Bismillah Emine Öztürk Sayı:
123 -
 Birkaç kere çaldıkları, üzerinde Besmele yazılı kapı yavaşça ardına kadar açıldı. İçeriden hızla kaçıp yayılan sıcak hava yüzlerini yalayıp soğuktan uyuşmuş bedenlerini sarıp sarmalayıverdi.
“Hoş geldiniz, hoş geldiniz!’’ diyerek davudî sesi, dudaklarıyla değil gözleriyle gülümseyen, pembe yanaklı çehresi, şefkat dolu kollarıyla tek tek sarıldı Ayşe. Sıra Rahma’ya gelince ikisi de durup bir an birbirlerine baktılar. Rahma’nın bütün azalarından hüzün akan duruşu içini parçaladı Ayşe’nin. Kıyafetleri gibi sürmeli gözleri de karalar bağlamış, yastaydı sanki. Bu hüznü dağıtmak, bir nebze içine su serpmek istedi. Rahma derin bir nefes aldı. Az önce bordo renkli, boyunu olduğundan uzun gösteren elbisesi, pamuk gibi bembeyaz başörtüsü, ferahlıkla birlikte ulvî bir nefes üfleyen gül kokusuyla karşısında duran kadın, sımsıkı sarılıyordu annesi gibi.
Annesinin en sevdiği çiçekti gül. Zeytin ağaçlarının gölgelediği bahçelerinin her köşesini rengarenk güller süslerdi. Gün ağarırken bahçede güllerin arasına oturup onlarla konuşan annesi, Halep çarşılarından gül yağı getirtip sürerdi bileklerine, boynuna. Kurutulmuş gül goncası katardı içtiği sulara. Sıcak yaz akşamlarında avlusuna gelen komşularına gül şerbeti ikram ederdi. Çok özlemişti annesini.
Ayşe, Rahma’yı yavaşça kollarının arasından bıraktı, elini tuttu, yer gösterdi sofrada. Buyur etti hepsini. Bembeyaz, kenarları sırma işlemeli masa örtüsünün üzerinde birbirinden güzel, çeşit çeşit yemekler bir hizada diziliydi. Önlerine konulan, yarıya kadar doldurulmuş, üzerinde kokulu dumanlar tüten çorba kasesi, sağında katlanmış peçetenin üzerine uzanmış çatal, kaşıkla beraber ezanı bekliyorlardı.
En son ne zaman böyle bir sofraya oturduğunu hatırlaması için zihnini iyice kurcalaması gerekti. Dehşet günlerinden birkaç ay önce toplanmıştı; eş, dost, akraba, konu, komşu. Kazanlarla yemekler yapılmış, bahçelerine, evlerinin önündeki sokağa uzun sofralar kurulmuştu. Oturduğu gelin koltuğunun yanındaki damat koltuğuna sokaktan geçerken genç kızların pencerelere üşüştüğü, ailesinin gözbebeği, komşularının oğlu Abdurrahman oturunca heyecandan lokmalar boğazına dizilmiş daha aşağıya inememişti. Her gün eşinin işten gelmesini pencerenin önünde bekler, sokağın köşesinde belirince kapıya koşardı. Birlikte sofraya oturur neşe içinde, ayrı geçirdikleri vakitleri anlatırlardı. Abdurrahman’a her gün bu çorbadan yapsa, bıkmadan usanmadan, ilk defa yiyormuşçasına iştahla yerdi. Burnunda tütüyordu hepsi, en çok ta canının yarı parçası eşi. Kim isterdi ki öksüz, yetim, dul, kimsesiz kaldığı vatanından her şeyi geride bırakıp ayrılmayı, sevgiyle kucaklayanların aksine otobüste yanı boş olduğu halde oturmayıp tırmalayıcı, küçümseyici bakışların arasında kalmayı, hiç bilmediği topraklarda tutunup nefes almaya çalışmayı…
Ayşe “ezan okunuyor, buyurun’’ deyip sularını verdi misafirlerinin. İftar topu patladı. Rahma gözlerini, kulaklarını kapadı. Zifiri karanlık geceyi yırtıp gündüze çeviren bombalar ardı ardına patlıyordu. Bir patlamada taşlar havada uçuşuyor, toza dumana bulanıyor, bir patlamada kızıla boyanıyor, kocasının sımsıkı tuttuğu eli soğuyor, buz gibi oluyor, bir diğer patlamada sesler, çığlıklar, kızıl dumanlar, her şey kayboluyor, uçsuz bucaksız, deliksiz bir ölüm karanlığı kaplıyor her yeri.
İki damla yaş süzüldü yanaklarına doğru. Okunan iftar duasıyla açtı gözlerini. Elini karnına koyup okşadı. “Bismillah” dedi, her şeye…
|