EDEP Kürsü Nizam Sayı:
60 - Nisan / Haziran 2008
(Bu bölümdeki imzasız yazılar, İman ve İslâm Atlası’ndan alınmaktadır) (Edep bahsine devam ediyoruz)
BESMELE Besmele farzının edep aynalarında tecellisi, haram olmayan her işde onu anahtar diye kullanmaktadır. Her işde, her işde, haram ve galîzi olmayan her işde... Saymakla bitmez. Besmelesiz ne sokağa çıkılır, ne eve girilir. Eskiden Bahriyemizde şöyle bir âdet vardı: Geminin demir atma kumandası güverteden "Bismillah fundo!" diye verilirdi. Zincir boşaltma kolunu çeken vazifeli de aynen mukabele ederdi: "Bismillah fundo"...
Hırsızın, katilin, ayyaşın, kumarbazın, falcının, faizcinin ve bütün haram işleyicilerin hareketlerine "Besmele"yle davranmaları küfür; iyi faaliyetlerde onu kullanmayanların hali de Haktan uzaklık...
"Besmele" Kur'ân'a dahil... Mutlak çilingir elinden çıkma ve belli kapıları açma işine mahsus bu altın anahtar da fâtih... Onu dükkânına veya evinin göz göre göre unutulmuş bir noktasına asmış olanlardan değil, kalbine nakşedenlerden olmakta bütün iş...
KELÂM FUHŞU
İslâm edebinin maddemizde başlıca tecelli yeri ağzımız ve ondan dökülen kelimeler... O basit bir âlet; ama ne girift, dolaşık mânâların yatağı... Yerine göre ne ulvî, ne süflî, ne galîz, ne müşfik, ne haşin, ne âdil, ne zalim, ne sadık, ne hain, ne masum, ne mücrim, ne aşık, ne menfur tecellilere mecrâ, menfez, mahreç, fürce, delik... Bu delikten geçen kelâm fuhşunun ayarında, ondan galiz hiçbir fuhuş nevi yok...
Uçurum dağın yüksekliğine tabidir; ve başlıca nefs silahı lisan da memur kılındığı ulviyet çapında süfliyete namzet... Bu yüzdendir ki, edep keyfiyeti ağızda ve kelâmda aransa yeri...
Şu ağız denilen medhal ve mahreçten neler girmez ve neler çıkmaz... Fakat en hazini çıkanlarda... Kalp cerahatini ağıza getiren lâf kusmuğu...
Yaratmaktan bahsederler... Yaratılan şu, yaratılan bu... Nerdeyse bir kahveciden bir fincan çay yaratmasını isteyecekler... Düşünmezler ki, halketmek mânâsına gelen bu kelimeyi, müminin kullanmayacağı bedahetine mukabil, yoktan var etmeye inanmadığı için, münkirin de ağza almaması icap eder. "Kader"i ele alırlar ve ona hakim kimselerden dem vururlar... "Bu işin kaderini teslim ettiğimiz" veya "kötü kaderimizi değiştirecek olan filân falan"... Anlamazlar ki, şahıslara âkıbetler, encamlar, neticeler ısmarlanır; fakat kader neyse o olur. Tedbir âkıbetin vaadidir, kaderse ne olduğu... O, bütün hamle ve teşebbüslerden mücerrettir. "Çağdışı" derler... Akıl erdiremezler ki, çağ, en büyük madde cambazlıklarına erildiği halde ruhî müeyyideyi kaybetmiş ve müspet bilgi keşifleriyle oyalanamaz olmuş medeni insanlığın yeni bir din ihtiyacıyla kıvrandığı, ihtilaçlar geçirdiği son merhale manzarasını arzetmektedir, ve asıl bu hali görmek ve ilâcını göstermektir ki, çağ içi olmak, daha doğrusu çağ ilerisi olmaktır.
Küfürden veya başıboşluktan gelme bu kelâm fuhuşuna mukabil, müslüman geçinenler öyle ağızlar kullanırlar ki, zaif ve akılla sır arası muvazeneyi bulamamış bir imancığı yok edebilirler. Evlerindeki sobanın odunlarını sayarcasına cehennem teşhisi yaparlar, cehennemde Çin işkenceleri şeklinde türlü azap şekilleri uydururlar; cenneti, dünyada sevdikleri nelerse o şeylerle doldururlar. Kestiremezler ki, ötelere ait asıl hayatta, Allah'ın ve Resülü'nün bildiğinden ötesi sadece hayaldir, Cehennem ve Cennet vardır; biri azap, öbürü zevk makamıdır, fakat hiç kimsenin onlardaki meçhul ve akıl üstü keyfiyeti haritalaştırmaya hak ve selâhiyeti yoktur.
Bir de ne taraftan oldukları belirsiz, ama İslâm'ı nasılsa yutup midesinde hazmedilemez bir kemik gibi taşıyan, yalınız bol keseden yemin eden veya "Allah'a ısmarladık!", "çok şükür" derken Müslümanlığı belli olan haylaz ve cahil, yarı okumuşlar ve âlemi lise programlarının çerçevesinden ibaret tanımışlar grubu vardır ki, ekseriyeti teşkil ederler, Allah ile dünyayı birbirinden ayırırlar, dünyayı İlâhi kudret ve iradenin dışında tutarlar, "Allah bu işe karışmaz!" hükmünü basarlar, dünyayı ve âlemleri Allah tarafından yaratılmış kabul etseler bile yaratışın bir kere olduğu ve ondan sonra Allah’ın, hiçbir taraf tutmaksızın mahlûklarını seyre daldığı ve her şeyi insanlara ve akla bıraktığı küfrünü güderler. Bunu ağızlarıyla formülleştirmeseler de her halleriyle ve nice kelâm fuhşu içinde her an ilân ederler. Nasıl kavrayabilsinler ki, Allah zaman ve mekân üstüdür, verâların verâsındadır zaman da onun bir mahlûkçuğudur; ve O, Allah, her an halkedip her an idam eder ve topyekûn eşya ve hadiseleri kudret elinde tutar.
Daha ne kelam fuhuşları... "Allah'ın kul ibadetlerine ne ihtiyacı var?"... "Yukarıda Allah baba!"... "Seni kâfir, seni!"... Genç kızından, delikanlısından, işportacısına, pazarcısına kadar yemin üstüne yeminler...
İşte boyuna "derin ve gerçek mümin" diye vasıflandırdığımız örnek müslümana düşen vazife, fahişeler fahişesi ağız deliğini bu ölçülere göre açmak ve kapamak iffetini titizlikle korumak...
Hiçbir sövme, kötü yerme, kalp kırma, küçümseme, kabalaştırma, çirkinleştirme, soğutma, tiksindirme edası edep ölçülerine uymaz...
SİGARA
Çocuklar içemez, delikanlılar büyüklerinin yanında tellendiremez, memur amirinin huzurunda dudağında taşıyamaz; derste, bazı toplantı yerlerinde, ciddiyet ve hürmet belirtici yerlerde kullanılamaz, bazı hallerde ayıp, umumiyetle de hafiflik belirtir bir nesne... Bu çok yaygın nesnenin dinî hükmü nedir?
Ne haram, ne mekruh, sadece mübah, içilmesiyle içilmemesi arasında fark olmayan havaî bir şey... Sağlığa tesiri, kokusu, melekleri tâcizi, israfa kaçtığı gibi indî kıyaslar yersiz... Sıhhate dokunmak derecesini hazakatli müslüman hekim ve içenin kendisi tayin eder, eğer dokunuyorsa bırakılması gerekir; böyle vaziyetlerde insana tuz ve su, şeker bile haram olmaya kadar gider. Dinî hüküm ise en emin kaynaklara dayanarak gösteriyor: Tütün zatiyle ve öz keyfiyetiyle mübahtır; ve gerisi ille yasak arayanların, kendilerini müçtehit sanmasından ibarettir. "İçen mi, içmeyen mi makbul?" denilse elbette ki, selim akıl "içmeyen makbul!" hükmünü vermekte tereddüt etmez.
|