Kuşlar Emine Öztürk Sayı:
120 -
Kendince yazı çalışması yapıyorsun her gün aynı, sabahın erken saatlerinde. Dış kısmı mor renkli olduğu halde mavi yazan kalemin elinde, aklına ne gelirse yazıyorsun saman kâğıtlı defterine, tam beş sayfa. Kelimeler zihninde halay çekiyor ama hiç birinin ayağı diğerine uymuyor. Bunları nasıl hizaya sokacağını henüz tam olarak anlayamasan da, çalışa çalışa düzelteceğine canı gönülden inanıyorsun. Şimdi Kardelen dergisine göndermek üzere Üstad Necip Fazıl ile ilgili hikâye yazmak istiyorsun. Önünde “Kafa Kâğıdı’’ sen ona bakıyorsun, o sana bakıyor. Nereden nasıl başlayacağını bilmiyorsun. Yıllar önce Eyüp Sultan Hazretlerinin Türbesini ziyaret etmiştin. Ardından Pierre Loti denilen tarihî kahveye kaygan taşlı yollardan ağır ağır ilerleyerek çıkmak ve Haliç manzarasını izlemek istemiştin. Kabristanın minare gibi göğe yükselen, kendine mahsus keskin kokulu servi ağaçlarının gölgelediği yokuşta dinlenmek için durmuştun. Üstadın “Kaldırımlar’’ şiirinden bir kıta gelmişti aklına;
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.’’
Hayal mi gerçek mi bilmiyorsun ama sanki her bir mezar taşı bir şeyler anlatıyor gibi gelmişti sana. Kimisi çok hüzünlü, dünyada boşa geçen yıllarına içten içe değil çığlık çığlığa ağlıyormuş gibi… Kimisi dünyanın telâşelerinden, imtihanından kurtulmuş, ebedî istirahagâhına çekilmiş surun üflenmesini bekler gibi…Kimi de “Bak biz kıymetini bilemedik, bir daha gelinmiyor buraya, iyi değerlendir’’ der gibi gelmişti sana. Bu hal üzere yürürken sol tarafta bir kabir dikkatini çekmişti. Aslında dikkat çekecek bir şey yoktu; sade bir mezar taşı, Haliç’i mi izler, gelen geçene nasihat mı verir, Sur’u mu bekler bilinmez. Ama senin dikkatini çeken el yazısıyla ismi; Necip Fazıl.
Nasıl da heyecanlanmıştın, tam da şiirini düşünürken karşına çıkıverince. Kabrinin burada olduğunu bilmiyordun. Buradan bir hikâye çıkar mı diye düşünüyorsun.
Hikâyeye kurgu oluşturmaya çalışırken anıların etrafında geziniyorsun. Böylece çoğu zaman kendini bir anı yazarken buluveriyorsun. Olay, karakterler ve mekân çantada keklik. Bir de en önemlisi hikâyeyi hikâye yapan çatışma oluşturman gerekiyor. Zorlanıyorsun. Ev ve iş yaşamındaki sukunete muhtaç halinle tezat oluşturuyor bu durum. Saate bakıp işe gitmek üzere hazırlanmak için kalkıyorsun, oturduğun püsküllü, yeşil koltuktan. Esneyip gerinerek banyoya giriyorsun. Yıkandığın soğuğa yakın su zihnini daha da hareketlendiriyor. Her gün ne giyeceğim diye düşünmek istemiyorsun. En çok giydiğin, rahat ettiğin, yakası darlamayan siyah bluzunu ve beli sıkmayan esnek pantolonunu giyip, kırmızı çantanı alarak, evdekileri uyandırmadan çıkıyorsun. Arabana atlayıp, Tepebaşı’ndaki muhasebe bürosunda seni bekleyen tonlarca işin arasına dalıyorsun kahvaltı bile etmeden. Sandalyene oturduğunda ilk önce, masana bırakılmış sigara ve küf kokulu kırışık faturaları tarih sırasına göre diziyorsun miden bulanarak. Oldun olası hiç hazetmezsin bu kokudan. Açtığın pencereden giren serin rüzgârla üzerine delgeç koyduğun faturalar havalanadursun evrak çantasını kaptığın gibi muhasebe işlerini yaptığın markete doğru gidiyorsun. Koca çınarın gölgelediği Şehitler Parkı’ndan güvercinler tepene pisletmeden çabucak geçiyorsun. Aklının bir tarafında marketin işleri diğer tarafında da hikâye. Ayın 15’ine kadar marketin tüm banka ekstrelerini muhasebeleştirmek, 20’sine kadar da faturalarını işlemeyi bitirip KDV beyannamesini çıkarmak istiyorsun. Hikâyeye odaklanmaya çalışıyorsun yürürken. Aklındaki tele pek çok kuş konuyor, kuruyemişçinin, parfümerinin, bankanın, postanenin, çiçekçinin önünden geçip, market binasına girerek, asansörün çağrı düğmesine basana kadar. Asansörün kapısı açıldığında emekli olup ikinci işinde çalıştığı halde karısını bir türlü memnun edemediğini her karşılaşmanızda anlatan Rıza çıkıyor karşına. Asansördeki aynayı silip, cebine koyuyor bezi. Aklındakilerin bir kısmını kaçırıyor. İnşallah yine karısını anlatmaya başlamaz diye dua ediyorsun içinden.
Çok seviyormuş karısını Rıza. Kendilerini bildi bileli aynı mahallede oturmuşlar, beraber okula gitmişler, beraber oynamışlar. İstop oynarken hep Zarife’ye pas atarmış. Koşarken at kuyruğu bağladığı, beyaz sabun kokulu, simsiyah, kıvırcık saçlarının sağa sola dağılması çok hoşuna gidermiş Rıza’nın. Askere bile gitmeden üvey babasının evinden kaçırıp basmış nikâhı Zarife’ye gelinlik giydiremeden. Nohut oda bakla sofa bir ev tutmuşlar. Mutfakta bir tencere, iki tabak, bir odada sade bir yatak, diğer odada eski iki kanepe, kapının arkasında darı süpürge, yerde dokuma kilim, duvarda eşantiyon takvim… Tüm bunlara kimsenin minneti altında kalmadan Rıza’nın aylığıyla birkaç taksitle sahip olmuşlar. Zarife küçük bahçelerine marul, maydanoz eker, dut ağacının altında yedikleri yemeklerine katık ederlermiş. Mutluymuşlar. Dokuz ay sonra ailelerine katılan ikiz yavrucaklar mutluluklarına mutluluk katmış ama maddî sıkıntılarını da bir o kadar artırmış. O sıralarda geçirdiği bir kulak hastalığı yüzünden sağ kulağı tamamen duymaz olmuş Rıza’nın. Eş dostun akıl vermesiyle malulen emekliliğe başvurmuş, emekli olmuş. Yarı sağırlığına üzülmemiş dense yeri var.
Rıza’ya anlatma fırsatı vermemek için soru yağmuruna tutuyorsun, altıncı kattaki muhasebe bürosuna gidene kadar. O da büyük bir hevesle havadan, sudan anlatıyor. Elinde süpürgesi, haftalığını ön muhasebedeki Dilara’dan almak için seninle geliyor, odaya giriyor. Bir oh çekiyorsun, ben kurtuldum, Dilara düşünsün artık. Sesli oh çektiğinin farkına varıyorsun, Dilara imalı bir bakış atıyor sana. Gülümsüyorsun göz kırparak. Masana oturup bilgisayarını açıyorsun. Aklındakileri yazmak için çantandan defterini çıkarıyorsun. Kaldığın sayfayı bulup kalemi eline aldığında kalakalıyorsun.
Rıza’nın sesi kulaklarında çınlıyor, dün müdürün, kokmuş paspas yüzünden onu fırçaladığını, canının çok sıkıldığını, bu işi bırakacağını, eve gidince Zarife ile kavga ettiklerini, ona tokat attığını, çok pişman olduğunu anlatıyor. “Elim kırılaydı da vurmayaydım” diye sızlanıp duruyor. Marketten çıkıp evde fırtınalar estiren şiddetin sana da bulaşmaması için kulaklığını takıp radyo açıyorsun. Bu arada teldeki kuşların hepsi uçup gidiyor. Rıza’yı suçluyorsun. Nerden çıktı karşına sabah sabah, sadece kuşları değil keçileri de kaçırtıyor sana. Senin de Zarife’nin de…
|