SANATIMIZ ve SANATÇIMIZ ÜZERİNE Mücahit Koca Sayı:
39 - Ocak / Mart 2003
Günümüzde sanat ve edebiyata ilgisizlik çok fazla... Bunu da okuma yazma oranının düşüklüğü ile açıklamak mümkün değil... Bütün bu olumsuz şartlara rağmen yine de bugün; sanat adamları saygın bir konumdadırlar. Kimsenin sanat adamlarını küçümsediği de yok. Şairlerin, ressam, hattat ve musikî üstatlarının herkes tarafından nasıl baş tacı edildiğini ve toplum içinde nasıl saygın bir konumları olduğunu hep görmüyor muyuz?
Bir zamanlar sanata; “Sanat kuvvettir” anlayışıyla bakılıyor; herkes çocuğunu yukarıda adı geçen bu sanat yollarından birisinde mutlaka deniyordu. Bu yüzden olacak başta padişahlarımız olmak üzere, vezirler, paşalar, bilim adamları bile bu sanat dallarından birisinde eser vermiş oluyordu. Batı ile askerî alanında da yarıştığımıza ait ne çok örneklerimiz vardır.
Musikî ve geleneksel sanatlarımız en önemlilerinden olan hat sanatımıza karşı günümüzde takınılan düşmanca tutumu anlamak zordur.
Ben burada sanat adamlarını iki bölümde anlatmak istiyorum: Önemliler (marjinal) ile değerliler. Değerli şair, bestekâr, hattat ve ressamın ürettiği kalıcı bir eseri vardır. Önemlinin ise boş zamanlarında ürettiği sıradan bir eseri vardır. Bu bile toplumumuzun sanata verdiği değeri göstermektedir. Bu tutum bir bakıma önemli esere giden yolun dikenlerini temizlemektedir.
Batılılaşmayla başlayan uygulamalarla, devlet ve medeniyetimizin en önemli eserleri unutturulmaya yüz tutulmuş; bizi biz yapan değerlerimiz ya yasaklanmış yahut da ihmal edilmiştir. Divan Edebiyatı gibi dünyada bir benzeri olmayan sanat harikamız; “Saray edebiyatı” denilerek küçümsenmiş, şairlerimiz yabancı bir ülkenin şairleriymiş gibi muamele görmüştür. Türkçülük adına Ziya Gökalp: “Millî vezin hece veznidir” demiş; bu söz resmî ideoloji tarafından da öyle benimsenmiş ki; Necip Fazıl Kısakürek gibi bir deha bile aruz vezni ile şiir yazmamış; hece ölçüsünü tercih etmişti. Üstelik yazsaydı, aruzun son büyük şairi olacakken; yine de moda olan hece ile yazarak halk şiirinin veznini başka hiçbir şairimizin ulaşamayacağı bir yere taşımıştır.
Cumhuriyet’ten günümüze musikîde olanları Musikî Mecmuası’nın editörü ve Türk musikîsinin önemli isimlerinden Müzikolog Etem Ruhi Üngör’den dinleyelim: “Çeşitli iktidarlar, sanatı denetleyerek veya yönlendirerek insanların zihinlerine, tercihlerine hakim olabileceklerini düşünmüşlerdir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren bu yaklaşımla sanata en büyük kötülüğü yapanlar iktidarda olanlar olduğu halde; yine de sanatı kendi onurları, saygınlıkları söz konusu olduğunda kullanmaktan çekinmeyenler de onlardı. Musikî dünyasının varlığını sürdürebilmesi, intikâl zincirlerinin kopmamasına ve repertuarın sonraki nesle aktarılmasına bağlıydı. Bunu önü Batı musikîsinin yerleşmesi adına kesildi.” Üngör, söyleşinin devamında da bu kullanılmayı bakın nasıl anlatıyor: “Benim, ‘Atatürk ve Musikî’ diye bir çalışmam var. O çalışmamda tespit ettiğime göre; çeşitli formlarda, yani şarkı, türkü, oyun havası, çocuk şarkısı, marş, koral ve daha başka türde üç yüzden fazla eser bestelenmekle Atatürk, Stalin’in zoraki besteleri dışında, dünyada hakkında en çok beste yapılan insandır.” deyince; “Aynı kişi inkılâp adına klâsik Türk musikîsini yasaklamıştı, ne dersiniz?” sorusuna Üngör: “Peşinen söyleyeyim; yanlış bir adım musikî inkılâbına kalkışması! Dünyada musikî inkılâbı görülmemiştir” diye cevap verir.
Öyle ya, işine geldiği zaman saygınlığın için sanatı kullanacaksın; işine gelmediği zaman ise onu yasaklayacaksın! Bu öbür geleneksel sanatlarımız için de belli bir zaman diliminde hep böyle değil midir? Burada geleneksel sanatlarımızdan şimdi de hat sanatımıza karşı resmî ideolojinin düşmanca tutumuyla ilgili bir karşı tavrı aktarmadan edemeyeceğim: 1914’de duyulan ihtiyaç üzerine kurulan Medreset-ül Hattatin, 1924’te Medreselerin Lağvı Kanunu ile kapatılır. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in gayreti ile “Hattat Mektebi” adıyla tekrar açılır. Bu defa 1928’de harf inkılâbı bahane edilerek tekrar kapatır. 1929 yılında “Şark Tezyini Sanatlar Mektebi” adıyla yeniden açılır, fakat bu defa da “Hüsn-i hat” okulun programından çıkarılır. Ayrıca düşmanca bir tutumla sayısız hat eserleri vakıfların teberrükat ambarından kaldırıldığı gibi; çoğu da imha edilir. Hattatlar, bu uygulama ile uzun yıllar işsiz kalır. Örneğin Hattat Hamid Aytaç gibi bir deha tabelâcılık yapmak zorunda kalırken; Hattat Halim Özyazıcı, bağcılığa ve Hattat Hulusi Yazgan, Türbedar Bekçiliğine geçer. Öyle bir baskı vardır ki, hattatlar uzun yıllar yaptıkları eserlere baskıdan dolayı imzalarını bile atamazlar.
Geçen yüzyılın başlarında yapılanlarla, özellikle musikî, hat, minyatür, ebru vb. gibi geleneksel sanatların aktarılmasında önemli kesintilerin yaşandığı bir gerçektir.
Şair, bestekâr, hattat, ressam, vb. gerçek anlamı ile marjinal olup; hiçbir şekilde mülkiyetle ilişkili değildir. Bugün önemli, marjinal; yahut uç anlamı ile sanatçılara ulaşmanın ne kadar zor ve hattâ hayal olduğu kabul ediliyor. Ama yine de bakmayın siz: “Şiir ve roman karın doyurmaz” diyenlere... O sözleri söyleyenlerin yanında bile dikkat edilirse şairler ile sanatçıların nasıl birer efsane değerler olduğu görülecektir.
Batı hayat standartlarının dayatmasıyla eskisi gibi belki kimse rahatlıkla çocuğuna: “Şair ol, romancı, hattat, ressam, bestekâr ve icracı ol” diyemeyecektir ama yine de kimseye itiraf etmese bile ben inanıyorum ki; bu sanatçılara futbolculardan, artist ve aktrislerden daha çok değer verecektir.
İşte bu medeniyetini seslendiren önemli sanat ve edebiyat adamları, bizim gelecek aşkımız, moralimiz ve hattâ geçmiş hafızamızdır. Çoğu kimse bunu kendine açıklamasa bile; bilinçaltından onlara hayranlığını sürdürecek, alt yapısı olmasa da bir şekilde bazıları sanatçı gibi görünmeyi yeğleyecektir. Şair, bestekâr ve hattatları marjinal kabul etmenin altındaki psikoloji de; onlar için bu yetenekleri Kaf Dağı’nda olduğu söylenen masal kuşu Anka gibi ulaşılmaz sanmalarındandır. Bunda yanıldıkları da söylenemez. Baksanıza son iki yüzyıldır gidenlerin yeri bir türlü doldurulamıyor. Gelenler de ustalıkta hep onların bir iki gömlek gerisinde değerliler oluyor. Bugün elbette Mevlâna, Sadi, Fuzûlî, Nâbî, Şeyh Galip gibi şairlerin, Merâğî, İtrî, Dede Efendigi bestekârların, Şeyh Hamdullah, Hafız Osman, Karahisârî, Mustafa Rakım, Nigâr gibi hattat, ebrûzen ve müzehhipler derecesinde birilerinin gelmesini beklemiyorum. Ama Muallim Naci, Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi büyük şairlerin, Bekir Sıtkı Sezgin, Çinuçen Tanrıkorur, Niyazi Sayın vb gibi musikî üstatlarının ve hattat Hamit Aytaç, Halim Özyazıcı, Necmettin Okyay vb hattat, ebrûzen ve müzehhiblerin yerlerinin boş kalmayacağını, yenilerinin geleceğini düşünüyorum. Son yıllardaki gelişmelere bakılırsa; bu bana mümkün görünüyor.
Sanki hikmet ve medeniyet gözüyle bakmaktan uzaklaştıkça ve dünyanın ömrü de uzadıkça; bazılarına müslümanlar hep kaybedeceklermiş gibi görünüyor. Bu tamamiyle yanlış bir düşünce... Çünkü İslâm dünyası ve müslümanlar, içimize kapanmaktan vazgeçip, dünyaya açılmaya başladığımız ve dışa açılma ile birlikte Avrupa sanatı ile de yüzyüze geldiğimiz iki yüzyıldır bir değişim geçiriyor. üslüman kendini yeniden keşfedip; bu değişime medeniyetimizi tanıyarak ayak uydurması, sanatı ve hayatı ile kendini yenilenişe, dünyaya ve insana yararlı bakışa alıştırması; dolayısıyla gurbetten eve dönmesi, kendi değerlerini keşfetmesi hiç kolay olmadı. Artık hiçbir şair Şeyh Galip gibi aruz şiirinin yeniden dirilişine çalışmıyor. Aynı şeyi resim-hat, musikî için de söyleyebiliriz. Ama yeni yetişen marjinal sanatçılar, çağdaş teknikleri medeniyetimizin zengin tecrübesi ile haleleyerek sanat ve sanatçılarımızı ölümün kapısından döndürüyor; yeniden bir galibiyetle ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bugün İslâm dünyasında sanatımızın ve sanatçımızın varlığı ve değeri heyecanla kavranmaya başladığı günler yaşanıyor. Bu yeniden bir derleniş, toparlanış ve uykudan uyanıştır. Bu bir şekilde sıyrıldığımız rengimiz, kokumuz, ahlâkımız ve beğenilerimiz olan medeniyetimize yeniden dönüştür.
Artık kendimizi daha iyi görebiliyoruz ve kendimiz olabilmenin soylu mücadelesine girişebiliyoruz. Doğru bakış, seziş ve doğru haber kaynaklarına şimdi eskiye göre artık daha çok sahibiz.
Biz müslümanlar yalanı yaşayarak öğrendik. Artık Batı’ya yenilmemiş sanat ve edebiyat adamımızın öncülüğüne eskisi gibi: “Marjinal” diye bakıp geçildiği yıllar çok geride kaldı. Radyolarımızın, televizyon, dergi ve gazetelerimizin çoğunluğunun programları batıcılarınkiler gibi magazin ve Batıya öykünme değil, fikir, sanat ve inanç yüklü... Mevlâna: “İnsan fikirle değerli, fikirle diridir” derken, müslümanın düşüncesi zalimi değiştirsin, ister gibidir. Bunu yurt geneline yayışmış şiir şölenlerinden, hat sergilerinden ve musikîmizin icrasında yeni seslerin görüldüğü ilgiden anlamıyor muyuz? Dahası bu yeni başarıların yıkılmış ve yok olmuş gayretlerimize ve yeniden kurulan sitemize ışık tuttuğunu bu vesile ile görmüyor muyuz?
Velhasıl her aydınımız Batıya öykünmeyi bırakıp, şimdi daha çok kendinde olana bakmalı; üç şeyi de mutlaka yapmalıdır: Geleneğin içinden seslenerek birincisi yeteneğine göre şiir, ikincisi musiki, üçüncüsü geleneksel hat ve tezyin sanatına sarılmalıdır. Ancak bu bakış benimsendiği zaman; “Çağımızda müslüman farklı olarak yaşama şansı bulabilecektir.” diye düşünüyorum.
Müslüman, her nerede olursa olsun evvelâ işinin adamı olmalı... İşinin adamı oldukça önemli olacak; yani marjinalleşecek; toplum tarafından ne kadar sevilirse, kurul düzen yanlıları tarafından da o kadar düşmanlık görecektir. Bu öyle önemli bir olma olmalı ki; bu oluş, en iyiyi yakalamanın basamaklarına aklını kaybedecek kadar işinin divânesi olacaklarla olmalı. Sanatçı başka türlü bu yüce milletin beklediği büyük eseri veremez. Hem inanç, hem düşünce ve hem de gönül âleminin sanatçılarıdır o hedef gösterdiğimiz. Bu özellikleri yüzündendir zamana dayanmaları, yüzlerce yıldır sevilerek okunmaları, zevkle dinlenmeleri ve hayranlıkla seyredilmeleri...
|