Kurt izinde kart kurt yürümek MİSTİK BİR DAĞCILIK HİKÂYESİ Mücahit Koca Sayı:
66 - Ekim / Aralık 2010
...Aralık/1980
Ben, yıl başında gazetedeki yazı işleri müdürlüğü görevimden ayrılmış yalnızca Sur Kitabevi ile uğraşırken 12 Eylül'e çeyrek kala arkadaşların da ısrarıyla Bursa'da edebiyat öğretmenliğine başlamıştım.
12 Eylül'le suçlu suçsuz tutuklananlar, sürülenler ve asılanlar oldu.
Sıkı yönetim bize dokunmamıştı. Nedeni basitti: Büyük Doğu'yu temsil eden kuruluş olarak Milli Türk Talebe Birliği, olaylara girmemişti. Birliğin gerekçeleri basitti. Bu 12 Mart'ta belirlenmiş bir ilkeydi: “Biz, bu kavgaya girersek; kavga sonunda Cumhurbaşkanlığında oturan Cevdet Sunay, Başbakanlıkta oturansa Süleyman Demirel, olmamalıydı.”
Bugün günlerden pazar, yine dağcılık vardı. Kış yüzünü göstermiş; her yeri bembeyaz bir örtüyle örtmüştü. Yola çıktığımızda kar dinmiş olup; nisbeten yumuşak bir hava vardı.
Dağda ayakların ve sırtın sağlam oldu mu korkmayacaksın.. Biz de ilk önce buna bakıyorduk. Bugünün Batı standartlarındaki dağcıları gibi dağ ayakkabısı, dağ çantası, dağcı kıyafeti o günlerde bizde ne gezerdi!
Ben, Emirsultan Mahallesinde oturuyorum, İbrahim Ünal, dağın dibinde olan Değirmenlikızık Mahallesinde.. O, yalnız yaşadığından bazen akşamdan ona gidiyordum. Onda olduk mu istediğimiz saatte dağa çıkabiliyorduk.
İkimiz birlikte evden çıktık. Hem sevdiğim, hem de sevildiğim Ertuğrulgazi'deki evden kayınbiraderi aldık. Yarım saat kayaların arasından zorlu bir yürüyüşle vadiye girmiştik.
Kaplıkaya Vadisinin ortasından geçen Kaplıkaya Deresi, bu vadiyi ikiye bölerdi. Vadinin sağ tarafında tepede Reşat Nuri Gültekin'in Çalıkuşu romanındaki Feride'sinin öğretmenlik yaptığı Zeyniler Köyü vardı. 1980'li yıllarda köyde birkaç çobandan başka kimseler kalmazdı. Vadinin sol tarafında ise Lâz Eyüp diye bilinen bir Karadenizlinin bugün hemen hemen terk edilmiş bir çiftliği vardı. Onun kardeşi Lâz Halil'in çiftliği de aynı yakanın Erikli Yayla dediğimiz bölgesindeydi. O çiftlik de bugün terk edilmiş haldeydi.
Bu iki kardeş dedikodulara bakılacak olursa; Cumhuriyet Halk Partili olup, Topal Osman'ın Şükrü Beyi katletmesi olayından sonra kaçıp saklanmak için gelip bu dağa yerleşmişlerdi. Bir zamanlar kızlarının boynuna çapraz astığı tüfeği ile at üzerinde erkek gibi dağda dolaştığı anlatılırdı. Bu gizemli aileyi Kayınvalidem Necmiye Hanım bir iki komşusu ile bizzat oralara tırmanarak ziyaret ettiğini, çok hoş karşılandığını anlatırdı.
Bunları niye mi anlatıyorum?
Biz, ilk defa bu tarlaların arasından Uludağ'da çıkacaktık. Kimsenin yaşamadığı metruk çiftlik evinin önünden yine de çekine çekine geçip karlarda ama kurt ama domuz izleri üzerine konuşa konuşa dağa tırmanacaktık.
Yerde elli santim kar varsa da donmuş olduğundan karda batmadan yürüyebiliyorduk. Bazen yolu kaybetsek de tekrar bularak dağda kestanecilerden birinin yaptığı kulübe önünde kamp yapmaya karar verdik..
Karda orman da olsa kuru odun bulmak kolay değildi. Yine de bir şekilde güzel bir ateş yakmıştık. Karda ve kışta dağda ateş yakmamış olanlar bu ateşin ne demek olduğunu bilemezdi.
Ateşte çay demlenmiş; sofra hazırlanmıştı. Genelde dağa çıkışlarda kahvaltı usulü bir şeyler olurdu. Hem yemek yaparak zaman kaybetmiyelim, hem kendimize yük etmeyelim diye düşünürdük.
Namaz saatiydi. Beyaz halının üzerine parkamı yayıp namaz kıldım.
Bulunduğum yerden ağaçlar tamamen yapraklarını döktüğünden gördüğüm bembeyaz güzellik beni büyülüyordu. Harika tabiat manzarasına dalmış gitmiştim. Neler neler geldi aklıma: kâinatta iki kitap var, denir kaynaklarda.. Kitabın birincisi Kur’ân, ikincisi tabiattı. Bunlar, bütün insanlığın yararınaydı. Allah'ın kullarına bir hediyesiydi. Kimse; “Bunlar, benim malımdır,” diyemezdi.
Bir yandan çaylar tüketilirken, bir yandan da derin bir sohbet başlamıştı. Bazen sanat ve dağ üzerine konu zamanın elverdiği ölçüde kızışır; dağdan dağa gelir giderdi. Böyle zamanlarda İbrahim Ünal'ın şairliği depreşir; o ezberinde olan şiirlerinden okumaya başlardı. Yine öyle olmuş; “kış o vefâlı hizmetkâr/kış o âmâde olan/ görmeye işlerimizi/gömmeye pisliğimizi”diye bir kaç mısra ile kışı anmıştı.
Buralar ilk geldiğimiz yerlerdi. Endişelenmemek elimde değildi. Şehirden de epey uzaklaşmıştık.. Aklıma Uludağ'da kaybolan turistler geldi. Jandarma donmak üzereyken bulmuştu.
Geldiğimiz yerden dönme yerine yeni yerler keşfederiz diye hep başka yoldan dönerdik.. Yine öyle yapmış; yatsı ezanları okunurken şehrin ışıkları, uğuldayan sesi bizi karşılamıştı.
Keşiş Dağı'na Adını Veren Keşiş'in Yerinde
...Mayıs/1981
Bu yıl nedense dağa fazla gidemedik. İnşallah bugünden sonra önümüz açılır da bol bol dağa tırmanır, yeni yollar öğrenir, yeni yerler keşfederiz diye düşünüyorum. Yine güzel bir gün.. Etraf pırıl pırıl aydınlık, henüz yapraklanmış kestanelerin arasında yürüdükçe bu aydınlık cennet yeşili bir parlaklığa dönüşüyor gibiydi.
Bugün, beş kişi olmuştuk. İbrahim Ünal, Gürbüz Işık, Cengiz Taşkın, Mustafa Armağan ve ben.. İbrahim Usta'nın peşine düşmüş; bu yılın dağcılık mevsimini başlatmıştık.
“Bugün sıkı bir dağcılık yapalım,” dedi İbrahim Usta.. Bunun ne anlama geldiğini yavaş yavaş öğreniyorduk. Ayakkabılar parçalanacak, üstbaş yırtılacak, yüz göz ağaçta, taşta yırtılıp kanayacak demekti bu..
Seyir yolu üzerinde anlaşmıştık. Gideceğimiz yer, Kilise Tepeydi.
Bugün dağda sık başa gelen kazalara benzemeyen bir şey olmuş; bir sırtta arıların hücumuna uğramış; arılar tarafından sokulmuştum. Isırılan yerlere hemen çamur yapılıp sürüldü. Yürüyebileceğim anlaşılınca yeniden yola düzülündü.
Bakacağa bakarak yükselen vadide akan dere çok kayalıktı. Sular yukarılara tırmandıkça şelâle şelâle akmaya başlıyordu. Zobran'da su havuzlarda hızını kesip durgunlaşıyor; sonra havuzlardan dev kayaları atlayıp atlayıp metrelerce yüksekten köpürerek düşüyordu. Aşağılarda geniş yapraklı ağaçlar, yukarılara çıkıldıkça yerini önce çamlara, sonra kayalıklara bırakıyordu.
İbrahim Usta, kırk yaşında yorulmak nedir bilmeyen bir dağcıydı. Elinde olsa Uludağ'ın el değmedik köşesini bırakmayacak gibi davranırdı. Kilise Tepeyi onun isteği üzerine seçmiştik. O, aşağılardan bakanların başını döndürecek kadar yüksek ve uzak bir yerdi.
İbrahim Usta, bize yol boyu dağa adını veren Keşiş'ten söz etmiş; onun Emir Sultan Hazretleri döneminde yaşadığını, müslümanlığını gizlediğini, tayyi mekân yaparak onların birbirleriyle görüştüğünü, dinî konularda hasbihal ettiklerini anlatmıştı. Bu konularda çok okuduğundan mı, evinin dağa yakınlığından mı nedir çok şey bilirdi. O, anlattıkça etrafımızı metafizik ürpertiler sarar, bazen saatlerce kimsenin ağzını bıçak açmazdı.
Kilise Tepeye çıkışımız uzun zamandır dağa çıkmadığımızdan olacak çok zor olmuştu.
Yaptığımız kısa araştırmada Keşiş'e ait olduğunu sandığımız kilisenin bahçe duvarları üstüste yığılmış taşlardan oluşmuştu. Uludağ'ın en kuytu ve her türlü fırtınaya, kara, yağmura açık yerinde yüzyıllardır harçsız ve direksiz duran bu duvarları görüp de hayran kalmamak ne mümkündü! O gün babamın inşaat ustası olmasından aldığım cesaretle fikrimi söylemiş; “Böyle çok düzgün milyonla taşı bulup böyle çok düzgün ve sağlam duvar yapmak olsa olsa bir keşiş sabrı ya da derviş aşkı ile olur” demiştim.
|