Kundera'nyn Kutsal Kipleri ve Kitaplary ?zerine Sinan Ayhan Sayı:
56 - Nisan / Haziran 2007
Kundera’nın "Perde" adlı, roman kuramını eşeleyen kitabında perdeyi tarifiyle gelen seyahat, yazınsal bir bilincin unsuru gibi gözüküyor. Bu yüksek bilince göre "hazıryorum" ve "gerçek kopyacılığı"nın perdesini yırtan eldir roman; yani düzyazının saptırılmış, kışkırtılmış ön ve arka belleği. En azından Kundera’nın "yazın kadrajı" romanı böyle işaretliyor.
İnsan trajik olanı kendinde biçimlemeyi sever; ama bu katmanda gerçek ne kadar çıplaksa o kadar görünmez olur; oysa insanın bütünüyle kucaklanması ve bilincin henüz girilmemiş karanlık odalarına girilmesi için yeninin tarihi olan bir katmanın keşfedilmesi gerekir; bu katman bir dizge olarak düzyazıda gizlidir ve yüksek ideallerin yuvalandığı bir gözlemevi kimliğiyle de kutsaldır. Bu katman Fielding’in Tom Jones’undan Kafka’nın Gregor Samsa’sına ‘agelastie-gülmeyi bilmeyenler’e karşı aforoz edilmekten korkmayan bir soyun deney kabı veya kutsal kâsesidir. O kutsal kâsenin derinliklerinde, kaybolduklarını bilmeyen kayıp ruhlar ve roman kahramanları hurufat ve kelam suretinde yüzmektedir.
Perde yırtılmıştır, ama bunda sadece Don Quijote’un parmağı veya Cervantes’in kalemi yoktur; bu konuda Fielding ve Tristram Shandy ile Laurence Sterne de yeterince kahramandır... Bu liste Kundera’nın cebinde oldukça kabarıktır.
Yeri Göğü Didikleyen Kargaşa ve Düzen: Turnusol Yazar Tipi Kundera, Nietzsche’nin yüzyıla asılı kalmış sert gülümseyen mimikleridir sanki. İkisi arasında bir üslup akrabalığı, bizce iddia edilebilir bir şey.
Nietzsche, kimilerince felsefeci sayılmaz. Ama herkesin kurduğu estetik dünya farklıdır. Bizim lügatimizde Nietzsche şevkli ve neşeli bir felsefi çehrenin temsilcisidir. Sadece bu kadar da değil, Nietzsche yüksek bir mizahtır.
Nietzsche’nin satırları, geçen zaman üzerine boyanmış yaşam kareleriyle kıyaslandığında; o kadar komik bir manzaraya çıkmıştır ki ortaya, bu satırların kimyası karşısında duran olağan dünyayı tepkimeye soktuğunda geriye kalan sadece havadaki gizli "harf-baskı" gülümseme olmuştur. Bu yönüyle aynı hin çizgilerde Kundera da, benzer ayırt edici bir portre çizer; yeni ve genç olanı geçkin ve tavsamış olandan ayıklayan bir turnusol gibi; yani bir nevi turnusol yazar tipi...
Milan veya Roman Kundera: Bir Şeyin Devamı Olma Bilinci ve Romanesk Değer Sanatın, diğer hiçbir alana benzemeyen bir tarihi vardır. Estetik değer olmasa, kronolojik seyir etrafında kümelenen eserler ve kimlikler sanat algısını bir çöplük iklimine getirirdi. Kundera, ne olursa olsun, süreci tarihsel bir evrim bağlamında algılıyor. Dolayısıyla her şartta devamlılık bilincinin yeni bir şey ortaya koymayanı gülünç duruma sokacağını düşünüyor.
Rabelais, Cervantes, Swift, Defoe ve benzerleri başlı başına bir tarih oluşturdu, üstelik hiçbiri kendisini bir şeyin kurucusu olarak görmedi. Onlara o sınıflanma değerini estetik bir algının eleştirisi verdi. Onların tanınma sebebi, "kendilerinden sonra gelenlerin gözünde, ilk büyük romanesk değerleri temsil etmeleridir."
Yazarlar, öldükten sonra kuramcılar tarafından bir nesne gibi kullanılır. Artık dünyaya bakışlar onların üzerinden geçinilerek gösterilir. Aslında bu dizge bir estetik kurma kaygısından doğar.
Herkesin ahlâk anlayışına göre kurguladığı hiyerarşik bir düzen vardır. Örneğin Kundera’nın öncelikleri; Rabelais’i,Cervantes’i, Fieldieng’i fişleyip dosyaladığı bir zihin rafı düzeni üzerinden çalışır. Bu bir sanat estetiğine izdüşen sınayıcı bir düzenektir. Bize konuşurken o yıllarca cevaplanmış soru birikimden yola çıkarak konuşur. Masumca veya hince taraf tutar. Gargantua veya Don Quijote onun için bir icatlar kütüphanesinin silinmez parçalarıdır. Bir devam ancak onlar üzerinden kurulur. Bu devam da (ona göre) Avrupa’nın bir "inventio-icadı"dır. İnsan doğasının bu gizli yüzünün keşfi bir üsluplar dizgesi veya böyle kip sekmeleri etrafında yeşerip büyümektedir.
Roman: Elle Tutulur, Gözle Görünür Olanın Anlatılmazı Anlatma Çabası Edebi dil, bir üslup hakimiyetidir; "baktığımız her şeyin gerçek ve öz haline derin ve hızlı bir nüfuzun" üslubu... Roman sezgisel yasalarla ortaya çıkan bir varoluş idrâkidir. O sadece zihinde dolaşan bir bulanıklık, bir kuruntu, bir kasvet ve onlardan örülü bir dil değil; hayatın günlük, somut, maddeye dökülmüş yanlarını da kazıyan, yer yer zehir ve panzehir olarak bilinçaltında şişeleyen bir dilbilgisi koleksiyonudur.
Edebi dil, bir üslupta ne zaman kişileşse o artık önü alınamaz bir füzyondur. Shakespeare’in gölgesi sazlıklarda dolaşır, kafataslarında danseden akrepleri besler; Wilde’ın zindanı, Eliot’un sırtını pencere pervazlarında kaşıyan ışıklarda yıkanmış ağzı olur. Edebi dil, dokunduğu yerde bir ruhtur.
"Ortadan Silinen Nedensellik" Kipi, Şimdiki Zaman ve Öte Kipler Üslubun ilk vazgeçtiği kale, "story-olayların, edimlerin, diyalogların nedensel bir bağ üzerinde anlatılması" olmuş. Yeni anlatım kipi bütün anlam üzerine kurulmuş. Fielding "story"i reddetmiş, kendi kuramında ısrarlı olmuş ve romancının metne istediği yerde ve istediği zamanda müdahale etme hakkını yeni roman kodlarının karakter unsuru yapmış; Sterne’e de bütünsellik üzerinden romanesk değeri kavramak kalmış. Kundera’nın kuramsal senaryosu böyle başlıyor.
Epik yabancılıktan kaçınıp insanın doğasının üzerindeki örtüyü kaldırmak... Sıradanın sıradan olmayan yanını keşfetmek... Geçmişi sahneler halinde ortaya koymak... Bir literatür dokusu olarak bütün bu kipler "şimdiki zamanda biriken varoluş dekoru" üzerinde odak...
Kundera’nın hiyerarşik çevresinde Balzac "geçmişi sahneler halinde sunan", teatral üslubun öznesi olarak görülüyor; benzer tarzın değişik kiplerini yeryüzüyle buluşturan bir diğer temsilcisi ise Dostoyevski. Romanesk ölçülerde gerçeğe benzerliği yakalamak başat değer; buna göre her yazar romanesk kiplerin başlıkları etrafında pekâla başka başka sınıflar işgal edebilir. En nihayet Balzac’ın betimlemesiyle, Dostoyevski’nin ruh çözümlemesi bir değil. Keza bilinmeyeni keşif serüveninde Flaubert, Tolstoy, Proust da "romanın ne olup olmadığı düşüncesini" farklı kiplerle sınayan ayrı ayrı üslup doruklarıdır.
Romanesk kipler bir çekirdekten doğarak eşik zamanlar ve hünerli eller boyu giyinir. En cazip giysi eşiklerinden biri önemsizin gücünde esriyen gündelik olanın akışında ilerlemek çizgisidir. Prens Mişkin Dostoyeski’nin elinde ne kadar zor olsa da hayata karışmak ister, bazen üzerine üzerine gelen hayatın pençesinden kaçmak da imrendiği bir şeydir; ama o aynı zamanda sıradan bir sigara tiryakisidir. Bazen Alonso Quijada’nın diş ağrısı epik görgülü bir Homeros kahramanın yaptıklarından daha büyük bir hacim kaplar. Cervantes’in yırtığı perdeden ilham alan bütün romancılar kahramanları üzerinde böyle ilahlık taslar.
Romanın Poetikası: Bilinç Akışı Her şeyden önce kelam vardı. Bilinç aktı, kelam donakaldı. "Stream conciousness-bilinç akışı", Stendhal’in bir roman sahnesinin ortasında diyalogları kesip karakterin gizli düşünce sesiyle buluşmasıyla kişileşti, ama Tolstoy’un Anna Karanina’sıyla evlendi, soyunu devam ettirme imkânı buldu ve ondan doğan çocuklar bazen Joyce’dan Ulysses’ce bir iç monolog bazen Sartre’ın çarmıh yazısından bir "duvar" sesi çıkardı.
Roman kipleri giydire giydire kendine bir "roman poetikası" ördü. Sartre’ın duvar hikâyesi Prens Mişkin’in ağzından daha önce anlatılmıştı. Bir farkla Sartre’ın gözü bilincin etine gömülüydü. Teknik, betimlemeyi esrar olmaktan çıkardı ve bir varoluş yaptı. Ulysess ise şimdiye kadar adlandırılamayanın peşine düşmüştü; Kundera’nın tabiriyle Joyce’un dev mikroskobu dar zamanlarda romana geniş ve serbest bir poetika sundu, bir deneysel yüzün devam bilinci olarak.
İnsanlığın Ortak Mirası: Dünya Edebiyatı Dünya edebiyatı bir yazardan bir yazara, arada bir organik bağ olması şart olmadan ilerleyen bir bayrak yarışıdır ve insanlığın kendiliğinden icat ettiği ortak mirasın güdücü unsurlarındandır. Gerçi Kundera’nın iddiası Heidegger’in yunan felsefesi muhafızlığı gibidir. Ortak miras sınırlarını sadece Avrupa (ve onun uzantısı saydığı Amerika)’da görür.
Bu şahsi bağlamda Kundera, Avrupa düşüncesinde küçük ulusal bakışın yıprattığı entelektüel bir perspektife karşı çıkar. Dünya ölçeğindeki edebiyatı şekillendiren bir Avrupa görgüsü ister. Avrupa açısından şöyle bir manzara gıpta edilecek bir manzaradır: "Sterne Rabelais’ye tepki göstermiş, Diderot Sterne’den esinlenmiştir. Fielding durmadan Cervantes’e gönderme yapar, Stendhal kendini Fielding’le kıyaslar, Joyce’un eserleri Flaubert geleneğinin bir uzantısıdır, Broch kendi roman poetikasını Joyce hakkındaki düşünceleri üzerine geliştirir, Garcia Marquez’e gelenekten çıkmanın ve başka türlü yazmanın mümkün olabileceğini anlatan Kafka’dır." Kitabın başka bir yerinde Kafka’nın Slav kültürünün getirdiği gereklerden çok Flaubert’in dil kurmacasından etkilendiği söylenir. Bizim anlayışımıza göre "Gogol’un paltosundan çıkma" serüveni tarihsel diyalektik içinde henüz bir kesintiye uğramamıştır; Kafka hâla o Slav düşünce genetiğine de yakın durmaktadır.
Yazarların itirazları ve onayları sonucu ortaya çıkan kuramsal büyük bağlamdaki "göbek-bağı"; kip dönüşümleri sonucu edindikleri "romanesk-soy" onların bir tarih ve estetik zevkini oluşturan bir külliyat mıdır; yoksa Kundera’nın kendi kutsal yazarları üzerine çektiği bir belgeseli midir, bilinmez. Ama onun Goethe’nin ifade ettiği "die Weltliteratur-Dünya Edebiyatı" ölçeğinde ulusal edebiyatların ötelenmesi meselesini hatırlatmış olması ciddi bir tekliftir. Bu literatür kıstaslı bakışı, Kundera şöyle ispatlamaya çalışır: "...çağdaşları tarafından değeri daima küçümsenen Rabelais’yi en iyi anlayan bir Rus’tur; Bakthin; Dostoyevski’yi en iyi anlayan bir Fransız’dır: Gide; Ibsen’i en iyi anlayan bir İrlandalıdır: G.B. Shaw; James Joyce’u en iyi anlayan bir Avusturyalı: Hermann Broch’tur; Kuzey Amerikalı büyük yazarlar kuşağının (Hemingway, Faulkner, Dos Passos) dünya çapındaki önemi en başta Fransız yazarlar tarafından keşfedilmiştir..." Ulusal etki alanından mekân olarak uzak kalmış olmak, Kundera’nın iddiasına göre, yorumcuyu yerel sınırlardan uzaklaştıracak ve onu estetik bir büyük bağlama, "die Weltliteratur"a getirecek bir unsur olarak ortaya çıkacaktır.
Orta Avrupa’nın Büyük Romancı Takımyıldızı: Kafka, Musil, Broch, Gombrowicz ve Kundera’nın Kutsal Kitap Listesi Perde’nin bir deneme kitabı olduğu ortada olabilir; ama biraz fantezi yapsak, onun bir tür roman olduğunu söylesek, fazla saçmalamış olmayız. Çünkü Kundera’nın takımyıldızı diye tarif ettiği Kafka, Musil, Broch, Gombrowicz kahramanlarının kutsallığını başka kitaplarda başka söz aralıklarında ilan etmiş ve defalarca altını çizmiştir. Ama her defasında bunu, kendi "roman poetikası"nın değişik bir kipini ortaya koymak için yapmıştır.
Kafka’nın Amerika’sından Dava ve Şato’suna istisnasız bütün kitapları, Musil’in Niteliksiz Adam’ı, Broch’un Uyurgezerler’i, Gombrowicz’ Ferdydurke’ü ve Pornografi’si Kundera’nın o büyük estetik bağlamda kutsallaştırdığı kipler taşır ve onun için birer kutsal kitaptır. Bu takımyıldızını bir ulak derecesinde şair görür, biçimdeki yenilik tutkularından dolayı onları takdir eder; ama aynı zamanda onları romanın anti-lirik şiir yazıcıları olarak da adlandırmaktan çekinmez.
Aslında Tom Jones, Don Quijote, Tristram Shandy, Goriot Baba, "Bouvard et Pecuchet" ve Duygusal Eğitim, Anna Karenina, Budala, Kayıp Zamanın İzinde ve diğer kitapların kutsallığı Kundera’yı sarhoş etmeye yeterdi; bu aşk onda kitapların kitabını doğurdu, (onun gözünde) bütün o kutsal kitapların bir manifesto gibi birkaç kipi maddeleştirdiği büyük bağlam kitabını, "roman poetikası"nın henüz tamamlanmamış serüvenin gizli kitabı olarak "die Weltliteratur" kitabı kendi kendini yazıyor olmasaydı. Kundera, işte bu kutsallıklar içinde, bir ulak olmayı da saklı tutarak, kendince şerh veren bir havari olmayı tercih etti...
Sui Generis: Kendi Eşsizliğinde Olan ve Sadece Romanın Söyleyebileceği Şey Roman şeylerin ruhuna inen kendi eşsizliğinde olan bir sanattır ve kendi kiplerine göre bir ahlâkı vardır. Bu noktada Kundera Broch’un ağzından konuşur: "...şeylerin ruhuna inmek ve iyi örnekler vermek birbirinden farklı ve birbirine zıt şeylerdir..." Roman, şeylerin ruhuna inmekle ilgilenir; bu yüzden bir cinayeti sayfalarca anlatmak onun yapısını bozan bir şey değildir.
Sartre’ın karakter tiyatrosuna karşılık durum tiyatrosunu savunması "şeylerin ruhuna inmek" kipiyle ilgilidir. Başka hayatlar hayal etmenin eşyası da buradadır. Kafka’nın üç romanı aynı durumun üç değişik versiyonudur. Sadece romanın söyleyebileceği yeni şeyler, anlatım imkânlarının sorgulanacağı alan Kafka’da görüldüğü üzere hayalin sınırlarını genişletmiştir.
Musil’in ve Broch’un daha önce kimsenin yapmadığı şekilde düşünceyi romana sokmaları, kompozisyon alışkanlıklarını bozmuş, ama tadına varılmaz bir düşünen roman performansını gün yüzüne çıkarmıştır. Şeylerin ruhuna inme eğilimi anlatım imkânlarının türetilmesine ortam sağlamıştır. Örneğin, Niteliksiz Adam bir varoluşcu ansiklopedidir ve asla filozofça bir fikir yürütme unsuru taşımaz; çünkü kitap roman niteliğinin dışında da kalmak istemez; bunu sadece bir romanın söyleyebileceği şeylerin bir imkânı olarak işaretler.
Gerçeğe benzemeyenin sınırı artık kontrol altında değildir. XX. yüzyılın romanı iki büyük yıldızla aydınlanmıştır; bunlardan biri gerçeküstücülüğün yıldızı, öbürü ise varoluşçuluk yıldızıdır. Kafka bu iki yıldızın kip dizgesini önceleyen romancı olarak gerçeğe benzemeyenin sınırını aştıktan sonra anlatım imkânları sonsuz bir ufuk kazandı. Artık kimsenin bunu böyle yaparsan roman olur, gibi bir otoriterlik taslama şansı kalmadı. Kundera farklı olarak böyle bir açılımın öncülerinin XIX. yüzyılın Alman romantikleri olmadığını ifade ediyor ve bu boş kürsüye Kafkaesk kipleri koyuyor...
Güzel Olanın Soluğunda Harfler Bulmak Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığı, anlatım imkânlarının ulaştığı dönüşüm açısından iyi bir örnektir. Marquez, "her şeyi hem gerçek, hem gerçekdışı, hem de sihir dolu bir alem olarak yüceltebilmiş" ve sıradanın sıradan olmayan kanadında, nesnel alemin güzellik sezgisine denk düşen üslubunda bir esriklik hali içinde kalmayı başarmıştır. Yüzyıllık Yalnızlıkta Balzac’ın kipi olarak anılan "sahneci-teatral" yan yoktur; sahneler anlatım içinde eriyip gitmiştir.
Roman, "parçalanmış modern dünyada; insanı bütünüyle kucaklayan bir gözlemevidir." Güzel olan, iyi ve doğru olana aynı mesafede modern dünyaya bir soluk üflemiştir. Bu güzel olanın soluğunda eriyen harfler Romanın düştüğü beyaz perdedir. Belki roman bir gün kendi perdesini de yırtacak, anlatım imkânları içinde yepyeni anlatım biçim ve türlerine doğru başka başka şekillerde, kodlarda, kiplerde, değerlerde, dizgelerde, poetikalarda kendini gösterecektir. Kundera’nın kuramı değilse bile, romanı bu büyük bağlam içinde sayılır.
|