Beyaz adalet Erdem Özçelik Sayı:
80 - Nisan / Haziran 2014
Ne olduğunu anlamadan saldırmışlardı üstüne. Bir anda yumrukların hedefi olmuştu. Hepsi birbiri ardı sıra inmişti yüzüne, gözüne. Ve aldığı darbelerle yerde buldu kendini. Gözleri kararıp kendinden geçmeye başladığındaysa çevredekiler ve güvenlik görevlileri yetişti. Genç doktor, fazlasıyla kötüydü. Her yanı dayanılmaz acılar içindeydi. Bütün bedeni darmadağın olmuştu. Kötü dayak yemişti. Başı feci halde ağrıyor, canı yanıyordu. Sonra dudaklarında hissettiği ılık akıntıya götürdü ellerini. Kanıyordu. Burnunun da kırılmış olma ihtimali vardı. Zira çok sızlıyordu. Şakağından inen kansa görülmeyecek gibi değildi. Ardından güçsüz kollarıyla yerinden doğrulmaya çalıştı. Fakat ne mümkündü. Yerinden kalkamıyordu. Sonra mesai arkadaşlarının sesleri ilişti kulağına. ‘‘Teoman iyi misin?’’ Diyordu biri. Hakan olmalıydı o. En yakın arkadaşı... Sesini duyunca koşar adım çıkmıştı dışarıya. Ama çok geçti. Arkadaşı aldığı darbelerle yatıyordu gecenin karanlığında. Ve ansızın yürüyüşü hızlandı. Onu öyle görünce korkmuştu. Ciddi şekilde şiddete maruz kaldığı ortadaydı. Durumu sıkıntılı olabilirdi. Ve bu düşünceyle vakit kaybetmeden yattığı yere koştu. Endişeliydi. Kötü bir şey olduğu kesindi. Yanına geldiğinde ruhunu kaybetmiş gibi yatıyordu. Sonra nabzını dinledi panikle. Yaşıyordu. Ve hemen ekibine talimat verdi. ‘’Teoman’ı kaldırın. Ve içeriye götürün. Adnan sen de herkese haber ver. Müşahede odasına gelsinler.’’ Dedi. Ardından görevli ekip söylenenleri yapmaya başlamıştı. Teoman sedyeyle içeriye taşınıyordu. Ve hızla müşahede odasına alındı. Bütün hastane görevlileri seferber olmuştu genç doktor için. Herkes bir yana koşuyordu. Sırf onun için hastane alarma geçmişti sanki. Odaya kimin girip, kimin çıktığı belli bile değildi. Film, röntgen, tahlil, tetkik… Ve nihayet kısa bir süre sonra gözlerini açmıştı genç doktor. Bitkin görünüyordu. Cansız ve yorgun bir sesle sadece iyi olduğunu söyleyebildi. Ardından derin uykusuna devam etti.
Ertesi gün uyandığındaysa her yanı sızlıyordu. Ama düne göre daha iyi olduğu kesindi. Artık ihtiyaçlarını giderebilecek düzeye gelmişti. Yara bere içinde kalan yüzü tanınmaz haldeydi. Başı hâlâ çatlayacak derecede ağrıyordu. Kaburgaları ve burnu da fazlasıyla acı içindeydi. Yapılan ağrı kesicilerin etkisi kalmamıştı artık. Ve kısa bir süre sonra girdi içeriye. Arkadaşının uyandığını görünce sevinmişti genç adam. Zira çok korkmuştu onun için. Genç doktorun arkasındaysa iki polis duruyordu. Kapının eşiğinde onun işaretiyle harekete geçecek gibiydiler. Ve öylede olmuştu. Doktor Hakan neşe içinde başını salladığında görevli memurlar kıvrak adımlarla yürümeye başladılar. Bir yandan da konuşmaya... Sürekli soruyorlardı. Saldırganları tanıyor musunuz, bir düşmanınız var mı, neden saldırmış olabilirler… Orta yaşlı memurların tecrübeli oldukları her hallerinden belliydi. Yaklaşan adımlarıyla güven vericiydiler. Teoman’ın yatağı yakınına geldiklerindeyse kibarca geçmiş olsun dileklerini sundular. Ve görevleri gereği sormaya devam ettiler. Genç doktorsa bu sorular karşısında sessizce onları izliyordu. Dudaklarını, gözlerini, mimiklerini, tavır ve davranışlarını… Güven verici oldukları kesindi. Ama işin verdiği alışagelmiş havadan da sıkıldıkları gün gibi ortaydı. Sonra ne diyeceğini, ne konuşacağını bilemedi. Ve sadece ‘’Ben…’’ dedi. Ve sustu. O anda içinden bir şeylerin akıp gittiğini fazlasıyla hissetmişti. Bedeninin yaraları bir süre sonra düzelecekti elbet. Ama yüreğinde, ruhunda açılanlarsa hep kalacak, asla silinmeyecekti. Canı yandığı aşikârdı. Fakat bedenin sızısından değildi bu. Yüreğinde açılan derin yaralardan, lâbirent gibi dehlizlerdendi. Öylesi kaybolmuştu içindeki karanlıkta. Ve sabitlenmiş gözlerini sokaklara çevirdi. Dışarıya ve uzaklara bakmaya başladı. Uzaklara, çok uzaklara, engin mesafelere…
Konuşabilmek kimi zaman kolay değildir. Derin derin susarsın bilmeden. Dakikalarca, saatlerce dilini yutmuş gibi kalakalırsın. Sanki bir mezarda canlı canlı hapissindir. Dilsizsindir o an. Ne söyleyebileceğin bir şey vardır, ne de söylemek istediğin. Dış dünyaya, bütün seslere kulaklarını kapatıp susarsın sadece. Çünkü konuşsan bile fayda etmez bir haldesindir. Her şey, herkes anlamsızlaşır bir anda. Dokunsalar ağlayacaksındır aslında. Ama kimseler bilmez, görmez o halini. Belki de bilsin, görsün istemediğinden sessizsindir. Hiçbir insanoğlu anlamayacak gibi gelir seni. Yüreğin ağır, aklın perişan. Bir köşeye sinip son nefesini vermektir en büyük isteğin, ama onun da vakti değildir. Sonra damla damla dökülüverir gözyaşların. Teoman da böylesi bir haldeydi. Labirent gibi bir hayatta kaybolduğunu hissediyordu. Çaresizdi. Ve sadece gözyaşlarına yetiyordu gücü. Yatağında okul günlerini, emeklerini, okumak için verdiği uğraşları ve nicelerini düşündü. Bunu hak etmemişti. Zira dayak yemek için almamıştı bu kadar senelik eğitimi. Böylesi, haksızlık, adaletsizlik, utanmazlıktı. Bir doktordan çok, bir insanın hak edebileceği bir davranış değildi. Ve çok geçmeden yüreğindeki karanlık, kocaman bir öfke kütlesine dönüştü. Ansızın kaşları çatıldı, sinir kat sayısı yükseldi. Ardından bir anda yanıt bekleyen polise döndü. Ve anlatmaya başladı. Olması gerekenleri, nedenlerini, olabilecekleri ve diğer tüm ihtimalleri. Gerçi fazla bir şeyde anlatamamıştı zaten. Zira karanlıkta belli belirsizdi her şey.
O gece nöbetçiydi hastanede. Yorucu bir günün sonrasında uzun nöbetler hiç iyi gelmezdi genç adama. Yine fazlasıyla yorgundu. Ve dolayısıyla halsiz düşmüştü. Hava almaya ihtiyacı vardı. Ve son hastasını tedavi ettikten sonra bir sigara molası vermek istedi. Bu düşünce eşliğinde küçük, kısa adımlarla yürümeye başladı. Kapı eşiğine geldiğindeyse derin bir nefes alarak koridora çıktı. Ve sabit hızlı adımlarıyla yürüyüşünü sürdürdü. Çıkışa ulaştığında kapıyı iterek sokağa attı kendini. Saatler oldukça ilerlemişti. Gecenin ılık havası serinliğe yerini bırakıyordu. Ardından iç cebindeki sigara tabaksını çıkardı. Baba yâdigârıydı. Gösterişli ve gümüş bir yapıydı. Vazgeçilmezi, uğuruydu onun. Her defasında babasını, geçmiş yıllarını, çocukluğunu hatırlatırdı bu tabaka. Ve gülümseyerek içinden bir sigara çıkardı. Çok geçmeden de hemen yaktı. Derin bir nefesle içine çektiği dumanla geceyi dinlemeye başladı. Sessizlik kokuyordu. Ve oldukça ağırdı. Sanki fırtına öncesindeki sessizlikler gibiydi. Sonra yine babası ve ailesi geldi aklına. Özlemişti onları. Ardından cebindeki telefonunu çıkardı. Babasının numarasını çevirdi. Birkaç saniye sonrada diğer tarafta karşısındaydı. Uzun uzun hasret giderdiler bir süre. Annesinin, babasının, kocamış ninesinin seslerini duymuş, mutlu olmuştu. Gecenin yoğunluğundan, karmaşasından uzaklaşmıştı bu sayede. Ve telefonu kapattığında yine geçmişi geldi aklına. Çocukluğu, top koşturduğu, bisiklete bindiği, ilk âşık olduğu yıllar… Kimi zaman yılların akışı bir sigara içiminden daha az gelir insanoğluna. Verdiği yorgunluk ise mahşer gibi ağır ve zordur. İnişler, çıkışlar, heyecanlar, sevinçler, mutluluklar, gülümsemeler, gözyaşları… Her şeyi, her objeyi sığdırıverir bu tozlu sayfalara. Kaybolmaktan beterdir yıllar. Geçmiş çoğu zaman pişmanlıksa, mecburiyetlerin yorgunluğu acıdır. O da çok kolay gelmemişti bu günlerine. Zor şartlarla okuduğu zamanlar gerçekten içler acısıydı. Sonra sigarasının son nefesini çekti. Ve tam söndürecekti ki aklına iki gün önce kaybettiği hastası geldi. Yaşlı adam aldığı kurşunlara dayanamamıştı. Ciddi ve zor bir ameliyat geçirmişti. Hastanenin iki cerrahından biri olarak o katılmıştı operasyona. Fakat kurtaramamıştı. Zaten geldiğinde çok da iyi sayılmazdı. Öyle ki ilk kaybettiği hastasıydı genç cerrahın. İlk yenilgisi, hattâ başarısızlığı... Çok üzülmüştü ölümüne. Ama ölüm hep vardı. Ve hep olacaktı. Ölümsüzlük diye bir şeyin asla olmayacağı gibi... Aslında ölümün bir tek nedeni vardı. O da doğmak... Doğduğumuz için ölürüz hepimiz. Hepimiz tadarız kaderin bu acı duygusunu. Çünkü her doğum ölüme giden yolun başlangıcıdır. Her yaşadığımız an ölüme biraz daha yakınlaşırız. Asla kaçış yoktur bu soğuk sondan. Hiç bir insan hastalandığı için ölmez. Kadere, hayata ve sonsuzluğa hizmet için, yaklaşan sonu yaşamak için ölür. Tıpkı doğduğumuzda öleceğimiz gerçeğini bildiğimiz gibi. Herkesi eşitleyen, zengini yoksulu, kötüyü iyiyi, bütün her kesimi bir araya getiren tek gerçek ölümdü.
Ve yine gecenin karanlığında ansızın içi yandı onun için. Zira derinden yaralanmıştı. Hattâ ağlamıştı bile. İçinde oluşan duygusallıkla başı yere eğilmişti. Kim anlayabilirdi ki içindeki yangını. Fakat toparlanması gerekiyordu. Zira başka şansı da yoktu. Çünkü ölüm en büyük gerçekti. Ve kabullenilmesi gereken tek doğruydu. Ayrıca onun ilmine bilimine ihtiyacı olan başkaları da vardı. Bu düşünceyle yerinden kalktı. Saçlarını düzeltti. Önlüğünün kıvrılmış yerlerini temizledi ve toparladı. Tam yürüyecekti ki arkasından birileri vurmaya başlamıştı. Bir anda darbelerin hedefi olmuştu. Arkasına zor belâ döndüğünde kalabalık ve maskeli bir grubun kendine hücum ettiğini gördü. Ama ne yazık ki kaçamamıştı. Ve yumrukların, sopaların hedefi olmuştu. Ardı ardına iniyordu yüzüne, gözüne. Kendini korumaya çalışsa da başaramıyordu. Darbeler öylesi şiddetliydi ki kapanamamıştı bile. Kendini kaybetmeye başladığındaysa birileri girmişti araya. Hayal meyal görmüştü gelenleri. Ve sonra bir an Hakan’ın sesi çalındı kulağına. Ardından kaybetmişti kendini. Gözlerini açtığında ise çalıştığı hastanenin müşahede odasındaydı. Ne oldu, neden oldu, nasıl oraya geldi bilmiyordu. Bildiği tek şey, her yanının sızladığıydı. Kimdi, neydi dertleri anlayamamıştı. Fakat ne olursa olsun bir insan olarak Teoman bunu hak etmemişti. Hele ki bir tıp insanı, bir bilim insanı olarak asla.
Polislerse aldıkları tanımlamalar ışığında saldırganları araştırmaya başlamıştı. Detaylı inceleme ve araştırmalar sonrasında da dört kişi oldukları saptanmıştı. Ve hastanenin beş kilometre uzağında bir dağ evinde saklandıkları belirlenmişti. Bir müddet sonrasında ise yakalamak üzere harekete geçildi. Operasyon düzenlenecekti. Bütün hazırlıklar tamamdı. Fakat herkese son bir şans verilebilmeliydi. Bunun içinde emniyet amiri son bir uyarıda bulunmaya karar verdi. Ardından eline aldığı megafonla belirlenen uyarıyı yaptı. Fakat karşılık olarak ateş açılmıştı. Çıkan çatışmada irili ufaklı yaralarla herkes saf dışı bırakılmış, kıskıvrak yakalanmıştı. Lakin yaralılardan biri ağırdı. Hastaneye yetiştirilmezse ölebilirdi. Ameliyat edilmesi gerekiyordu. Ancak en yakın hastanedeyse tek cerrah bulunuyordu. O da Teoman’dı. Öyle ki diğer arkadaşı yıllık izinini kullanıyordu. Teoman’sa yorgun ve bitkin bir halde yatıyordu. Çok ciddi bir tehlike atlatmıştı. Ve dinlenmesi şarttı. Bunu öğrenen hasta yakınlarıysa Teoman’ın yattığı müşahede odasına akın akın gelmişlerdi. Herkes genç doktor için pervane olmuştu o an. Zira Fatih’in kaderi onun elleri arasındaydı. Teoman’sa onları gördüğü anda tanımıştı. Bir önceki gece, kurşunlara yenik düşen yaşlı adamın yakınlarıydı. Şu an yardım bekleyense ölen Mehmet efendinin oğlu Fatih’ti. Ve bunu öğrendiğinde bir anda şok olmuştu genç adam. Hem kendini ölesiye darp eden, hem de bu nedenle polisten kaçarken yaralanan ve doktorluğundan medet bekleyen aynı kişiydi. Fatih’ti yani. Genç doktor bu gerçeği öğrendiğinde nasıl bir cevap vereceğini, ne düşüneceğini, nasıl davranacağını bilememişti. Ve en önemlisi ciddi bir tehlike atlatmıştı. Mesleğini icra edebilecek kadar gücü yoktu. Bitkindi, yorgundu. Ama diğer yanda onun yardımına muhtaç, ölüm kalım mücadelesi veren biri vardı. Hem kendini yaralayan, hem de yardımını bekleyen... Ne kadar garipti dünyanın adaleti. Acımasızca kin kustuğu kişi veya kişilere bir anda muhtaç kalabiliyordu insanoğlu. Fatih’te Teoman’ın sihirli ellerine muhtaç kalmıştı. İnanması güçtü. Ama gerçek böylesi bir şeydi işte. Öyle ya adalet denen şey görülmez bir duvar değil miydi zaten. Adalet, sağlam karakterlilik değil midir her zaman. Ömrü fedaya hazırlık değil midir hep. Dünya adaletten yanaysa eğer, vicdan nerededir o halde. Nerdeydi Habil’le Kabil’in hikâyesinde, Hüseyin’in yok oluşunda. Zira adalet Tanrı’nın kâinattaki terazisiyse eğer, vicdan hep bir denge unsurudur, denge unsuru olmalıdır. Dünyanın terazisi tersine dönmez derler ya hani, o halde nerededir şaşmaz denge. Susmaksa eğer adalet, nafıledir her şey. Ne olurdu sanki adalet kazansa, ne olurdu sanki vicdan kazansaydı hep. Yüreklerin adaleti, gözyaşlarının tecellisi... Avuçlarda, gönüllerde saklı kalmış duygular gibi. Öyle ya kahramanların hesabı öbür dünyaya kalmazdı hiçbir zaman. Teoman’ınki de kalmayacaktı. Her şey ona ve sihirli ellerine bağlıydı. Lâkin genç doktor doğru bildiklerinden vazgeçemezdi. Vicdanını yok sayamazdı. Çünkü o gerçek bir insandı. Doğru bir insan... Ve inandıklarına sıkı sıkıya bağlı bir kişilikti. Belki de Fatih gibilerden ayrılan en önemli özelliğiydi.
Duydukları karşısında şaşkındı. Kendine gaddarca davranıp ölümün kollarına iten insan şimdi onun önünde ölümle mücadele veriyordu. Korku dolu bir şeydi böylesi. Fakat fazla zamanı yoktu. Bir an önce karar vermeliydi. Ya ameliyatı kabul edecekti ya da etmeyecekti. Sonra düşündü. Eğer bu teklifi red ederse onlardan hiçbir farkı kalmayacaktı. Zira aldığı eğitim ve ettiği yemin zaten buna engeldi. Ayrıca kaderin asistanı onun elleri, parmakları olabilirdi. Bunun farkına varan genç doktorsa işi uzatmadan bitkin ve yaralı haliyle ameliyatı kabul etti. Ardından hızla hazırlanmak için odasına yürüdü. Operasyon için gereken kıyafetlerini giydi. Ellerini yıkadı. Ve ameliyathaneye geçti. Fatih gözleri önünde can çekişircesine yatıyordu. Zor nefes aldığı belliydi. Ve vakit kaybetmeden hazır olan ekibiyle işine başladı. Hiç tereddüt etmiyordu parmakları. Net ve kendinden emin şekilde işini gerçekleştiriyordu. Uzun bir süre sonrada ameliyatı sonlandırabilmişti. Kendini öldürmek isteyen karaktersiz kişiliği yine kendi parmakları hayata döndürmüştü. Fatih kurtulmuştu. Yaşayacaktı. Ve şanslıydı. Ama her zaman böylesi şanslı olmayabilirdi. Zira yaşanılan adaletsizlikler günün birinde tersine de dönebilirdi.
Günler hızla akıp giderkense her şey normale dönüyordu. Teoman iyileşmiş, sağlığına kavuşmuştu. Yine eskisi gibi yoğun ve telaşlıydı. Fatihse sağlığını tekrar geri kazanmış, polis nezaretinde odasında tedavisini sürdürüyordu. Genç adam kendine geldikten sonra alınan ilk ifadesinde her şeyi itiraf etmişti. Öyle ki babası Mehmet efendinin ölümünü Doktor Teoman’ın hatası olarak benimsemiş, onu suçlu kabul etmişti. Bu düşünceyle de haksız, yargısız ve nedensiz şekilde genç cerrahı öldüresiye darp ettirmişti. Ancak hiçbir suç cezasız kalmıyordu, kalmayacaktı. Fatih de yaptığının cezasını önce Doktor Teoman’dan dersini alarak edinmiş, akabinde de mahkemesi devam etmekteydi.
|