NEREYE BAKIYORSUN? Fatih Öncü Sayı:
64 - Nisan / Haziran 2010
“Hey gidi günler!” dedi, içten ve derin bir ah çekişle... Ne günlerdi o günler. Köy kalabalıktı, her evde en az üç beş çocuk, bir o kadar da genç vardı. Hocasının, babasına “bu ilerde büyük adam olacak. Şehirde okula gönder, okusun” demesi üzerine, ortaokulu okumak için şehre gitmişti. O zaman köyünün bağrından koparılmıştı.
“Ne günlerdi o günler” dedi ve içinden yeniden bir ah çekti. Şu anda her ne kadar pencereden, okulun arka tarafındaki birkaç eski evin olduğu, kenar mahalleye ve onun da ilersindeki tepelere baksa da, aslında gördüğü, (30 sene öncesi) inek güttüğü dağların önündeki köyüydü. Nereye baktığının ne önemi vardı. O görmek istediğini görüyordu.
Çıkınına ekmeğini koymuş, önüne sığırları katmış dağın yoluna düşmüştü. Sabahın bu erken saatinde, çocuklar sokaklara dökülmüş oynuyorlardı. Beraber sığır güttüğü arkadaşı Hasan'ın evine yaklaşmıştı. Hasan'ın annesi sığırları salmış, kendisini görünce, Hasan'a “Hasan! Hasan! Nerde kaldın! Koş hadi! Mehmet çıkmış yola seni bekliyor” diye bağırıyordu...
İşte tam orada irkilerek fark etti, “Mehmet Hocam! Mehmet Hocam, bitti” diyen öğrencinin sesini...
Hasret yüklü, neredeyse nemli gözlerle döndü sınıfa.
Hocam dediğiniz yeri okudum. Daha okuyayım mı?
Yok, evladım tamam. Oturabilirsin yerine.
Diyebildi sessizce. Sonra çocuklara:
Çocuklar, okuma parçasından da anlaşıldığı üzere nereye baktığınız değil ne gördüğünüz önemli...
Sınıf sessizce dinliyordu. O da, bu arada, konuyu çocuklara nasıl örneklendireceğini düşünerek pencerenin kenarına vardı. Yeniden manzaraya bakarak, tatlı bir ses tonuyla:
Çocuklar!..
Bu edayla her seslendiğinde, güzel bir hikâye anlatacağını bilen çocuklar, arkalarına yaslanıp hocalarına kulak kesildiler.
Ne kadar güzel manzara
Diyerek lafa girdi. Birkaç ev, sakin bir mahalle... İki üç tane yaşlı teyze... Bakın! Bir araya gelmiş, adeta omuzlarına yüklendikleri yılların yüküyle bükülmüşler, otuyorlar. Kim bilir ne anlatıyorlar geçmişten getirdikleri hikâyelerinde... Çok yeşil olmasa da, kendileri gibi, yılların getirdiği yorgunlukla, şu güzel dağa yaslanmış mahallelerinde çok mutlu gözüküyorlar. Ne kadar bedenleri yaşlanmış olsa da, adeta ruhlarını dinlendiriyorlar dağın manzarasında...
Çocuklara döndü Mehmet Hoca. Bir iki adım atıp onları seyrettikten sonra, tekrar pencerenin kenarına yaklaşıp:
Ah İstanbul!
Dedi, çok daha canlı bir sesle ve çocukların şaşkınlığını artırırcasına devam etti:
Senin kalabalığına, binalarına, boğazına, insanları yutan hengâmene hasret kaldım. Şu manzaraya bak. Yarı çıplak bir dağ, köhnemiş bir mahalle ve birkaç çekilmez yaşlı insan... Ama sen öyle misin? Parkların, insanın içini coşturan ve başını döndüren hızlı sokakların, eğlence yerlerin, Fenerbahçe sahilin, Kadıköy'ün, Eminönü'n... Sen tüm benliğimi saran bir uyuşturucusun. Sende kaybolmak istiyorum. Martıların bile bir başka koşuşturma içinde. Şu manzaraya bak ne o kalabalık caddeler var ne de o heyecan... Ruhum daralıyor. Burada nasıl yaşar insan...
Sonra tekrar sınıfa döndü. Bir iki saniye çocukları seyrettikten sonra, yine pencerenin dışındaydı gözleri. Acaba bu sefer ne anlatacaktı.
Hey gidi Karadeniz...
Diye yarı tok bir sesle inledi:
Senin yeşil dağlarına can kurban... Seni seyrederken, gözlerim ağaç denizine kulaç atıyor adeta. Yeşilin bin bir tonu sende, toprak gözükmüyor dağında. Şu manzaraya bak. Köy yeri... Dağa yaslanmış ama ne köylerine ne dağlarına bakmış insanları. Bak! İki üç tane yaşlı nine var orada. Her sene bir ağaç dikselerdi orman olurdu burası. Gerçi, ağacı da ağaç değil buranın Karadeniz'in ağacının yanında. Ne o küçücük ağaçlar bizim oranın ağacının yanında dal gibi kalır bunlar.
Yine bir sessizlik olmuştu. Sonra bağrı yanık, sıcak bir iklimden seslenerek devam etti:
Şu dağın güzelliğine bakın. Ne kadar yeşil... Ah! Şimdi ne güzel koyun otlatılır orada. Bizim dağlar; hiç ağacın olmadığı, üzerine adeta kırmızı toprak boyası dökülmüş gibi, çıplak arazi... Ne ot yetişir ne bir ağaç vardır. Şu köyün güzelliğine bakın. Köy dediğin böyle olmalı. Şu ağaçlı bahçede oturan teyzeler acaba ne anlatıyorlar birbirlerine? Ben bizim köyde, bir iki ağaç okulun bahçesinde, bir iki ağaç caminin yanında ki mezarlıkta gördüm. Ha! Bir de unutmadan söyleyeyim, büyük bir ağaçta köy kahvesinin önünde vardı. Bizim oralarda böyle yeşil olsaydı. Bu köyün güzelliğine, bu dağın yeşiline hayran oldum.
Mehmet Hoca gözlerini kapatmış ruhunu dinliyordu adeta. Bir miktar bu halde kaldı. Sonra sınıfta bir hareketlenmenin olduğunu fark etti. Usulca saatine baktı, zil çalmak üzereydi ve çocuklara şefkatli bir baba edasıyla;
Çocuklar nereye baktığınız önemli değil, hangi gözle baktığınız önemli. Yani ne gördüğünüz önemli.
Hiç yerlerinden kıpırdamadan hocalarını dinleyen çocuklar, zil çalınca pencereye koştular. Tüm teneffüs boyunca manzaraya baktılar. Ama hiç kimse ne gördüklerini bilemedi.
|