Kavrayış Fatma Pekşen Sayı:
43 -
Ortalığı kaplayan koku, alanı dolduran binlerin üzerini aşarak, etrafı çevreleyen evlerin balkonuna doğru hücuma geçmişti. Haşlanmış ya da patlamış mısır, ekmek arası köfte, kokoreç... onca hakim kokunun arasından “ben de buradayım” cüretkârlığını gösteren “akşam simidi”... Ayrıca kokusuzlar da vardı yiyecek güruhunun içinde... Kabak, ayçiçeği çekirdeği, dondurma, pamuk şekeri... Alana girmeleri yasak olsa bile giriş kapısının caddeye bakan kısmında sıra sıraydı. İnsanın içini kazıyan gacırtılarla kaykılıp duran gondol, orasının burasının boyaları kavlamış, yılların çilesini taşıyan dönme dolap, minik trenlerin oluşturduğu konvoy, eteğine doldurduğu insanları çalkalayıp duran ruhsuz balerin, önceleri araba pazarı iken ilk defa bu yıl fuar alanlığına terfi etmiş yerin siftah gördüğü kawazaki denilen çılgın araç ve fuarlarla, lunaparklarla adı özdeşleşmiş olan çocukların süslü rüyası çarpışan otolar... Ve insanlar, insanlar, insanlar... Lunaparkı bahane edip evden dışarı çıkma bahtiyarlığını yaşayan çiçeği burnunda evliler, gözleri birbirlerinden başkasını görmeyen nişanlılar, ileride evlenme ihtimali olan çiftler, bir sigara içimi çıktığı evden, arkadaşları sayesinde kendisini lunaparkta bulan bıyığı yeni terlemiş gençler ve neredeyse kalabalığın iki mislini oluşturan çocuk ordusu. Bir de onların ellerini sıkı sıkı kavrayan ebeveynler... Sakız çiğneyenler, sigara tüttürenler, elindeki şişeden, teneke ya da karton kutudan meyve suyunu, gazlı içeceğini yudumlayanlar; açtığı kuruyemiş paketini dişleri arasında öğütmeye niyetlenip, kağıdını çöpe atarken, rüzgârın azizliğiyle alana doğru savuranlar... sivri, küt, yamuk topuklar ile sandalet, terlik, spor ayakkabılarının katkılarıyla, yarı kaba beton, yarı toprak tabandan savrulup duran tozlar. Ve balkonların, caddelerin, iş merkezlerinin, yolu kuşatan türlü dükkânların ve curcunalı mekânın bütün hünerini göstererek göğe doğru yolladığı ampul kalabalığının arasında sönük duran, iştihasını gecenin ilerleyen saatlerine saklayan yıldızlar topluluğu. Gacırtılar, şakırtılar, zincir sesleri, kulak tırmalayan, insanları eğlendirmeye çaba gösteren aletlerin tempolu hareketlerine uyum sağlayan ritmik müzikler, birbirleri ile konuşmaya çalışan kavalyeler damlar, isteklerini büyüklerine anlatma çabası içinde mızmızlanıp duran çocuklar. Birer ikişer inen kepenkler, geceye karışıp kaybolan bir cankurtaran sireni, egzozu hayli gürültü çıkaran ticari taksi... Bir tarafı ünlü bir iş merkezi, diğer tarafı lüks dairelerle, kalan iki cephesi ise birbirine paralel iki cadde ile kuşatılmış olan yer, bir aya yakın süredir uğraşılıp, nihayet iki akşam önce kurulan, şehrin bu yılki ilk eğlence mekânı: lunapark! Parmaklıkların, tel örgülerin, güvenlik şeritlerinin orasından burasından süzülüp alana girme çabası gösteren kalabalığın niyeti, saniyelerle yarışan rengârenk ampullerin arasında kaybolmak, adına eğlence denilen olaya iştirak ederek, curcuna arasında eriyip kaybolmaktı. Tekler, çiftler, gruplar... İşte, o kadar kalabalığın arasındaydılar onlar da. İlk ses kadından geldi. Onca uğultunun arasından sesini ulaştırabilmenin heyecanıyla: —Bu koku ne ya? Dibi tutmuş güveç gibi... Gözünün önünde alı moruna karışmış, patlıcanları patatesleri kararıp dibe yapışmış, “yıka beni” diye inleyen koca bir güveç hayali. Akşam akşam fırında türlü yememiş olsalar, belki de canı çekip sabahın köründe pişirmeye kalkacak ya... —Kokoreç hanım. Kadın mutlu. Eh ne de olsa İstanbul görmüş adamla evli. Kendisi gibi ayak bastığı şehir sayısı bir elin parmağını geçmeyecek kadar değil ya. Alâsını bilir. gerçi kokorecin adını duymuşluğu var ama... —Nasıl bir şey ki bu? Ortalığı kokuya boğmuş. Alanı var alamayanı var. —Seveni var, sevemeyeni var... Bağırsaktan yapılmış döner desek yalan olmaz. Bir kere yedim sadece. Pek hoşlanmadım aslına bakılırsa. Kadın umursamaz bir tavırla omzunu silkti. Yürüyüş maksadıyla çıktıkları evden buraya kadar onca yolu tepmişti, azıcık oturmalı, şamatayı cümbüşü izlemeliydi artık. Kokoreçten ona neydi, bağırsaktan ona neydi... “Gişe” yazılı küçücük kulübenin önünden, giriş kapısına kadar iki ayrı kuyruk uzanmıştı. İçerideki, biri yaşlıca duran iki görevli, aynı örnek elbiselerin içinde bilet uzatıp, para almaktan bitap görünüyorlardı. Birbirinin tıpkısı şapkaların altından bezgin bakan gözler de aynı örnek gibiydi. Adamla kadın da kalabalığa uymuş gibiydiler. Diğerlerini daha önce görmüş, dönme dolap, gondol, balerin gibi bazılarına da binmişlerdi ama şu kawazaki denilenine ilk defa rastlıyorlardı. Daha çok lise çağı gençlerinin ilgi gösterdiği, (belki da yaş kuralı vardı) helikoptere benzeyen bineğin önünde kuyruğa girenlerin haddi hesabı yoktu. Bir grup inince diğeri biniyordu. Daracık, birbiri ardına sıralanan koltuklara kurulan gençlerin bellerine kemerler bağlandıktan sonra kapılar kapatılıyor ve cihaz harekete geçiyordu. İleri geri, yukarı aşağı derken çığlıkların, ıslıkların, yuhaların eşliğinde yürekleri hoplatan hareketlerle periyotlarını tamamlıyorlar, kafaları, mideleri bulanık bir vaziyette boşalttıkları koltuklarını başka gençlere devrediyorlardı. Kadının bakışları, kalabalığın arasında gecenin şu saatine hiç de yakışmayan takılarıyla çevreye hava atan ayaklı sarraflara, cafcaflı renklerin olancasını üstünde taşıyan kelebek kanatlı genç kızlara, soluk pardösülerini geren göbekleriyle yürümeye mecalleri olmayan tombul hanımlara, gömlekleri içinde terleyip duran babalara göz gezdirirken bir noktada sabitlenip kaldı. Birisi on iki-on üç yaşlarında, diğeri dokuz-on yaşlarında iki abla ile ellerinden sıkı sıkıya kavradıkları yedi-sekiz yaşlarında küçük bir oğlancık idi gördüğü. Babaları olduğu belli olan, çizgili gömleğinin içinde kaybolan, kırçıl bıyıklı, bulanık bakışlı bir adamın refakatinde idiler. Kızlarda şaşkın ve bir o kadar da hayran bakışlar mevcuttu. Sağa sola, ışıklara, gondollara, elbiselere kilitlenen gözlerle, ilk defa geldikleri belirgin olan tavırlarla dikili kalmışlardı. Üç numara tıraşının altında yok denecek kadar az kaşlarıyla sarı, sapsarı bir oğlandı üçüncü ve asıl objektife yakalanan da oydu. Ağlamaklı idi. Kıpkırmızı yüzü ile içine gömdüğü sessiz hıçkırıklarını boğmaya çalışarak, ilk defa gördüğü güzellikleri babasından isteyip istememek arasında gidip gelen bir mahzunlukla bocalayıp duruyordu. Baba ise oğlanın bitiremeyip eline tutuşturduğu haşlanmış mısırı sıcaklığı kaybolmadan kemirme niyetindeydi. Kızlar, bitmiş koçanları giriş kapısındaki varile atmışlardı girerken ve mutlu görünüyorlardı. Baba, sigara bahanesiyle yokladığı cebine bir göz attı. Sadece iki gün yetecek miktarda ekmek parasından başka beş kuruş yoktu. Bir oğlanın mahzun yüzüne, bir de kızların mutlu suratına baktı. Namussuz paraya, aylığa kavuşmaya sadece iki gün kalmıştı. Koca bir kırksekiz saat yani. Kızlarda, önceden anlaşıp bir şey istememe, sadece seyretmeyle mutlu olmanın yollarını bulma izleri vardı. Bu anlaşmayı, gördüğü cazip aletlerin şaşaası karşısında, kapıldığı heyecanın etkisiyle sarı-kırmızı suratlı oğlancık bozuyor gibiydi. Oğlan, ablasından kurtardığı elini kısa pantolonunun cebine sokup madeni paralarını çıkardı. Bir gişenin üzerindeki fiyata baktı, bir de paranın miktarına. İmkânı yok yetmezdi. Ne olurdu sanki mahalledeki arkadaşlarına kanıp da pamuk şekerden almasaydı dün? Geçen hafta arkadaşlarıyla önünü kestikleri bir düğün konvoyundaki amca tutuşturmuştu eline koca binliği. İki üç gün koynunda sakladığı parayı sonunda dayanamayıp, o eriyip giden pamuk şekere yatırmıştı işte. Tüh olsundu be! İki gün daha saklasaydı ölür müydü? Dünden beri, yani her şeyin siftahına balıklama atlayan Burak’ın “dönme dolaba bindik ablamla, çarpışan otoyu kullandım” sözlerine imrenmez, kendisi de binerdi o dediklerine. Baba, gömlek cebini şişiren sigarasından yaktı; ve ağzından kurtulan bir “of” sesiyle havaya üfledi sorunlarını. Tozun dumanın, sesin kokunun arasında yok olup gitti kendi bıraktıkları da. Yürüyüş maksadıyla evden çıkıp, öylesine, lâf olsun diye alana giren kadınla adamın bakışları, işte o anda, yanıp sönen ışıkların şavkı arasında çakıştı. Kadında “birer bilet alsan da bu çocukların gönüllerini görsen” ifadesi, adam da “babanın gururuna dokunursa” endişesi vardı. İkisi de sıkıntı içinde, yaslandıkları dönme dolabın kaidesini çevreleyen demirleri kavramışlardı sıkı sıkıya. İçlerinde karşı konulmaz bir istek vardı: çocukları, özellikle de oğlancığı sevindirmek... ve karşı konulmaz bir istek daha vardı: babayı incitmemek. Kızlar ağızları yarı açık, mutlu ifadelerini muhafaza ederek rüya âleminin ipsiz salıncağında gezinmekle, yani seyretmekle yetiniyorlardı; oğlansa artık engelleyemeyerek, sarı-kırmızı suratına koyuverdiği incilerini birbiri ardına sıralıyordu. Hıçkırıksız, şikâyetsiz ve ince boynuna yakışan bir mahzunlukla inen yaşlar ampullerin, görünmeyen kirpiklerine vuran aksi ile renkli bir hal alıyordu. Adamla kadın akşamlarını mahveden bu görüntünün ezikliği içinde yeniden sıktılar demirleri. Bir şeyler yapılmalıydı. Kırmadan gönül yapmanın yolu bulunmalıydı. Peri kızının mucizevi değneğiyle, manevi âlemin sırrıyla olmalıydı. Ama mutlaka bir şeyler olmalıydı. Kawazakidekiler, dönme dolaptakiler, gondoldakiler, konvoydakiler, balerindekiler, palyaço salıncaktakiler, çarpışan otodakiler bilmem kaçıncı kere boşalttılar haz duydukları yerlerini. Bilmem kaçıncı kere bilet uzattı aynı örnek şapkalı gişe görevlileri. Bilmem kaçıncı kere yuvarlandı inciler, sarı, esmer, beyaz çocuk suratlarından aşağıya. İşte o anda oldu inanılması zor hadise!” Sadece adamla kadının şahit olduğu bir peydahlanmayla çıkıverdi melek kılıklı bir adam. Beyaz pantolonu ve beyaz gömleği ile babanın koluna giren otuz otuzbeş yaşlarında birisi, “çarpışan arabalara binmek için bilet aldırdılar benimkiler. Sonra da korkup binmediler. Biletler elimde kalakaldım. İstersen yeğenlerimi bindir kardeş” deyip, babanın eline biletleri tutuşturup kalabalığa karışıp kayboldu. Ne çocuklar görebilmişlerdi tam anlamıyla, ne de baba. Kadınla adamın kenardan sessizce izledikleri olay mutluluğa dönüvermişti işte. Üç tane bilet vardı ellerinde. Sarı-kırmızı oğlancığın yüzündeki yaşlar, membaı kurumuş göze gibi aniden kesildi. Hayran hayran etrafı süzen kızlarınkine ise parıltılı bir bakış gelip oturdu. Üç küçük bedenin çarpışan otoların olduğu bölüme geçmesi, sıralarını beklemeye başlaması gecenin olayı idi adamla kadın açısından. Onlar da gelmişlerdi aynı yere. İzlendiklerinden habersiz babanın bu kez mutlu yaktığı sigarayı, çocukların suratına akseden neşeyi kaçırmamalıydılar. Birkaç dakika sonra, oğlancığın kavradığı direksiyonda idi ablalar da. Gözlerinde çakıp duranlar, tellerin çıkardıklarından daha da fazla kıvılcımlıydı. Kadın o şamatanın içinde nasıl duyurduğuna kendisinin de inanamadığı bir tonla kocasına seslendi. —Eğer oğlanın bu suratını görmeden yatsaydım gecem mahvolacaktı. —Hattâ birkaç günüm, diye ekledi kocası da. Daha beş dakika önceki kaşsız, haşlanmış yumurta gibi duran yüzün kırmızılığı kaybolmuş, mutluluğun pembe bulutlarını yaran bir pilotun kararlı bakışlarına bürünmüştü. Diğerlerini saymazsak, kulaklara varan üç çocuk gülüşü, bir baba sevinci, bir de karı koca bahtiyarlığı yaşanan yerde, yaptığı işten haz alan birisi daha vardı: biletleri veren adam. Kenardan gizlice izlediği manzaranın doygunluğunu sabaha kadar salladığı direksiyon başında yaşayan adam, uzun yol şoförü bir garibandı sadece. Oradaki iş merkezlerinden birine getirdiği gıda maddelerinin boşaltımı esnasında girdiği lunaparkta gördüklerine dayanamamış, uzanıp giden kuyruğa rağmen nasıl aldığına kendisinin de şaştığı üç biletle ağlayan yüzleri güldürmüştü. Ampullerin kararıp, yerini göz kırpar yıldızların aldığı, sokaklarda inlerin cinlerin top oynadığı saatlerde, karı-koca birbirlerinin ellerini sıkı sıkıya kavramış, bir dahaki sefer için yüz güldürme plânları yapıyorlardı. Uzun yol şoförü de kıvrım kıvrım bükülen dönemeçlerde yol alırken, direksiyonu kavradığı parmaklarının arasında kâh kaşsız oğlanın başını okşuyordu kâhsa bir türlü evlenmediği için sahip olamadığı hayâli çocuklarının başını. Oğlancık ise uykunun bilmem kaçıncı kulacında yol alırken kavradığı yorganı direksiyon kullanır gibi sıkıyor, Burak’a anlatacağı bulutlararası gezinin hazzıyla gözlerini sımsıkı yumuyordu.
|