Hasret ve hüsranla geçen yıllar Halis Arlıoğlu Sayı:
105 -
Önceki Kardelen sayısı “Çin zulmünü ve Doğu Türkistan”ı konu edinmiş. Derginin sayfalarını karıştırırken yukarıdaki başlık bana, merhum O. Yüksel Serdengeçti’nin şu ateşli ve içli şiirinden biri olan “Ağıtlar”ı hatırlattı ve Vagonlarla Sibirya sürgünleri, M. Cemiloğlu’nun, Yusuf Alptekin’in çileli hayatları ile Âzarbeycan'ın işgâli, bir film şeridi gibi gözlerimin önünde tekrar canlandı…
“Yıllardır yıllardır, hayâller kurdum.
Seni anam gibi, aradım durdum.
Ey benim sevgili, ey Ana yurdum.
Nerde benim Oral–Altay dağlarım,
Akşam olur, sabah olur ağlarım…
Gövden bir yerde, başın bir yerde,
Aramıza inmiş bir demir perde.
Söyle Turan, sen nerdesin, ben nerde?
Nerde benim yaslı Tanrı dağlarım,
Akşam olur, sabah olur ağlarım…
Koskoca bir âlem göçmüş, yıkılmış,
Türbelerin, câmilerin yakılmış…
Meydanlara kara putlar dikilmiş,
Buhâra der, Semerkant der ağlarım,
Nerde benim Oral–Altay dağlarım?”
Şeklindeki yürek yakan uzun şiirini okuyup da ağlamayanın olacağını sanmıyorum... Fakat garip ve hazin olan şey; Müslüman Türkler olarak bizler, yurt dışındaki onca dindaş ve yurttaşlarımızın derdiyle dertlenip, onlar için gözyaşı dökerken, o zâlimlerin içimizdeki kolları kaleyi içten fethederek, tıpkı onlar gibi bizleri de kendi öz yurdumuzda ağlatmış ve inletmişlerdir. Örnekleri; Serdengeçti, Necip Fâzıl ve binlerce mazlum ve mağdur ilim ve fikir adamlarımızın hâlen süren hazîn ve yürek yakan hikâyelerdir. İşte o yapı ve zihniyetteki kimseler; önce siyâsette, ekonomide ve hukukta, diğer kesimlerde, sosyal ve ferdî alandaki faaliyetlerle, medyadaki kurum ve kuruluşlarıyla kaleyi çoktan ve içimizden fethetmiş durumdadırlar. Özellikle son günlerde Ankara ve Diyarbakır barosunun dîne ve Diyânet İşleri Başkanına kuduzca saldırıp livâtaya ve fuhşa sâhip çıkmaları, (28/4/2020 basından) oralarda bu tür iğrenç ve rezil illetlerle mâlul çok sayıdaki iffetsizlerin bulunduğunu göstermektedir. Ülkede 80–90 yıldır bu habâsetleri, (bâzı isimler ve sıfatlar altında) dinsizliği, anarşizmi ve inanç düşmanlığını besleyen, onlardan geçinen siyâsî bir yapı var. Bunların kirli ve karanlık geçmişi araştırılıp niçin bir hesap sorulamıyor? Şu an her nâmuslu yazar–çizer ve fikir adamı bundan şekvâcı durumdadır. Özellikle kasten yıkılan, satılan on binlerce mâbedin ve yok edilen millî tarihin hesapları, din değiştirme, Hıristiyan olma ve milleti inançsızlaştırma teşebbüsleri vs. Kur’ân–ı Kerîm’in çok yerinde kâfir, zâlim, münâfık ve fâsıklara lânet edilmektedir. Bu mütecâviz müfsitlerin teşhir ve tel’ini gerekmiyor mu! Siz o mülhidlerin küfrünü konu edinmez, tavır almaz ve onca hakâretleri, tecâvüzleri sîneye çekerseniz elbette durum değişmez ve bunlar yıllarca değil, asırlarca sürer…
İşte bu sebeplerden dolayı bizim insan olarak öncelikle evin içini ve kapının önünü bu necâsetten temizlememiz gerektiği düşüncesindeyim... Mustafa Armağan beyin “Tek Parti Devri” kitabında “1950–60 dönemlerinde tam 10 yıl boyunca CHP lider kadrosunun Cumhuriyet Bayramını kutlamalarına gitmeyip zamânın iktidârını boykot ettikleri yazılmaktadır.” (Sh. 133. ) Yıllar sonra ve şimdi de benzer zihniyetin yaklaşık 20 yıldır aynı sakîm ve sakat tavrını sürdürdüğü görülmektedir... Nitekim o kurumun başı; “Sen benim cumhurbaşkanım değilsin!” deme küstahlığında bulunuyor ve bu durum, karşı kesimdekilerin umurunda bile olmuyor. Üstelik yıllarca bu zihniyetin en ağır tahkir ve tezyiflerine muhâtap olan, mâruz kalan bir kısım onursuzlar şu an onların içinde, bir kısmı da yolda ve parti hazırlığındadırlar. Düşünün, bu ülkede başta PKK olmak üzere bütün şer örgütlerine payanda olan ve bir kuluçka makinesi gibi sürekli doğuran ve o şerirleri dolaylı veya doğrudan destekleyen inanç ve millî irâde düşmanlığında bulunan hangi siyâsî yapıdır? O zihniyet sâyesinde ülkede Maocu Moskofçu ve bir sürü türedi, çapulcular bütün teşkilâtıyla kol gezmektedirler. Bilmeyen onca angut ve dunkoflara bir kere daha hatırlatayım... Geçtiğimiz seçim döneminde İzmir’in Bostancı semtindeki trafoda Fidel Kastro’nun boy afişi vardı ve bu rezâlet aylarca orada asılı kaldı. Altında ise şöyle bir herze yazılıydı; “Fidel! Seni ve hizmetlerini (!) aslâ unutmayacak ve unutturmayacağız!” İşte ülkede bu tür zihniyete zemin hazırlayıp düşman yetiştiren siyâsî yapıdan nefret edip tiksinmeyen, lânetlemeyen onca hâin, lâin ve iffetsizler var...
Şimdi biz Çin’in, Moskof’un, Yunan’ın zulmünü anarken ve oradaki dindaş ve soydaşlarımza gözyaşı dökerken, içeride büyük ve ezici bir çoğunluğa aynı zulümler yıllarca yapılmış, yapılmakta ve iktidârı–millî irâdeyi tanımamaktadırlar. Ülkenin en değerli ilim ve fikir adamlarına; “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” dedirten ve hâlen bu zulmü sürdüren bir sistem ve zihniyetin onlardan ne farkı var!? Şu an bile bâzı belediye başkanlarının küstahlıkları ve başına buyruk halleri neden hiç kimsenin dikkatini çekmiyor ve bu iş sâdece Tayyip Erdoğan’ın derdi oluyor?
Bu ülkede düşman oldukları iktidarların sağladığı geniş imkân ve fırsatlardan sonuna kadar faydalanıp semiren, su aygırı – hipopotam gibi şişen ve aslâ bedel ödemeyen nice nankör, âdî, aşağılık ve sürekli saldırmakta olan, düşmanca tavırlar sergileyen pek çok kurumsal yapılar var. Yedikçe azıyor, kuduruyor, şımarıp–şirretleşerek nemrutlaşıyor ve firavunlaşıyorlar. Karşıda ise sözde ıslâh edici 50 bin küsur din görevlisi ve sayısız şeyhler, mürit–mürşitler (!) var. Yapılan onca vâzu–nasihatler kime yapılıyor, bu mürşit ve müteşeyyihler kimleri irşât edip uyarıyorlar? Ve bunun etkisi niçin hayata yansıyıp bir takım Marksist ve ateist artığı ucûbe militanların peşinde giden; milletin dînine–diyânetine, ezanına ve Kur’ân–ı Kerîm’ine câmilerine sürekli küfürde bulunanların hâli, bir kısım bufalo sürülerini niçin etkilemiyor? Televizyonlarda yıllarca bu işin uzmanları (!) ve dinden bahseden adamların onca konuşmaları, yazılan–basılan kitapların, tefsir ve meallerin, özellikle dînî konuların hikmeti, onları anlatanların etkisi nedir? Ve bunların semeresi o kesimlerde neden ve niçin görülmüyor? Çünkü bütün bunlar insan için ve sözden, dinden anlayanlar içindir. Oysa düşmana, düşmanın anladığı dilden ve kullandığı aygıtla karşılık verilmesinin gerektiğini gösteriyor. Aynısı ile karşılık verilmediği için şımarıp kuduruyorlar ve milletin başına belâ oluyorlar…
Mâhut susturma kânunları (Takrîri sükûn)larla bir hiç uğruna (şapka için) öldürülen onca ilim ve din adamları ile katlettirdikleri başbakan ve bakanlarla yetinmeyen o yapı, şu anki cumhurbaşkanımıza da aynı barbarlık ve cânilikle saldırmakta ve ölümle tehdit etmektedirler. Bunlar dîne karşı, dindara karşı, câmiye karşı, devlete–devlet başkanına karşı, millete–millî irâdeye ve her tür hizmete, yatırıma karşıdırlar. O yüzden ülkenin kalkınmasına karşı olan bu şekil sakîm ve hastalıklı bir zihniyetle hakîkaten ülkemizin başı sürekli derttedir. Şu an bile darbe özlemi çeken hayâsız ve hâinlerin uğursuz sesleri duyulmaktadır. (30/4/2020 basından) İşte böylesine her şeye karşı olan ve kendi sadist emelleri ve zihniyetlerinden başka herkesi, her müspet olayı düşman gören ve belleyen çarpık, sapkın bir yapı ile uğraşmak gerçekten kimlerin görevidir!? Artık önde gidenler bu zulümleri görerek ve bizzat yaşayarak öbür âleme göçtüler. Bizim ömrümüzde onlar gibi hasret ve hüsranla mı son bulacak!? Yoksa merhum M. Âkif’in hicrânını anlatan;
“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin yoksa felâhı!?
Diyerek sürekli gözyaşı mı dökeceğiz?
|