergileyen ve buna “Melâmîlik” süsü veren gafiller, hem Melâmîliğin ne demek olduğunu bilmeyen, hem de şeytandan aldıkları teselli dersini ihlâsa nişane diye kullanan, nefs muhasebesi mahrumları…
Ayrı bir tarikat olmayan her tarikate dahil umumî bir meşrep belirten melâmet, işlediği günahı teşhir etmenin değil, her kötülükten kaçınmanın ve yaptığı her işi kötülük sayarak nefsten şikâyetçi olmanın mektebidir ve sahte melâmetlerin başı diye gösterilebileceğimiz, papaza günah çıkartmak rezaletini bir de hoparlöre bağlama ve ekrana aksettirme işidir.
Bir velîye soruyorlar: “Veli zina eder mi?” Mübarek zat riyadan o kadar uzak ve İlâhî “mekr – pusuya düşürme” ve cilveden öylesine korkaktır ki, şu cevabı veriyor: “Allah dilerse, evet!” Yani velî zina eder. Suali soranların edepsizliğine bakın ki, tecessüslerini “ya siz zina ettiniz mi?” demeye kadar vardırıyorlar ve şu cevabı alıyorlar: “Allah beni böyle imtihan etmedi.”
Sırasına ve yerine göre halktan kaçmanın veya halk’a hak talimciliğinde bulunmanın da riya koktuğu şekiller vardır; ve eğer halktan kaçılacaksa, bunu, halkın şerrinden korunmak için değil, halkı kendi şerrinden korumak için yapmak ve böyle bilmek lâzımdır.
YALAN
Allah’ın Resûlü’ne soruyorlar: “Mümin zina eder mi?”. Sükût buyuruyorlar. Soruyorlar: “Mümin yalan söyler mi?”. Cevap: “Mümin yalan söylemez!”. Bu sükût ve cevapta, yalanın ne demek olduğu bütün dehşetiyle ortada…
Yalan, hilkatin, dolayısiyle hakikatin bile bile tahrifidir ve Allah korkusu çeken mümin için imkânsızdır.
Kar ve yağmur altında bütün bir gün sözlüsünü bekleyen velîye “beklediğin adamın gelemeyeceği belli; hâlâ mı gözlemekte devam edeceksin?” diye sorulunca alınan karşılık: “Eğer sözleşme yerinden ayrılacak olursam onun yalancılığına hükmetmiş olurum; bunu yapamam!”…
Risatelete ermeden önce de O’nun sıfatı “Emin”…
Bir hadis âlimi, yeni bir hadis bildiği rivayet edilen bir insanı görmek için günlerce yaya yürüyerek o adamın yurduna gidiyor ve çiftliğinde onu uzaktan görüyor. Adam, elinde boş bir yem torbası, boşanan atını zaptetmek emelinde… Manzarayı gören hâdis âlimi, bu işte Şeriat ölçüsüyle bir kabahat olmadığını bildiği halde, “ben atını bile kandırandan hadis telâkki edemem” diyor ve geri dönüyor. İslâm’da doğruluk humması bu derecede…
İmza, inkârı kabul olmayan, fakat söz inkârı mümkün bir şey olduğu için verdiği sözü, imzaladığı senetten daha muhkem kabul edenler vardır. Böyleleri, hangi itikattan gelirlerse gelsinler İslâm ahlâkı içindedir.
Yalanın, bir de, hiçbir menfaat gözetmeyen hastalık biçimi, kandırma hastalığı şekli vardır. Bu biçimi ele alınmak gerektiği gibi, onun “Harp hud’adır” hadîsince makbul olduğu yerler de bulunduğunu düşünmek lâzımdır. Farkları akıl değil, vicdan tayin eder.
Yalancı, muşambadan tiyatro dekorlarındaki saray bahçesine davet ederken insan kafasını duvara çarptıran ve asfalt yol üzerinde çukur resimleri çizerek yolu engelleyen hakikat katilidir.
Kullarına doğruyu bulmaları için yalanı halkeden hakikat sultanı, Allah, gerçek hayata köprü olarak yalanların yalanı bu dünyayı ve en ulvî gaye olarak da onun yalanını çıkartma emrini verdi. Dünyanın doğruya benzer yalanlariyle yalana benzer doğrularını tahkik meşrebi içinde, dış yaşayışımızın bütün basit doğrularına yapışmak ve bütün basit yalanlarından arınmak borcundayız.
“Büyük Doğru”dan gelen nur aydınlığı içinde her işi doğru!.. İşte müslüman!..
“Büyük Doğru”ya sadakatiyle mümtaz ve her davranışında doğruya talip… İşte müslüman!..
Hadis meali: “Yarabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!”…
|