|
Yolun sonu Emine Öztürk Sayı:
126 -
 Üniversite Hastanesi’nin Enfeksiyon Hastalıkları Anabilimdalı muayenehanesinin önündeyim. Kapının hemen yanındaki ikili oturağın boş olan tarafına yavaşça oturdum. Sıra numaram 48. Sabahın köründe gelmeseydim herhalde sıra bulamayacaktım. Saat dokuza on var, birazdan doktor da gelir. Birkaç saat sonra sıra bana geldiğinde hemşire ismimi çağıracak, doktor ne şikâyetim olduğunu soracak, ne diyeceğim? Nasıl söyleyeceğim?
Üç gün önceydi. Yurdun dördüncü katında, koridorun solundaki odada, ranzanın üst tarafında ateşler içerisinde yatıyordum. Tuba, çorba ve ilaç getirdi, içirdi bana. Bir kaç saat sonra daha iyiydim artık. Yataktan çıkıp annemin ördüğü yün hırkayı sırtıma geçirdim. Hava o kadar soğuk ki. Bozulmasın diye pencerenin dış pervazına koyduğumuz zeytin, peynir, salça taş gibi olmuştu. Geceleri sıcaklık -20 lere kadar düşüyor. Beş aydır her taraf kar, buz, toprak yüzü görmüyoruz. Sanki koca şehir kalın beyaz bir elbise giymiş, çıkarmamak için de direniyor. Alışık değilim işte bu soğuğa, boğazım ağrıyor, bademciklerim şişmiş olmalı. Hem bölüm hem de yurtta oda arkadaşım olan Tuba varlığıyla içimi ısıtıyor. Odada birlikte ders çalışıyorduk. Kan anonsu yapıldı. Terminal yolunda trafik kazası olmuş, bir çocuk için çok acil 0 Rh- kan aranıyordu. Kayıtsız kalamazdım. Hastayım ama zor bulunan bir kan, bulamazlarsa alırlar diye düşünüp danışma katına indik. Çocuğun dedesi olduğunu sonradan öğrendiğimiz yaşlı adam orada bekliyordu. Kan vermek için geldiğimizi nöbetçi memura söyleyince yaşlı adamın üzgün çehresi aydınlanır gibi oldu. “Tez gidek bacım, uşağımı emeliyete koyirler, yetişek.” Uzun siyah paltolu yaşlı adam önde, biz öğrenci olduğu her halinden belli olan iki kız arkada karlara bata çıka yürüyorduk. Kampüsün batı yakasında bulunan hastaneye geldiğimizde aradan sadece on dakika geçmişti. Binanın girişinde ayaklarımızı yere vurarak postallarımızdaki karı temizlemeye çalıştık. Laboratuvara koşar adımlarla gittik. Sırayla tansiyonumuzu ölçtüler ve tahlil için kan aldılar. Durum acil olunca yarım saate varmadan sonuçlar çıktı. Laborant yanımıza geldi “Leyla Aladağ sizi mikrobiyoloji laboratuvarından çağırıyorlar, üst kat koridorun sağındaki ilk oda.” “Hayırdır, neden?” “Onlara sorarsınız”. Tuba ile birbirimize baktık, konuşmadan yukarı çıktık. “Ben Leyla Aladağ, beni çağırmışsınız, buyurun” “Bakın, kanınızda belirgin bir şekilde frengi mikrobu var” “Ne ne diyorsunuz siz?” “Enfeksiyon Hastalıklarına muayene olun” Beynimde bir uğultu başladı. Nasıl olur? Böyle bir şey olamaz, imkânsız. Hatırladığım kadarıyla frengi aids gibi bir hastalık, hayat kadını hastalığı diye biliniyor, tedavisi de yok.
Tuba, kolumdan çekiştirerek hastaneden çıkardı beni. Dışarıda yüzüme tokat gibi çarpan soğuk havayla kendime geldim. Hiç konuşmadan yurda gittik. Yatağa çıkıp bir süre uyuyormuş gibi yaptım. Aklımda binlerce düşünce birbirini kovalıyordu, uyumam mümkün olmuyordu. Sabah odadakiler uyanmadan usulca giyinip dışarı çıktım. Kimseye bir şey soramam, kütüphaneye gidip araştırmalıyım. Geceden kalan soğuğun hâlâ etkisini gösterdiği sabahın bu erken saatinde kütüphaneye doğru hızlı adımlarla yol aldım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibiydi. Arşiv kısmındaki kocaman, derin çekmeceli, metal dolabın içerisindeki harf sırasına göre dizilmiş konu kartlarını karıştırdım. F,f,f,f frengi, hah işte buldum. Kartta yazan salon, kitaplık, kitap numarasına göre aradığımı buldum. Beş altı tanesini görevliden ödünç alıp bahçede üzerindeki karları temizlenmiş banka oturdum. Kitapların iki tanesi Osmanlıcaymış, numaraya bakıp almıştım işte, farketmemişim. Önce belirtilerine baktım. Hastalığın evrelerine göre değişiyor, hatta ilk evrelerde belirti vermeyebiliyormuş. Son evre şankr denilen yaralar çıkıyor, bu en tipik belirti. İki aydır sağ şakağımda sessizce oturan kırmızı şişlik ağrıyarak varlığını hatırlattı. Çok önemsememiştim. Al işte şakağımdaki ve karnımdaki her an açık yaraya dönüşecekmiş gibi duran kızarıklıkların açıklaması bu. Ve son evrede de hastalık bir kurt gibi vücudu hızla kemirerek yiyip bitiriyor. Kalbim ağrıyordu.
Evet, ölüm mutlak gerçek kaçışı olmayan, bir gün bizi ansızın yakalayacak olan. Ama bu kadar çabuk mu olacaktı. Daha yirmi yaşındayım, okula yeni başladım, mezun olunca mesleğimi yapacaktım. Gezip görmek istediğim pek çok yer, okumak istediğim kitaplar, almak için para biriktirdiğim kıyafet, mezun olunca geri ödemesi başlayacak olan öğrenim kredim var. Lüzumsuz bir tartışma yaşadığımız Hülya’nın gönlünü alacaktım… Yurttaki tek gözlü demir dolabımda bulunan, ancak bir çantayı dolduracak kadar olan eşyalarım o kadar fazla görünüyor ki gözüme. Harçlıklarımdan artırıp aldığım kitapları okuyacak kadar zamanım var mı? Bilinmeze yolcuyum. Korkuyorum. Beni yıkayıp kefenleyecekler, belki arkamdan laf edecekler “frengiymiş” diye. İsmim sadece mezar taşında bilinecek, cenaze diyecekler. Cenazeyi mezara indirecekler, üzerime toprak atacaklar. Ben o kadar yükü kaldıramam, hem ben çok üşürüm.
Hemşirenin sesiyle kendime geldim. Sıram gelmiş. Doktor başını kaldırmış, gözlüklerinin üzerinden bana bakıyor. Olanları kısaca anlattım. “Bak kızım frengi ağızdan ağza da bulaşabilir, ağzında yarası olan hasta çay içer, bardak iyice temizlenmez ardından da sen içersen, bulaşabilir. Bu küçük bir ihtimal ama ayrıntılı bir kan testi isteyelim. “Laboratuvara kan verip sonuçları beklemeye başladım. Başka bir yere gidecek gücüm yok. Pencereden sokağın iki yanına dizilmiş, çıplak dalları aşağı doğru sarkmış, beyaz gövdeli huş ağaçlarına bakıyorum. İçeriden radyonun kısık sesi duyuluyor: “Artık, yeşerecek bir dalım yok, yağmurlar yağsa da boş yağmasa da…” Hıçkırıklarımı içime gömerek kâğıt mendilim bitene kadar ağlıyorum. Dakikalar birbirini kovalıyor.
Sonuçlar çıktığında son gücümü kullanıp kâğıdı açtım: Negatif.
|