Sıradan bir filme bu alâka niçin? Ali Erdal Sayı:
121 -
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize ve Ocağınıza olsun...
Dede Korkut Destanları’nı, TRT ekrana getirdi... Dikkat ettiniz mi, hiç alâka görmedi... Tanıtımları yapılırken ve gösterilirken kime destanlardan bahsettimse aldığım cevap kocaman bir ilgisizlikti. Sorduklarımın çoğu, benden öğrendi, destanların televizyon filmi yapıldığını... Yüzlerden aynı durum okunuyor. Öğrenenler de pek seyretmeye hevesli değildi. Niçin acaba bu ilgisizlik ve kayıtsızlık? Halbuki... Hep biliyoruz ki, bir filmin oynadığı akşam hayat durur... Ben bir akşam yolculuktan geldim. Söz konusu filmin başlamasına on dakika var. Durakta dolmuş bekliyorum, eve gideceğim... Sokaklarda in cin top oynuyor... Dolmuş bomboş geldi ve sadece beni götürdü. Yolda bana, konuyu söylemeye bile lüzum görmeden şoför, “Yetişiriz abi!” dedi.
Hale bakın... Destanlar, ilgi görmüyor; bir mafya filmi destan gibi seyrediliyor... Bunun üzerinde düşünmek lâzım. Millet mafya filimlerine mi merak sardı, kendi destanlarından mı uzak? İkisi de mi?.. Bunlar da pay sahibi tabiî ki... Ama asıl sebep, TRT’nin suyu sıkılmış limon gibi, posa birtakım maceraları göstermesi millete, Dede Korkut Destanları diye... Ruhsuz... Yerleşik medeniyete ulaşamamış göçebelerin tuhaf davranışları ve başlarından geçen olaylar... (Vikingler)in maceraları kadar bize yabancı... Tamam... TRT’nin filimlerine ilgisizliği anladık... Ya bahsi geçen filme alâka niye... Hem de bütün bir milletin... Bu ortak ilgisi neye?
Önce şunu belirtelim, böyle ortak ilgi, bir temele dayanmadan olmaz. Ortak bir temele... Bütün milletin iştiraki; millet vurdulu kırdılı filimleri seviyor kardeşim, gibi basit bir izahla geçiştirilemez. Bir dip şuura, bir derin şuura... Derin bir sebebe dayanır...
Hani psikologlar, bazı davranış bozuklukları için, sebebi çocukluğunda gizli, onu bulup ortaya çıkarmamız lâzım diyorlar ya... Onun gibi biz de bu sorunun cevabını milletin karakterini belli eden ortak eserlerinde, ortak idrakinde aramalıyız.
Milletlerin karakterini, seciyesini, tıynetini, mizacını, en açık ve net olarak “anonim” eserleri ortaya koyar: Atasözleri, türküler, maniler, halk hikâyeleri, masallar, tekerlemeler, bilmeceler ve destanlar... Çünkü bunlarda ortak şuur, kültür, tecrübe, kanaat, inanış, üzüntü vesaire vardır. Ortak dersler alınmıştır... Tecrübeler edinilmiştir... Ve eserler bütün milletindir. Dilden dile, nesilden nesile, gönülden gönüle aktarıla aktarıla, geliştirile geliştirile, işlene işlene... Bu eserler ortaya çıkmıştır ve eserdeki imza millettir. Toprağın altında kömürün binlerce yılda elmasa dönmesi gibi... Nohut kadar kar topağının yere binaları yıkacak çığ olarak inmesi gibi... Bunun için milletin karakterini, mizacını “anonim” eserler daha açık ve net olarak belirtir. Anonim eserler içinde de, destanlar en çok...
Niçin? Şunlardan dolayı:
Destanlar uzun sürede meydana gelir. Uzun sürede meydana gelmek, üstü üste yığılıp birikmek değil sadece... Mayalaşma... Hamurun ve yoğurdun mayalaşması gibi... Yerli yersiz ve çoğu kere yanlış kullanıldığı için sevmediğim bir kelimenin yeri geldi, “oluştuğu” için... Dolayısıyla her türden insanın ve mizacın payı olur destanlarda... Bir çeşit millî mutabakat... Şimdi “konjonktür” diyorlar ya; işte öyle... Bu sebeple destanlar milletin kimliğidir, bizim çok güzel deyimimizle kafa kâğıdıdır. Ancak millet olan toplumun, yani bir inanç etrafında toplanmış toplumun destanı olur; yani kimliği olur. Amerika’nın destanı yok... Yani kimliği yok... İyi teşkilâtlanmış para babalarının iyi donanımlı çetesi. Demokrasi maskeli... Onun için çok kolayca zulme âlet edilebiliyor...
Destanı zaman içinde millet doğurur, destan da zaman içinde milleti yoğurur. Emme basma tulumba... Yumurta tavuk misali; millî kimlikten doğan, millî kimliği, mizacı geliştirir, sağlamlaştırır. Ama biz şimdi Dede Korkut Destanları’ndan fazla bahsedemeyeceğiz. Hattâ, herkesin onları bildiğini kabul edeceğiz.
Sadece milletlerin değil, fertten kıtalara kadar bütün toplumların, coğrafyaların, yaratılış türlerinin mizacı var. İbrahim Hakkı Hazretleri, tipleri, coğrafyayı, gıdaları tasnif etmiş. Uzun boylular şöyle, kulağı şu şekil olanlar böyle diyene kadar... Biz de şimdi destanlarımızdan sadece Dede Korkut Destanları’na bakıp, Türk milletinin millî mizacını görmeye çalışacağız... Seciye, tıynet... Bazıları “dip şuur” diyor... Bu tabiri sevmiyorum... Millî şuur diyorum... O da yetmiyor... Derin millî şuur... Millet hafızasının derinlerinde, derinliklerinde, derinlerde bilmediğimiz, anlayamadığımız bir şekilde gizli ortak şuur... Genler gibi, millet fertlerine yerleştirilmiş gizli kodlar...
Vezirle padişah iddiaya girmiş... Vezir demiş eğitim asaletten, yaratılıştaki tıynetten, seciyeden üstündür... Padişah aksini... Vezir iddiasını ispat için padişahı yemeğe davet etmiş. Hizmetin hepsini çok iyi eğitilmiş kediler yapıyor... İki ayakları üzerinde yemekleri taşıyorlar... Padişah, onun bu faaliyetinden haberli. Önceden hazırladığı fareyi kutusundan çıkarıp salıveriyor. Bütün kediler, onca eğitime rağmen ellerindekileri fırlatıp, farenin peşine düşüyor...
Bunun gibi biz de milletlerin; her şeyi aşan, ezen, eriten derin şuurunu arıyoruz... Bir bakıma alın yazısı... Bilinçaltına girip, çocukluğuna döndürerek bilgi alan doktorlar gibi, destanlara bakıp derinlerdeki millî şuuru görmeye çalışacağız.
Barda çeşitli milletlere mensup kişiler içki içiyor... Fıkra bu ya... Hepsinin bardağına birer sinek düşüyor... İtalyan öfkeyle bağırıp çağırarak orayı terk ediyor. İngiliz soğukkanlı bir şekilde sakin adımlarla çıkıp gidiyor (Bunun hesabını sorarım). İrlandalı bunun hesabını soracağım, diye bağırıyor... Orada bir de yamyam var... Sineği bardaktan çıkarıyor ve ağzına atıp içkisini yudumluyor... Yahudi de sineği bardağından dikkatle çıkarıyor, bir peçetenin üzerine koyduktan sonra yamyama uzatıyor ve bir dolara satarım diyor...
İyi güzel millî mizacı, şuuru destanlarda arayalım da, önce bir kıyas lâzım... Şimdi şuraya bir çizgi çizsek ve sorsak, bu çizgi kısa mı uzun mu?.. Kimse ne diyeceğini bilemez, söylenenler birbirini tutmaz... Ama iki çizgi çizsek, herkes uzunu kısayı söyler. Biz de kıyas yapabilmek için başka milletlerin destanlarından kısa örnekler vermeliyiz...
İlk örneğimiz, Çin ve Tibet’in ortak destanı: Kral Gisar Destanı... Tamamı şiir... Rakamlara ve bilgilere dikkatinizi çekerim... 120 cilt, 1 milyondan fazla mısra, 20 milyondan fazla kelime... Derlemeleri halâ devam ediyor... Çin’de 10’dan fazla üniversite üzerinde çalışıyor. Fakülte değil, üniversite... Hem de 10 tane... Dede Korkut Destanları topu topu 12 hikâye... Bugünkü baskılarla 150 sayfa... Bu kadarcık şey için bile... Bir üniversitede bir kürsü bile yok... Hattâ tez hazırlayan bile yok... Destanlarımızın insanlığa sunulması bile bize ait değil. TRT’nin destanlarla ilgili filimleri alâka görmüyor... Sebep nerelerden başlıyor, görüyorsunuz... Üzerinde ter dökmeden, kafa patlatmadan yapılan filimler işte böyle dandik olur... Millet de seyretmez... Millet bunları bilmeden bilir, arızanın ne olduğunu bilmez ama hisseder... Ve uzak durur.
Çin destanı şöyle... Evvel zaman içinde tabiî afetler gelir insanlığın başına. Kötü ruhlar yayılır... Canavarlar, ejderhalar... Sevdikleri hayvan bile milletin nüfusu gibi cüsseli. Halk perişan olur ve yücelikler âlemine sığınır... Şu protokola bakın... Halk Şefkat Tanrıçası’na yalvarır: Halimizi ve talebimizi Buda’ya arzet... O Gök Tanrısı’na söylesin, Gök Tanrısı da oğlunu bize kurtarıcı olarak göndersin... Kurtarıcı da pat diye gelmiyor. Bu kadar felâkete rağmen hiç aceleleri yok... Kurtarıcı, yani Gök Tanrı’nın oğlu, doğumla insan olarak dünyaya geliyor... Neyse ki, hızlı büyüyor... Dünyayı kurtardıktan sonra annesi ve eşiyle beraber gidiyor. Sakin, sessiz millet, destanı da öyle... Bakın kurtarıcı kendilerinden biri değil... Bizim Oğuz Kağan, 40 günde büyüyor, hemen et yiyor, evleniyor; hem de iki eş alıyor. Ve hemen arkasından sıra diğer milletlerin kendisine tâbi kılınmasına geliyor. Destandaki ifadeyle, “başlıya baş eğdirmeye, dizliye diz çöktürmeye”... Çinliler, destanları gibi aksiyondan uzak... İşkenceleri bile sakin... Çin seddi ortada... Düşmanlarından kurtulmak için, onlarla mücadele etmek yerine, önlerine set yapıyorlar. Nüfus potansiyeline rağmen, dünyada söz sahibi olmak iddiasında değiller.
Hintlilerin iki destanı, sanki birbirine yabancı iki millete ait... Destanı birbirine zıt olan Hindistan, tezatlarla dolu bir ülke... Biri çok hisli... Ramayana... Ortaya çıkışı bile hisli ve romantik... Bir avcı bir çulluğu öldürür, eşi ölen çulluk, ağıtlar söyler... Şiir halinde... Bunu gören Bilge Valmiki de şiirler söyleyerek ona katılır. Bundan razı olan tanrı Brahma bu iyi kula görünür ve iyi kral Rama’nın hayatını şiirle anlatmasını emreder. Destanlarının yazılma emri bile ötelerden...
Diğeri Mahabarata... Ramayana’nın sadeliğine tam zıt... Anlatılacak gibi değil... Uzay savaşları ve kurgubilim filmleri gibi... Akıl almayacak icatlar ve savaş sahneleri... Canavarlar, yaratıklar... Zengin bir hayal gücü... Batılı bilim kurgu filimlerinin kaynağı imiş... Destanları mistik, millet de öyle... Destanları gibi tezatlarla dolu bir ülke ve kahramanlar... İneğe, hattâ fareye tapmalar, çamurlu Ganj nehrinde yücelik aramalar. Mistik bir anlayışla çivi üzerinde yatan Hint fakirleri... Müsbette de büyük evliyalar... İkinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbanî Hindistan’ın Serhent kasabasından... Pek çok velâyet kolunu şahsında birleştirmiş, halâ devri devam eden, sahabeden sonra en büyük veli...
İran destanı Şeyhname’de, bizim “Acem palavrası” deyimimizi haklı çıkaracak bir mübalâğa... Tarih boyunca kendilerini mübalâğa ettiler... Kahraman, Zaloğlu Rüstem... Yumruğuyla kayaları tuz buz ediyor; demirleri büküyor. Kopardığı için zincirlenemiyor. Bizde atasözüne bile girdi: “El yumruğu yemeyen, kendi yumruğunu Zaloğlu Rüsteminki sanır”. Destanda şöyle övülüyor Zaloğlu: Afrasiyap’ı bile yendi. Afrasiyap, bizim destanlardaki Alp Er Tunga... İslâm’ı teslimiyetle değil, “sen sensin, ben de benim” edasıyla itikada varan yorumlar katarak, âdetâ pazarlık eder gibi kabul ettiler. Menfide Şia... Müsbette İmam-ı Âzam... İslâm büyüklerinden biri söylüyor: “İsa Aleyhisselâm’ın ümmetinde bir İmam-ı Âzam olsaydı, İncil’e insanların dâhil ettiklerini bir bir ayıklardı”. Bugünkü politikası, destanlarına uygun...
Yunan destanları, mitleri, daha doğrusu efsaneleri… Kimin eli kimin cebinde belli değil... İnsanlar ve tanrılar birbirine girmiş, kısır çekişmeler içindeler... Nefsî kavgalar... Tanrılar kadınlara göz koyuyor, kahramanlar onlarla mücadele ediyor vesaire... Bir “Megola idea” (Büyük ideal) attılar ortaya... Kocaman bir balon... Efsaneleri gibi unutuldu gitti. Ara sıra şöyle bir fino gibi yaygara koparıyorlar. Avrupa’nın şımarık çocuğu… Bir türlü büyüyemeyen ve çoğalmayan bücür.
Uzun lâfın kısası, “Anasına bak, kızını al; kenarına bak, bezini al” misali, destanlarına bak, milletini tanı. Mizacını tesbit et... Mizacın iyi veya kötü olması değil söz konusu... İyiye de kullanılabilir, kötüye de... Fotoğraf çeker gibi tesbite gayret ediyoruz. Bunu anlamada en kolay örnek Hz. Ömer’in mizacı... Müslüman olmadan önce kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe cüret edebiliyor... Biliyorsunuz neye cüret ettiğini... Bunun için harekete geçiyor... Yolda, kız kardeşin bile müslüman oldu önce ona haddini bildir dendiğini, kız kardeşinin evine gittiğini, dinlediği âyetlerin tesiriyle orada müslüman olduğunu ve Kâinatın Efendisi’nin huzuruna müslüman olarak vardığını herkes bilir... Ve hemen soruyor, “Kaç kişiyiz?”... “Kırk”... Orada bulunanlar… Bu cevabı alınca, “Kırk kişi meydan yerine çıkar, yürüyün Kâbe’ye!”... İslâm’dan önceki ve sonraki davranışları aynı mizacın ürünü... İş neye kullanıldığında...
Destanlarımızda görülen herkesin bildiği baş vasıf, ziyafet verme, ikram etme, yedirme içirme ve giydirme... Tek kelimeyle cömertlik...
Uşun Koca Oğlu Segrek hikâyesinde... Uşun Koca’nın büyük oğlu Egrek, Bayındır Han’ın sevdiği bir gençtir... Haddini aşıp, beyleri çiğneyip Bayındır Han’ın huzuruna girip başköşeye oturabiliyor. Ters Uzamış, ona şöyle çıkışıyor: “Bre Uşun Koca Oğlu, bu oturan beyler, her biri oturduğu yeri kılıcının emeğiyle almış bulunuyor. Bre baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyurdun, yalıncak mı donattın?”
Bu ziyafetlerde toplumun nabzı atıyor. Ak koyun, kara koyun burada belli oluyor. Dün olduğu gibi bugün de toplu yemeyi ve ikramı seviyor milletimiz. Böyle büyük organizasyonlarda dünyada bir tane... Ertuğrul Gazi İhtifali’nde “şifalı pilâv” 700 küsur yıldır ikram ediliyor... Dünyada bir benzeri yok. İlâhî Kudret’in emri Hac hariç eşi bulunmayan bir organizasyon. Zaten bu da, o emrin mahsulü. Düğün yemekleri, sünnet yemekleri ve konvoyları, hacla ilgili gelenekler. İstanbul’daki BİL-DER’in vazgeçilmez hale gelen Osman Gazi’yi anma pikniği. 18 yıldır. Yıllardır, kaç idareci değişti, Bilecikliler hıdırellezi devam ediyor. (Bu kitap hazırlanırken devam ediyordu).
Destanlardan makbul görülen en mühim husus, kan dökmek... Böyle deyince bugün hemen akla zulüm geliyor. Destanlarda kan dökmek şu iki mânâya geliyor:
1-Kendisinden kan akmasını göze alacak. Yani fedakâr olacak.
2-Kâfir kanı dökecek... Yani cesur olacak... Cihat yapacak.
16. yüzyılda Köroğlu, aynı mânâyı ifade ediyor:
“Karlı dağların ardından
Yel olup estiğin var mı
Tek başına bu çöllerde
Ordular bastığın var mı”
Fedakâr ve cesur... Kendi nefsini düşünmeyecek, kendinden verecek... İşte kahraman...
Kurtlar Vadisi’nde “bizimkiler”, ölüm ve yaralanmaları hiçe sayıyorlar ve akan kanlarına aldırmıyorlar... Kötülerin kanını akıtıyorlar ve onların hakkından geliyorlar. Filmden hatırlayın... Çakır sahilde bir simitçiye rastlıyor... Kendine ve adamlarına simit alıyor. Adama yüklü bir para verilmesini emrediyor ve “yeğenlerime bir şeyler alırsın” diyor. Tamı tamına değilse de millet, bu dizide mizacından yansımalar buldu...
Destanlarda yiğitlik o kadar büyük bir değer ki, kâfirin yiğidi de bizden sayılıyor: Yani merdi sözünde duranı, hakkı teslim edeni... Destan sonundaki duada ne deniyor: “Allah seni namerde muhtaç etmesin!” Zaman bakımından az örnekle yetinmek, hattâ bazılarını hatırlatıp geçmek zorundayız. Oğlanların ad alması bile yiğitlik göstermelerine bağlı: Boğaç Han... Yiğitlik ispat edilecek... Güçlülükten önce yiğitlik... Sadece erkekler değil, kadınlar da yiğit olacak.
Kanturalı destanında... Kanturalı, evlenmek istediği kızın vasıflarını şöyle sayıyor: “Ben yerimden doğrulmadan o hazır ola, ben karakoç atıma binmeden o binmiş ola, ben kanlı kâfir eline varmadan o varmış ola, bana baş getirmiş ola...” Babası araştırıyor, bu vasıfları Trabzon tekürünün kızında buluyor. Tekfur da deniyor. Kanturalı, gidiyor. Kızın taliplerini Tekür, 3 engelle imtihan edermiş. Başaramayanı öldürürmüş. Kanturalı 3 engeli de aşıyor. Kız ve babası Kanturalı’nın yiğitliğini takdir ediyorlar. Tekür, kırk yere otağ diktiriyor, kırk yere yemek hazırlatıyor. Düğün yapılıyor... Gerdek vakti bakın yiğidimiz ne yapıyor... Destandan okuyalım:
“Oğuz yiğidünün öykeni kabardı. (Öyke, öfke aynı zamanda ciğer... Ciğeri kabardı) Kılıcını çıkardı, yere çaldı, yeri kertti. Ayıttı kim yer gibi kertileyin, toprak gibi savrulayın, kılucumla doğranayın, okumla sancılayın; oğlum doğmasın, doğarısa on güne varmasun, beğ babamun, kadın anamun yüzün görmeden bu gerdeğe girerisem, dedi.”
Bu örnekle yiğitlikle beraber bir vasfı daha görmüş olduk: Eve, ocağa, obaya, aileye, boya, akrabaya, bağlılık şart... Sembole, hakana, komutana sadakat... Değerlere hakezâ...
Salur Kazan’ın tutsaklığı hikâyesinde... Salur Kazan’ın tutsaklığını oğlundan saklamışlar... Delikanlılık çağına ayak basarken öğreniyor. Anasına şu şiirle çıkışıyor:
“Mere kavat kızı, bunu bana niçün demezidin
Ana hakkı Tanrı hakkı değilmiseydi
Kara pulat öz kılıcımı tartaydım
Gafillice görklü başını keseydim
Alca kanını yeryüzüne dökeydim”
Öfkesine bakın, atasına “kavat” diyor… Ana hakkı Allah hakkı olmasa anasını da öldürecek…
Kimliklerini belirtmeleri de eve, ocağa, obaya, aileye, boya, akrabaya, sembole, hakana, komutana değerlere bağlılığı gösteriyor.
Tepegöz, gözünü dağlayan yiğidi tanımak istiyor ve soruyor: “Ey yiğit, yerleşip göçerken yerin ne yerdir, karanlık gecede yolunu şaşırırsan yol göstericin kimdir, büyük bayrak taşıyan hanınız kim, savaş günü önden hücum eden alpınız kim, ak sakallı babanın adı ne, alp erenin adını erden saklaması ayıp olur, adın nedir de bana”. Şuna bakın... Canavarımız bile yiğitliğe değer veriyor. “alp erenin adını erden saklaması ayıp olur” diyor.
Köroğlu ne demişti: “Yiğit namıyla anılır” ve “yiğitlik nam iledir”. Söz konusu filimde nasıl “Abi/Ağabey” olunduğunu herkes biliyor. Basat Tepegöz’e cevap olarak söylemiş, görelim ne söylemiş: “Yerleşip göçerken yerim Gün Ortaç, karanlık gecede yolu şaşırsam umum (yol göstericim) Allah, büyük bayrak taşıyan hanımız Bayındır Han, savaş günü önden hücum eden alpımız Salur oğlu Kazan, atamın adı Kaba Ağaç, anamın adı Kağan Aslan, benim adım Uruz oğlu Basattır.”
Arapça’da deve için 72 kelime varmış... Her biri ayrı bir kavramın ifadesi... Çünkü çölde deve çok mühim... Bizde de yiğitliği ifade eden kelime çok... Yiğit, er, bahadır, kahraman, cengâver, cihangir, muzaffer, mücahit, cahit, celasun, er, asker, nefer, alp, alp er, alp eren, gazi, delikanlı, âbi (ağabey), aslan, pehlivan, koç, koçyiğit, deli... Kabadayılık bile yiğitlik ifade eder. Ayrıca şehitlik ve gazilik... Bütün bu kelimelerin girdiği deyimleri, atasözlerini, bilmeceleri vesaireyi düşünün... Bu konudaki eserleri düşünün...
Yiğitlik deyince öküz gibi kuvvet değil söz konusu olan... Yiğitlerin gözü karadır...
Bakın yiğitler cesur olur demedim... O zaten elde bir... Herkes cesur olmalı... Yanlarındaki 40 yiğitle birlikte... Hepsi de cesur... Bütün destanlarda en çok takdir edilen cesaret... En çok da bizim destanlarda... Bizimkilerde farklı olarak, yiğit; cesaretten de öte gözükaradır.
Tepegöz destanında... Gazadan dönen Basat, Tepegöz belâsını öğrenir öğrenmez, hemen anası ve babasıyla helâlleşip Tepegöz’ü öldürmeye gidiyor... O tepegöz ki, günde 60 adam yiyebiliyor... Yediği hayvanlar da cabası...
Hakkında bilgi toplamak, araştırmak yok... “Babası ağladı, aydur: Oğul, ocağım ıssız koma, kerem eyle, varma dedi... Yok, ak sakallı aziz babam, varırım dedi, eslemedi...” Anında hamle... Bahsi geçen filimdeki icraatları hatırlayın... Ne diyordu Abimiz: “Sonunu düşünen kahraman olamaz!” Ancak Tepegöz’le mücadele ederken soruyor Basat, Tepegöz’e hizmetle görevli iki kocaya: “Mere Kocalar, bunun ölümü nedendir?” Cevap: “Bilmeyiz ama gözünden gayri yerde et yoktur” Destanlardaki hep kahramanlar böyle...
Yiğitler, asil hareket ederler... Yanlarında canlarını vermeye hazır 40 yiğitle beraber...
Salur Kazan ve bütün ailesi, adamları, obası hepsi tutsak edilmiştir... Obayı talan eden kara dinli kâfir Tekür, Salur oğlu Kazan’ın hanımı Burla Hatun’u getirin bize içki sunsun ve bizi eğlendirsin der. Toplu haldeki kadınlara Burla Hatun kim diye sorarlar. Maksadı sezen yiğit kadınlar aralarında bir anlaşma olmadığı halde, hepsi birden “Burla Hatun benim” cevabını verirler. İşte derin şuur... Adamları bunu Tekür’e anlatınca o da Oğlu Uruz’u kesin, etini pişirin, kadınlara sunun; yemeyen anasıdır, der. Bunu anlayan Burla Hatun, oğluna sorar: “Ne dersin oğul, senin etinden yiyeyim mi, sası dinli kâfirin döşeğine gireyim mi?” Sası: çürük, leş misali... Oğlu Uruz, böyle bir şeyin sorulmasına bile kızar. Daha önce örneğini gördüğümüz şiiri okur: “Ana hakkı Allah hakkı olmasa ve elim kolum da bağlı olmasa senin kanını akıtırdım... Diğer hanımlar bir yesin sen iki ye!..”.
Yiğitler deli denecek kadar gözü karadır. Salur Kazan, obasının başına geleni kendi meselesi olarak görür, onun için kimseden yardım istemez. Tek başına gidecek... Dizide sık sık duyduğumuz cümleleri hatırlayın: “Bu benim meselem, hiç kimse gelmeyecek, ben tek başıma gideceğim.” Çobanı yanında gitmek ister. Israr edince onu bir ağaca bağlayıp gider. Çoban arkasından ağacı söker, ağaç sırtında takip eder, bulur ve yardım eder. Asil hareket, yiğitlik ve gözükaralık bir sınıfa, bir kesime ait değil. Toplum öyle... Ne yapacaklarını kimse tahmin bile edemez. Hesap, kitap, plân, proje, her şey bir yana... Anında hareket, karar ve hücum...
Zamanla yiğitlik o hale gelecektir ki, bir Batılı şöyle diyecek: “Başka ordularda müdafaanın bile terkedileceği şartlar altında Türk ordusunun taarruzu başlar...”
İnanılmış bir dâvâ vardır... Gönülden bağlanılmıştır. Ona, bugünkü tabirle, kilitlenilmiştir. İş, yaptığından emin olmaktan, ne yaptığını bilmekten ibarettir. Genç Osman!.. Destan olan kahraman!.. Bağdat seferine katılmak ister... Sen daha çocuksun, bıyıkların yeni tüyleniyor. Bıyığında tarak duracak kadar büyü, o zaman gel, derler. Tarağı alır... Dudağının üstüne saplar... “İşte tarak durdu!” der. Almak zorunda kalırlar ve şehit olur. Genç Osman Destanı doğar... Şiiri, türküsü... Çanakkale’ye gitmek isteyen yeni yetme de aynı şeyi yapmak isteyince tamam derler... Genç Osman zamanındaki gibi değil, çocuklara bile ihtiyaç var.
İngiltere Başvekili Lloyd George (Loyd Corc), “Türk Milleti sadece birinci sınıf dövüşen bir kalabalıktır” demiş, Çanakkale destanından önce... Herhalde, çekilmek zorunda kalınca anlamıştır... Yiğitlik, canını ortaya koyacak, canını gözden çıkaracak kadar fedakâr olmak... Her şey, göze almaktan ibaret. “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!” mısraı her milletten çıkmaz ve kolayca söylenemez! İşte Türk’ün mizacı...
Destanlarda anlatılan yiğitlik, Türk’ün mizacı olmuştur... Zaman içinde müesseseleşerek... Hani “marka olmak” diyorlar ya... Sevmiyorum ve meramımı ifade etmiyor, fakat kolay anlaşılsın diye söylüyorum... Kurumsallaştı, ekolleşti... Öyle ki, bu millet yiğitliği en yüksek seviyede müesseseleştirdi. Şiirini yazdı… Hani kitabını yazdı derler ya!.. Kitabını yazdı yiğitliğin... Kanla... Müesseseleşti dedik... Sayalım...
Bir... Dâvâsını buldu... Canını vereceği dâvâsını: İ’lâ-yı kelimetullah!..
İki... Ordusunu yiğitlerin harman olduğu ocak yaptı ve ordusuna hiçbir milletin düşünemediği ismi verdi: “Peygamber Ocağı”...
Destanlardaki yiğitler, bir hamleye kalkıştığında, adı güzel Muhammed Mustafa’ya salâvat getiriyor. Böyle başlayan derin bağlılık, engin sevgi ve sonsuz saygı, O’nun mübarek adını hafif bir değişikliğe uğratıp, “Mehmet” haline getirdi. Sonra o isme, şefkat edalı bir ufaltma ve sevimlilik eki ilâve edildi: “Mehmetçik”... Yiğitliğin timsali, yiğitliğin adı.... İki demiştik üç oldu... Üç... Yiğitliğin adını koydu, “Mehmetçik”!.. Hem de ne ad!.. Bu konuda Üstad Necip Fazıl şöyle diyor: “Mehmetçiğin makamını şan ve şerefle ölçebilecek, ne bir tartı, ne bir endâze, ne bir kıyas, ne bir mikyas vardır. Ne mutlu Türk Milletine! Ne bakımdan? Allah Resûlü’nün mukaddes has ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygıdan ötürü hafif bir değişikliğe uğratıp “Mehmed” yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiçbirinin eremediği bir ruh iffeti gösteren duygu inceliği bakımından...”
Dört... Yiğitliğin prensibini gösterdi... Söyledi veya beyan etti değil gösterdi... Yaşayarak mı desem, ölerek mi?.. İkisiyle de... Fuzulî söylesin prensibi:
“Cânımı, cânân eğer isterse, minnet cânıma;
Can nedir ki, anı kurban etmeyem cânânıma!..”
Bu fedakârlıkla en çok şehit veren milletiz...
Bugün döviz diyorlar, parti dövizi meselâ... Parti görüşlerini büyük olarak bez afişlere yazmak... Slogan... Anlaşılmak için, anlatabilmek için bunları söylüyorum. Döviz, slogan çok basit. Bir yıldızdan bir yıldıza göklere yazılacak... Kelime bulamıyorum... Döviz... Aşkla ortaya konan prensip: “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” Say say, anlat anlat bitmeyecek kahramanlar... Her biri ayrı bir destan...
Saymaktan vaz geçtim... Rakamlarla heyecanı öldürmeyelim... “Peygamber Ocağı” ordunun haşmeti, heybeti ve gür sesi doğdu: Mehteran... Yiğitliğin şiirleri yazıldı... Şiirlerini yazdık... Sadece hemen ilk akla gelen şairden, Köroğlu’ndan birkaç mısra ile yetinmek zorundayız:
“Köroğluyum, methim merde yeğine,
Koç yiğitler değişmez, cengi düğüne,
Sere serpe gider düşman üstüne
Ölümü karşılar meydan içinde!”
Yiğitlik, yürekle olur... Yiğidin kanından, diyor Köroğlu... Altındaki kırat kınalanmalı:
“Hey ağalar, kızıl kanın alından
Altımızda kırat kınalanmalı...”
Böyle bir şiir, buna “eyvallah” diyecek bir milletten doğar ve onun dili ile söylenebilir.
Ve... Yiğitliğin müesseseleşmesinde en üst seviye... Simge... Yani millî mizacın simgesi, timsali, temsili... Mücerret millî mizacın müşahhas remzi... Bayrak!.. Kırmızısı şehitlerinin kanı... Beyazlığı saflık, temizlik, hak, adalet, insanlık... Hilâli İslâm’ı, yıldızı Türk’ü temsil ediyor... Hilâl kelime-i tevhit, yıldız besmele...
İşte bunun için milletimiz her vesileyle bayrak açıyor, bayrak asıyor... Bizden başka bayrağını bu şekilde ve bu kadar her şey için kullanan yok. Düğünde - bayramda; doğumda - ölümde... Ev yapınca, hacca giderken ve gelirken... Maçlarda... Sevincinde, üzüntüsünde... Ölüsüne, dirisine... Ferdî çıkıştan, meydan toplantılarının her türlüsünde... Her vesileyle... Bu bayrağın bu kadar yüksek ve bu kadar geniş ve bu kadar yaygın bir temsil kabiliyeti, kapasitesi var. Milletimiz inancının ilânını ve meydan yerinde ifadesini seviyor. İnanç, ilâna değer, bayrak buna uygun!.. “O, benim milletimin yıldızıdır; parlayacak!”. Olursa bu bayrakla olur... Bu mizaca yakın her şeye de ilgi gösteriyor. Millet cemiyet meydanına bu iklimi hâkim görmek istiyor. TRT filimlerinde bunu göremedi... Ama Kurtlar Vadisi’nde ondan bir yansıma gördü... Yansımasına bu ilgi...
Biliyorsunuz Avrupa Birliği toplantılarının sonunda liderler bir “aile fotoğrafı” çektiriyor. Liderlerin duracağı yerlere bayrağı konuyor. Geliyorlar bayraklarının üzerine dikiliyorlar. Sadece Türkiye başbakanı ile dışişleri bakanı, bayrağının üzerine dikilmiyor, alıyorlar yerden, ceplerine koyuyorlar... Bunu yapanı takdir gerekir ama... Asıl takdir edilmesi gereken... Ben bu konuda bir yazı yazmıştım... “Bu bayrağa basılmaz!” başlıklı... Çok beğenildi. Basmayan da takdir edilse de asıl bayrağı takdir etmek gerekir... Bu bayrağa basılmaz... Bir tabiat kanunu gibi kesin... Güneş ısıtır, üşütmez... Aynen... Bu bayrağa basılmaz... Bu bayrağın kaderinde basılmak olamaz... Bu bayrağa, yüceltilmek dışında hiçbir şey yakışmaz... O, yüceltilmeye lâyıktır ve uğrunda ölmeye değer... Çünkü o, candan aziz değerleri temsil ediyor.
Peki... Bunca zaman içinde gittikçe gelişen, kurumlaşan, iliğimize kemiğimize, canımıza, kanımıza, genlerimize işleyen, atasözünden şiire edebiyatın her sahasına, sanata, kültüre yansıyan, geleneklere, törelere yerleşen, değil cananımıza, hattâ düşmanlarımızın bize bakışına bile işleyen bu mizaç değişir mi?
Değişmez... Ancak... İmam-ı Rabbanî buyuruyor... “Bir şey haddini aşarsa zıddına döner”... İyi yerine kötülüğe âlet olur... Büyük İskender’in bir eşkiyaya, niçin köylere baskın yaptığını sorunca şu cevabı aldığı söylenir: Senin gibi ülkeleri basmaya gücüm yok, öyle olsaydı cihangir denirdi; köyleri basınca eşkıya oluyorum. Hak bir dâvâ aşkına değilse, nereyi basarsa bassın eşkıya olur. Cihangir yapan, dâvâsıdır, gücü değil. Bir yeri basmaya cesareti olan, iyi yetişseydi kahraman olurdu. Verilen mizacı, kapasiteyi ne maksat için kullandığına bağlı. Mizaç değişmez ama saptırılabilir... Kahramanlık boşluğu başka şeyle doldurulabilir. Yönlendirilebilir, güdülebilir...
Bugün müthiş bir kahraman ihtiyacı, aşkı, hasreti içindeyiz. Millet bilmiyor muydu, Çakır’ın bir film tipi olduğunu da cenaze namazı kıldı... İşyerlerine adını verdi... Trafik duruyor, hayat duruyor... Kurtlar Vadisi akşamı... Telefonlarını kapatanlar... Niçin? Filmi beğendiği için mi?.. Milletin derin şuuruna, dip şuuruna, derin mizacına hitabettiği için... Hani işin cink noktası derler ya... İşin cink noktası bu... Önce kahraman yaptılar Çakır’ı, sonra öldürdüler... Arkasından Polat’ı kahraman yaptılar, Baron yaptılar... Sonra bilgi-işlemi iyi kullanan bir güç karşısında kediye döndürdüler...
Fuzuli, Leylâ ile Mecnunda şöyle anlatır...
Müjde demişler; Leylâ geliyor... Garibim, tek verilebilecek giysisi hırkasını çıkarmış müjdeciye vermiş... Demişler seni kandırdık... Leylâ’nın geldiği falan yok... Biliyordum, demiş... Ben zaten yalanına verdim hırkamı... Hakikatine canımı vermem lâzım...
Bu millet, özlediği kahramanın sanalına cenaze namazı kıldı... Hakikatine ne yapmaz... Hakikati gelse, etrafında toplanır... Sanaldan bir gerçek kahraman doğabilir... Daha fazla milletin ayranını kabartmamak lâzım... Tabancasız, ölümsüz, kavgasız, kansız film değil, haberin bile olmadığı bir iklimde Kurtlar Vadisi “şiddet içeriyor” denilerek kaldırıldı... İnandırıcı mı?.. Bana sorarsanız, milletin bu alâkasından ürktüler.
Şimdi her şey şu noktada düğümleniyor: Türkiye’nin özel şartları... Konjonktür... Güç dengeleri... Türkiye’de bazı çevrelerin hassasiyetleri... Hurafe, irtica, şu bu yasak zihniyeti; değerlerimizi, yiğitliğimizi yok mu ediyor? Destanlarda hikâyelerin sonu bir dua ile bitiyor... Buna “yöm vermek” deniyor... Şimdi ben yöm verip bitireceğim... Duaya bugüne uygun birkaç cümle ekledim. Baştaki sorunun cevabı bu ekte...
“Akan görklü suyunuz kurumasın, kanatlarınız kırılmasın! Kadir Allah, namerde muhtaç etmesin! Yazan kaleminiz kırılmasın, çalışan klâvyeniz kedilmesin! Kelâmınız tesir etin! Ak sakallı babanızın, ak bürçekli ananızın yeri uçmak olsun! Ahirde arı imandan ayırmasın! Ocağınız sönmesin! Günahlarımızı adı görklü Muhammed Mustafa Sallâllahü Aleyhi ve Sellem yüzü suyu hürmetine bağışlasın!” (Kardelen 56. sayı, Nisan/Haziran 2007)
|