Gaflet, dalalet ve hıyanet Halis Arlıoğlu Sayı:
123 -
 Tarih şuurundan yoksun millî irade ve inanç düşmanı birtakım zıpçıktılar (türedi, görgüsüz, fırsatçı) Abdülhamid'in şahsında işi devlet düşmanlığına kadar götürmüşlerdi. Burada dünyanın dört bir yanına yayılan imparatorluğun kolları da ana bünyeden ayrılmaya yüz tutmuş, devlet artık içteki ve dıştaki saldırılara karşı kuşatılmış bir vaziyetteydi. Eski sistem savaş taktikleri, modern dünyaya uymayan siyaset yöntemi ve eldeki araç gereçler (ordu, yargı, siyaset ve savaş teknikleri) batının çok gerisinde kalmıştı. Kısaca olay Abdülhamid'in ifade ettiği gibi “Ali’nin külahını Veli'ye, Veli'nin külahını Ali’ye giydirmek” şeklinde otuz üç (33) yıl devleti yıkılmaktan korumuş ve salhurde bir devleti o güne kadar getirmişti. Ama yokluk, kıtlık ve savaş görmeyen türedi nesil, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın kışkırtmaları ile harekete geçmiş, adı “Jön Türkler” olarak bilinen bu kesim “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adı altında son halini almıştı. Buna dair geniş bilgiler Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun “Sultan II. Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar” ve “Ordu ve Politika” isimli kitaplarında mevcuttur. Ayrıca son günlerde o fesat hareketini anlatan, Talha Burak Ünlü’nün “Bir İttihatçı Fedai” isimli kitabında yeterli bilgiler vardır.
Şimdi başlıktaki kelimenin niçin, nerede ve kimler için söylendiği konusuna gelmek istiyorum. Bunun mucidi, patenti ve buluşunun bazı kesimler M. Kemal’e ait olduğu zehabına kapılırlar. Ama aslında bu kelime anonimdir. Bütün lügat ve terimlerde geçtiğini her okuryazar olan bilir. Batıya tahsil için gönderilen oradan Türk-İslâm geleneklerinin düşmanı olarak döndüler. Burada konuyu en iyi anlatan Akif’in şu ifadeleridir:
Günde on kere gelip istedinîz hep verdim
Yine vermezsem eğer millet için namerdim
Yalnız ehline gitsin bu emekler... Olur a
İş bizim Avrupa yârânına benzer sonra!
Hali ıslah edecekler, diyerek kaç senedir
Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?
Geldi bir tanesi akşam hezeyanlar kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.
Bir selâmet yolu varmış... O da neymiş? Mutlak,
Dinî kökten kazımak, sonra evet Ruslaşmak.
O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız,
Şu tutundukları gayet kaba, pek ma’nasız,
Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden
Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten,
Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş!
Ki kadın, sosyete bilmezmiş, esarette imiş!
(Süleymaniye kürsüsünde, Safahat 141)
İşte batının yüzyıldan beri bize telkin ettiği, içimizdeki gaflet, dalâlet ve hıyanet sahiplerinin dile getirdiği olay budur Ayca bu kelime hazır elbise gibi kişi istediği şekilde giyer ve kullanır. İstenildiği şekilde de başkaları için kullanılır. Peki, M. Kemal bu kelimeyi kimler için ve neden kullanmıştı?
Bilindiği üzere ülke içten ve dıştan ablukaya alınmış, birçok vilâyetimiz elden çıkmıştı. Yeniden bir diriliş başlatmak için kıvrak zekâsıyla insanları kullanmakta pek mahir olan şefimiz, Kürt lider Diyap Ağa başta olmak üzere ülkenin önde gelen kanaat önderlerini, din adamlarını ve halkı yanına çekmek için dinî konular gündeme getirilmişti. Ülkede ordu, silâh ve cephane gibi memleketi kurtaracak unsurlar darmadağın olmuş ve etkisi kalmamıştı Merhum Mehmet Akif başta olmak üzere bütün görevliler harekete geçerek yeniden bir “Diriliş” başlatılmıştı. Bu arada Mehmet Akif'in kürsü ve minberlerde vaaz ve konuşmaları yanında, bunları Anadolu'ya naklettiği “Sebîlürreşâd” dergi ve matbaasıyla millete duyurmakta en önde gelenlerden biriydi.
O yıllarda imparatorluklar, hanlar ve Çarlık Rusyasındaki sefalet ve adaletsizlikleri dile getiren Victor Hugo’nun “Sefiller”i, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı, Maksim Gorki’nin “Kışkırtma”sı, Marksizme zemin hazırladığı için Lenin. Stalin ve Mao, aç ve sefil halka pembe ufuklar ve cennet vaat ederek, sosyalizmi onlara cazip göstermiştir. Ama bu halk kendi ülkelerinin devrilmesi, bu liderlerin ülkeye el koyması sonucu nasıl bir cehennem çukuruna düştüklerini anlamışlar, milyonlarca insan, açlık ve sefaletten, zulümden ölmüş ve öldürülmüştür. Ayrıca Hitler ve Mussolini de bu dönemde ülkelerinin başına geçerek zalim bir baskı ve sindirme politikası uygulamışlardır. Hatta bunun etkileri Ortadoğu’daki Mısır’da, Nasır’ın, Enver Sedat’ın ve başkalarının ilgisini çektiği için bunlar da o zalimlerin kopyası ve hayranı olmuşlar, bu Bolşeviklik Hareketi bütün ülkeyi etkilemiş. Türkiye de bundan uzak kalamamıştır. O dönemlerde devrimler, ilkeler, inkılâplar ve laisizm maskesi altında örtülü bir Bolşevizm politikası uygulanarak ilk hedef dine ve dindarlara, mabetlere saldırma şeklinde olmuştur. Bu arada sayısız camiler “cemaati yok” denerek kapatılmış, satılıp talan edilmiş, birçokları da gayesinin dışında ahır, samanlık, depo, nalbant dükkânı, parti binası, bar, pavyon, diskotek gibi eğlence merkezlerine döndürülmüştü. Bununla ilgili pek çok kaynaklar vardır. Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu, Sebilürreşad, Serdengeçti gibi dergilerde özellikle merhum Mehmet Şevket Eygi’nin “Cami Kıyımı” isimli eserinde, belgeler mevcuttur.
Ayrıca “Köy Enstitüleri” tarafından çıkarılan dergilerde şu ifadeler yazıyordu: “Senin benim karım diye bir şey yoktur. Bunlar köyün ve halkın ortak malıdır. Eğer bugün komünizmi halka sevdiremiyorsak, suç halkın değil bizim beceriksizliğimizin sonucudur.” Bu tipler kullanılmaya elverişli, harcıâlem komünistlerdi Sürekli şu sloganları tekrarlıyorlardı: “Pis kapitalistler, iğrenç burjuva, rezil komprador.” Bunları kullanan siyasî yapının sloganı daha iğrenç daha rezilceydi. ORDU-YARGI ELELE CHP İKTİDAR. O zamanki beyin yıkayıcı slogan buydu Ama sonradan aynı zihniyet başka alternatifler üretti “Cumhuriyet mitingleri”, “ordu göreve pankartları altında fotoğraf çektirmeler” “vatan ve millet haini PKK yardakçılarıyla yol yürümeler”. Bazı yargı kurumları ise ülkede kangren halini almış olan hırsızlık, soygun, vurgun, çeteleşme, organize suç örgütleri, mafya babaları, dilenci ve hırsızlar alabildiğine yayılmış olmasına ve yüz, yüz elli sabıka kaydıyla sokaklarda gezen haydutlara rağmen bunlara çare bulacakları yerde devletle sidik yarışına girerek, tıpkı bir muhalefet gibi millî iradeye karşı icraat yürütmekte ve 28 Şubatçılara brifing vermekteydiler. Yani yargıyla ordu iş birliği yapıp milli iradeyi gasp edecek, iktidarı altın tepsiyle bu zihniyete ikram edeceklerdi. Bu arada ordunun aslî görevine dönmesi ile içte ve dışta büyük başarılar elde edilmiş millet nazarında değerli olan saygıyı kazanmıştır. Zamanla millî iktidarlar ülkenin kaderine el koydular, halkın geçim derdi düzeldi. Bu çapulcular da iş güç sahibi oldular Kimisi patron oldu, hakaret ettikleri kapitalistlerin hayatını yaşıyorlar. Yani KAPİTALİST KOMÜNİSTLER. Bir kısmı da siyasete atıldı ve bugün millî iradenin önüne takoz gibi takılan seviyesizler o dönemin devşirmeleridir. O zamanlar bir eşek ve atı olmayan, alamayanlar şimdi araba beğenmiyorlar. Dağlar yol, viraneler bağ oldu. Otoyollar, köprüler, tüneller trafiğe yetmiyor. Özellikle şehirler, cadde ve sokaklar, mahalle aralarında araba park edecek yer yok. Fabrikalar araba yetiştiremiyor. Ama bu nankör ve onursuzlar hâlâ aç ve sefalet edebiyatı yapıyorlar.
O yıllarda din adamlarıma kuduzca saldırılıyor, en ağır hakaretler yapılıyordu. Devletin kontrolünde olan “Akbaba Dergisi” başta olmak üzere diğer yayınlar, din adamlarının sarıklarını yılan şeklinde tasvir ediyorlardı. İnanmayanlar “Derin Tarih Dergisi”ne ve eklerine baksınlar. Ayrıca bu saldırı ve hakaretlerden merhum millî şairimiz de nasibini almıştı. Onun kod adı “irtica” idi. Devlet tarafından sürekli takip ediliyordu. En az 25-30 adet istihbarat raporları vardır. Onun için merhum şöyle demiştir: “Ben cani ve hain gibi arkamda, kendi ifadesiyle, hafiye gezdirilmesine tahammül edemediğim için Mısır’a gidiyorum!” (Kaynak: Kod Adı İrtica isimli kitap sayfa 906)
Ayrıca halkın ekonomik durumu bitikti. Yol parası, mal parası, varlık vergisi ile millet bunalmış, kendi malının hırsızlığını yapıyordu. Öküzü ölen bir vatandaş yenisini alamadığı için onun yanına eşeğini koşuyor, o da olmazsa kara sabanı kendi çekiyor, hanımı da sürüyordu. Bunlar hayal değil, acı gerçeğin ta kendisiydi! “Köylü milletin efendisidir." sözü bir aldatmaca ve ütopya idi. Bugün olduğu gibi o gün de köylü, kaba, cahil, tezek ve gübre kokan, çıkarını düşünen hasis bir insandı. Bu gerçeği en güzel anlatan merhum millî şairimiz Mehmet Akif’tir:
Köylünün bir şeyi yok, sıhhati, ahlâkı bitik;
Bak o sırtındaki mintan bile tiftik tiftik.
Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri;
Nerde evvelki refahın acaba onda biri?
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi “icra” ister;
Bir kalem borca bedel faizi defter defter!
Hiç bakım görmediğinden mi nedendir, toprak,
Verilen tohumu da inkâr edecek, öyle çorak (Safahat)
Buna rağmen isimlerin başında şatafatlı unvanlar olan bazıları televizyonlara çıkıp halkın içinde bulunduğu yokluk, kıtlık ve sefaleti, o dönemin altın çağı olarak yutturmaya çalışıyorlar.
Ankara Valisi ve Belediye Başkanı olan Nevzat Tandoğan’ın, merhum Osman Yüksel’e söylediği şu sözler tarihî bir gerçektir: “Ulan öküz Anadolulu, sizin milliyetçilik ve komünizmle, devlet idaresi ile ne ilginiz var?! Siz gidin koyun, kuzu, sığır, hergele güdün, çobanlık yapın ve tarım işleriyle uğraşın! Askere çağırdığımızda da gelin asker olun! Alın şu yalın ayaklıları tabutluğa tıkın!”
İnancından dolayı Anadolu insanını dışlayan, fişleyen, aşağılayan ve hayvan nazarıyla bakan ve öyle niteleyen bu ideoloji sahiplerinin makamı, mevkii, unvanı ve sıfatı ne olursa olsun, bunların tümü eğer ve semer kaçkınlarıdır.
Son günlerde bir devrim yobazı, televizyonda şöyle bir hezeyanda bulundu: “Laik Kemalist ülkenin Adalet Bakanı Muhammed’e “Peygamberimiz” diyor. Bu söz kişinin aidiyetini, zihniyetini ve tavrını belli eden bir suçtur ve devrimlere aykırıdır!” Bunun alternatifi olan başka bir müptezel de TBMM’de oradakilerin yüzüne bakarak, “Diyanet’in altı yaş grubundaki çocuklara din eğitimi vermesi anayasal bir suçtur ve devrimlere aykırıdır. Ortaçağ zihniyetinin hortlatılmasıdır.” dedi. Bu saldırı önce dine, sonra diyanet teşkilatına ve bütün bir milletin inancına hayâsız bir şekilde söylenen iğrençliklerdir. Emperyalistlerin kulağı kesiklerine şunu somak gerekiyor: Amerika dışişleri bakanı, İsrail’i ziyaretinde “Ben buraya bir Yahudi olarak geldim, ben gerçek bir Siyonistim.” demiştir. Şimdi bu, kişinin aidiyetini, inancını, ideolojisini ve zihniyetini belli etmiyor mu? Amerika halkı bunu niçin telin ve tenkit etmiyor? Ülkenin kanunları bu adamı niçin cin çarpmışa döndürmüyor? Fakat işin aslı şudur, bu adamların karın ağrısı, din ve dindarlarladır. Kuruluşundan beri sürekli dine taarruz ve tecavüz etmişlerdir.
Şunu merak ediyorum, inanç ve millî irade düşmanı dinozorlar neden hep Türkiye’den çıkıyor? Aslında bunların siyaseti, ideolojileri, zihniyetleri, takip ettiği politikalar hep dine, dindara ve İslâm’ a karşı idi. Yani yadırganacak bir şey yok. Buna tarihî bir belgeyi tanık göstermek istiyorum:
“Biz her ne şekil ve surette olursa olsun, memleket dâhilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine asla taraftar değiliz. Gazetelerimizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahseden ve dinî yücelten bazı yazı, mütalaa, ima ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî, gerek ima yoluyla ve gerek mütalaa kabilinden her türlü makale, fıkra ve tefrikaların en son on (10) gün zarfında bitirilmesini rica ederim. Devam edenler hakkında gerekli cezaî işlem yapılarak adı geçen yayın organları sürekli kapatılacaktır.” (Türkiye Cumhuriyeti Başvekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü İç Matbuat Dairesi, 17 Mayıs 1942, Sayı 658) (Vekil adına: VEDAT NEDİM TÖR) Ayrıntılar, Burhan Bozdağ’ın “İşte Zulmün Belgesi” isimli kitabında mevcuttur.
Bununla yetinilmeyerek mahut siyasî yapı tarafından 10 Mayıs l946’da camileri halk evine, halk evlerini camiye çevirme ve camilere sıra konulması kararı alınmıştır. Buna rağmen hâlâ uyumakta olan İslâmî kesime merhum Akif’ten bir uyarı notu aktarıyorum:
Düşman sesi değil kardeş sesidir
Uyan bu sesten
Kalkınca bakar ki akşam olmuş
Vaktiyle uyanmayan bu sesten.
Oysa din faktörü mecburen ve günün şartları gereği öne çıkarılıp köyde ve kentlerde bütün din görevlileri başında sarık, sırtında cübbe, ellerinde silâh olarak halkı teşvik edip heyecana getirmişlerdir. Öyle ki ülkedeki kanaat önderleri, din adamları eşliğinde Hacı Bayram Cami önünde sarıklı cübbeli zevatla hatim ve Buharîler okunarak Cumhuriyet kutlanmıştır ama şimal yani kuzey taraflarından estirilen havaya kapılarak ordudaki silâh arkadaşları dâhil mecliste işbirliği yaptığı ve birlikte çalıştığı arkadaşlar bu yeni sisteme itiraz ettikleri için “meşhur ifade” karşı kesimdekileri ima ve itham için kullanılmıştır. Bilahare o günkü heyetin başındaki sarıklar, sırtındaki cübbeler, sakal ve çarşaflar “dinî kisveler” rejim ve sistem için tehdit ve tehlike oluşturmuş bunlar suç unsuru olarak telakki edilmiştir. Bununla da kalmayarak ülke geneline darağaçları kurulmuş bir hiç uğruna bir çok ilim, fikir, siyaset adamları, din görevlilerinin hayatına son verilmiştir. Serpuş için onca cana kıyılmış, ülkede devlet terörü estirilmiştir. Ama bu nesnenin vatandaşın refahına, ülkenin kalkınmasına ne sağladığı düşünülmemiş, fakir halktan zorla alınan bu paralar Fransa’ya aktarılıp içerde de bir sabataist milyoner yapılmıştır. Bu ülkede inanç ve millî irade düşmanlığına odaklanmış siyasi bir yapı vardır. Bu düşmanlıklarını da laisizm ve devrimler maskesi ile yürütmektedirler. Nitekim uzun yıllar başörtü zulmü “kamusal alan, katsayı ve ikna odaları” mezalimi bu şekilde yürütülmüştür. Ama benim esas kastettiğim ve üzüldüğüm nokta, o cümlelerin bugünkü Müslüman kesimler için de geçerli olmasıdır.
Örnek olarak bir pespaye bütün milletin gözünün içine bakarak televizyonlarda şu hezeyanda bulunuyor: “Sizin de inandığınız o Allahınızın da belâsını versin!” Ayrıca İzmir’in minarelerinde komünist “Çav Bella Marşı” çalınarak, o iğrençliği alkışlayanlara karşı Müslüman kesimden hiçbir tepki, itiraz ve ilinti duyulmamıştır. Bununla beraber “Taksim’de kilise havra ve sinagoga evet, camiye hayır!” kampanyası yürütüldü. Yaralar çok derin, saldırılar çok iğrenç ama namazlı niyazlı, haclı ve umreli Müslümanlar ve diğerleri bu iğrençliklerden zerre kadar rahatsız olmuyorlar, bir itiraz sesi duyulmuyor! Bütün Müslümanları yüzyıldan beri ağlatan, gözyaşı döktüren Ayasofya’nın kapanışına alkış tutup açılışına yuh çeken bir toplum içinde yaşıyoruz. Hatta malum siyasî yapı elemanları açılışa bile gelmeyip alternatif toplantılar düzenlediler. Bu konu ve olayın meydana getirdiği tahribatlar o kadar derin ve yaralayıcı ki sahifelerce yazılsa insanın bu acıları teskin olmuyor, öfkesi yatışmıyor. Burada merhum Osman Yüksel’in Ayasofya hakkındaki bir şiiriyle konuyu bitirmek istiyorum:
“Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!..
Hani nerede?
Gönüllerden kubbelere,
Kubbelerden gönüllere
Gürül gürül akan Kur’ân sesleri?
Kur’ân sesleri dindirilmiş.
Müslümanlar sindirilmiş!
Allah-Muhammed-Hülafa-i raşidinîn
İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!
Fethin, Fatih’in mabedinden kitab-ı mübini.
Bu ulu dinî kaldıran kim?
Dinîmize, imanımıza saldıran kim?
Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli
Kimin elidir?!
Söyle Ayasofya, söyle.
Seni puthane yapan hangi delidir?!...
Elleri kurusun, dilleri kurusun!
Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!...
Sonuç olarak bugün Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl ve diğerleri gibi Ayasofya’ya ağıt yakan, gözyaşı döken değerlerimizden mahrumiyetin hüznünü ve acısını yaşıyoruz.
Asıl gaflet, dalâlet ve hıyanet içinde olanlar, sistemin üretip milletin başına belâ ettiği PKK, DHKP-C, FETÖ ve diğer şer odakları ve onlara yardım ve yataklık yapanlar ve sempatizanlarıdır.
NOT: “Milli Şef” döneminde ateizm, materyalizm, Marksizm gibi inanç ve millî irade düşmanları zirve yapmıştı. Hattâ dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in desteği karşısında azan komünist militanların sorumlusu olarak görülen bu adam hakkında Kenan Öner onu dava etmiş ve uzun süren bu davada Kenan Öner haklı çıkmıştı.
|