Neslihan'ın annesi Fatma Pekşen Sayı:
90 - Ekim / Aral?k 2016
HİKÂYE
Onunla bir kış günü, böylesine apansız, gece yarısına yakın bir saatte tanışacağım hiç aklıma gelmezdi. Evin en büyüğünün, uykunun bilmem kaçıncısına doğru kulaç attığı, apartmanca hiçbir anını kaçırmadığımız dizinin bitimine birkaç dakika kala, olacak şey miydi şu çalan münasebetsiz zil! Nereden aldıysam bu cesaretli hali, bir hamlede kapıda buldum kendimi. Önde aslan parçası gibi oğlum ve arkada bir karaltı! Aman Allah’ım. Yüreğim duracak.
“Anne biz geldik!”
“Buyurun buyurun!”
Buyurun da “biz” derken kimi kastettin oğlum? Biz derken… Hani… İyi ettiniz de geldiniz ama neden haber vermediniz ki?
Benim uyku basmış gözlerime ve bedenime inat onlarınki dipdiri. Onca yolu tepmemiş gibiler. Niye haber vermediler ki sahiden? Böyle evdelik halimle yakalanmazdım. Dizleri pörtlemiş eski eşofmanımla çıkmazdım karşılarına.
Arkalı önlü, televizyonun mırıl mırıl çalıştığı mavi ışığa boyanmış odaya giriyor, elektrik düğmesine dokunuyoruz.
Oğlum montunu el çabukluğuyla asmış olmalı. Üzerindeki Norveç desenli lacivert kazağın geyiklerindeki boynuzlar dikkatimi çekiyor. Öylesine iri ki, halaya durmuş kollar gibi iki yana olabildiğince açılmışlar. Nedendir bilmem. Cümle kazaklarda, başka mevsimde geyik olmazmış gibi, kar taneleriyle birlikte yer alır bu geniş boynuzlu hayvanlar.
Asillerdir ama. Kimse sormaz biliyorum; lâkin sorsalar en asil hayvan hangisi diye, şıp diye söylerim cevabını: Geyik derim hemen. Hoş, at da ondan kalır değildir ya…
İçerdekinin horultusu daha da artmış vaziyette. Tavan inip inip kalkıyordur muhtemelen. Mozart’la Şopen el ele verseler bu horultudan nasıl bir konçerto çıkarırlar merak içindeyim.
“Sürpriz yapalım dedik anne. Karnımız da tok.”
Gözlerimdeki soru işaretlerinin bir kısmına cevap almış oluyorum. İyi de çizmesiyle odaya kadar giren kim? Böylesine karlı kışlı havada, bir karış topuklarıyla düşmeden yürüyebildiğine göre okkalı bir yürüme ustası olmalı. Her şeyin bir ustası olduğuna göre, yürümenin de olmalı.
“Gelinin anne. Bu kız da senin gelinin.”
Ay üstüme iyilik sağlık! Ne vakittir gelinim oldu benim!
Nerdeyse kendi boyundaki bavulvarî, etrafı fırfırlarla süslü çantasının, yakası ve kapüşonunun tüylerinin arasından seçmeye çalıştığım, şu dalgalı saçların ardındaki çekik gözlü çehre mi benim gelinim? Neslihan’ın annesi yani!
“Tanıştırmaya getirdim. İki aydır nişanlıyız.”
Bıcır bıcır, bizim sarı kafesin içindeki Boncuk’un şakıması gibi birkaç kelime çıkıyor tüylerin arkasındaki çehreden. Hiçbir şey anlamasam da en azından sesini duymuş oluyorum. İki sıra diş görüyorum. İyi bir şeyler söylemiş olmalı. Kapı gibi oğlum memnun bir çehreyle başını sallıyor.
Gece misafirimizin diz hizasına kadar çektiği çizmelerin konçlarından deri püsküller sarkıyor. Fırfırlı çantayı, yakası ve kapüşonu tüylü montu, kartopu gibi duran atkıyı çıkarıp kanepeye, üst üste yığıyor. Çöktüğü koltukta, ileriye doğru uzattığı ayağına sarılan oğlum, misafir kızın konçlarından tutup, bir iki ıkınmayla çizmelerini çıkarıp kenara koyuyor.
Şaşkınım. Düpedüz şaşkınım. Neler olduğunu bir anlayabilsem. Gecenin bir vakti böyle çat kapı!!!
Benim burada yüreğim Viyana kapılarına dayanan mehteran bölüğünün davulu gibi gümbürderken, içerdekinin yüksek perdeden horlamasına içerliyorum. Hani kafasını bir uzatsa ya içerden! Neler olduğunu merak etse, bir şeyler sorsa, “bu da kim yahu?” diye gürlese ya!
Boyu omzuna kadar bile gelmeyen, kendi gelen misafir için, “gelinin baba” diyebilir mi benim oğlum. Neslihan’ın babası olacak olan gözümün bebeği oğlum.
Hani bebek doğduğu zaman hastane kapısında nöbet tutacaktık anneannesiyle. O börek yapıp getirecekti, ben de zeytinyağlı dolma. İçeriden müjdeli haber gelince birbirimize sarılıp öpüşecektik dünürüm hanımla. Etraftakilere dağıtacaktık saklama kaplarındaki nevaleleri. Ambulans şoföründen güvenlik görevlisine kadar bütün ağızlara lokum tıkıştıracaktık.
Sonra da başka başka yarışlara girecektik. O tüllerle güllerle süslü evde loğusa şerbeti kaynatacaktı, ben bebek helvası kavuracaktım. Kulağına okunacak ezan için dedeler birbirleriyle çekişecekti. Annesiyle babasının aylardır bulduğu isimlerin her birine bir bahane bulup kendi seçtiğim ismi koyacaktım ona. “Ceylin ne oğlum? Benek diye isim mi olur, kedi yavrusu gibi. Erva demeye dilimiz dönmez bizim. En güzeli Neslihan... Onu koyalım. Hadi efendi, kızımın kulağına ezanını oku da ismini verelim”
Neslihan. Canım benim. Senelerdir sakladığım pembeli neyim varsa hepsini senin için ayırdıydım. Kenarı püsküllü ipekli çarşafı bile senin için gizlediydim sandık dibine. Her şeyim senin içindi. Yıllardır bana koyulmadığı için sana lâyık gördüğüm isim bile…
Kollayıp kuşatacağım prensesimi. Neslihan’ı bebek arabasına koyup parka götürdüğümde, etrafta çığrışan ufaklıklara “azıcık susun çocuklar, torunum uyuyor” diyeceğim. Sonra da kanepenin öbür ucunda oturan diğer babaanne ile muhabbete girişeceğim. O kendi prensini methedecek, ben kendi prensesimin dünyanın en güzel bebeciği olduğunu anlatacağım.
Gene anlatırım inşallah o babaanneye. Hele bir annesini iyice tanıyayım da. Sahi Neslihan’ın annesinin adı neydi ki?
“Çok güzel, çok iyi bir kız anne. Banyodan çıksın da bir gör. Dupduru.”
Dilim durmuş olmalı. Başka zaman ilahiden türküye, kantodan ağıda varıncaya kadar her şeye şakıyan dilim kökünden kurumuş. Adını dahi soramıyorum. Kalakalmışım öyle. “Nüzül indirdi” haberini işitince davetsiz daldığımız komşu babaanne Vahide Hatun’un aval aval bakması gibi bakıyorum aşinası olduğum odaya. Duvar aynı duvar, saat aynı saat, takvim aynı takvim ama…
Oda küçük müçük ama idare eder. Misafirin yatağını buraya hazırlamalı. Oğlan kendi odasında yatar zati.
Sahi, dizi ne zaman bitmiş? O kör olasıca ızbandut herif gene mi yakalanamadı ola? Eve gidip de gene döverse Nalân’ı… Neyse sabah balkona çıkınca öğrenirim Saadet’ten.
*
“Anne, Li büyüklerine karşı çok saygılı. Anne babası olmadan asla sofraya oturmuyor.”
Aman Allah’ım. Bir de anne babası mı var bunun? Kızıyla dolaşan, kızıyla nefes alan, kızıyla gezen! Hani yakın bir otelde kalıp da, kahvaltıya bize gelecek olan, çekik gözlü, hiç durmadan temenna eden, iki ufak tefek insan… Olabilir mi ki?
Birazdan zili çalarlarsa… Ah keşke sigara böreğini daha fazla yapsaydım. Yoksa efendiyi markete mi koşturayım hemen. İki çeşit zeytin, iki çeşit de peynir mi aldırayım… Gerçi bunlar bizim gibi yemezler de. Televizyonlardaki gibi çubukla şişle yemeye kalkarlarsa yandım gitti! Yetmiş küsur parça çatal kaşık setinin içinde bir tek bile yok bunlardan.
Tavuklar için kullandığım şişlerden olur mu acep? İçeride birini sigara böreğine saplayıp da deneyeyim bir. Eğer işe yararsa bir ikisini de sofraya koyayım. Yoksa iyiden iyiye mahcup olurum, şoklanırım.
Gerçi geceden beri iyiden iyiye alıştık şoklanmalara. Banyo sonrası misafirimizin “dupduru” halini görmek için beklediğimde de yaşamıştım bu duyguyu. Daha doğrusu tokat gibi bir şeydi. Kaplan desenli daracık pijamasıyla odaya girdiğinde gözlerim lokma gibi açılmıştı. Nasıl açılmazdı ki? Düpedüz keldi karşıma çıkan canlı. O dalga dalga duran saçları yok olmuştu. Oğlanın saçından bile kısaydı başındaki teller. Üç numara ya vardı ya yoktu.
Banyo askılarından birinde, yanının üstüne sarkan peruğu görünce anladıydım her şeyi. Fırfırlı çanta, püsküllü çizme, tüylü kapüşon, dalgalı saç çıkıp, makyaj da yıkanınca böcek kadar bir şey kalmıştı geriye. Yeni doğmuş yavru kaplan gibi iki sıska bacaktı karşımdaki. Sahiden de dupduruydu. Ah, pardon kupkuruydu. O al yanaklı apalak topalak Neslihan’ımı bu mu doğuracaktı? Vallahi bunun karnındaki çocuk dokuz ayına çıkmaz. Beş ay sonra “ben geliyorum” der.
“Babanı markete yollayayım mı oğlum? Anne babası da gelecekmiş ya kahvaltıya. Alıversin bir şeyler. Helva, salam filân…”
“Yok yok. Onlar bir şey yemezler. Rahat ol. Hem…”
Demek ki kahvaltılarını edecekler. Kibar insanlar anlaşılan. İlk kere adım attıkları yere karınlarını doyurmuş olarak gelecekler. Azıcık ısınıyorum bu hareket karşısında. Geceyi horlayarak, sabahı homurdanarak geçiren evin babası, her şeyin sorumlusu benmişim gibi bakıyor suratıma. “Hele şunlar gitsin ben yaparım yapacağımı” ifadesini görmek için lisan kursuna gitmeye lüzum yok. Bilmem mi otuz altı senelik bakışların hangi anlama geldiğini? Sahura kalkmış gibi belerdiği zaman ne dediğini ayrı bilirim, gözkapaklarını kaldıramazmış gibi durduğunda ise başka…
Sıska bacaklı kaplan oturma odasındaki valizde kalmış olmalı. Kırmızı benekli bir pantolon geçirmiş bu sefer ayağına. Kayınpeder rolündeki adamın yüzü suyu hürmetine olmalı bu süsleniş. Azıcık daha ısınır gibi oluyorum. Demek ki yol yordam biliyor epeyce. Yataklık kıyafetle sofraya oturmadığına göre. Bakın ben bile, bir türlü kıyıp da giyemediğim kahverengi bluzumu geçirdim başımdan aşağıya. İnşallah ter kokusu sinmez.
Ah canım… İki elinde iki kavanozla yaklaşıyor masaya. Memleket ürünü, hediyelik bir şeyler getirmiş olmalı. Oraların neyi meşhurdur bilemem ki? Hani adı bilinmedik bir meyvenin reçeli, ya da acılı macılı ezmesi ise neyse… Yoksa belgesellerdeki gibi börtü böcek türü bir yiyecekse, gözüyle hesap soran karşı sandalyedeki adama ne cevap veririm bilmem.
“Demedim mi anne, Li büyüklerine karşı çok saygılıdır diye. Anne babasız sofraya oturmadı bak gene!”
İyi de hani nerede anne baba? Daha zil çalmadı ki? Kapıyı tıklatan da olmadığına göre… Yoksa! Sahi, bizi mi kastediyor bu anne baba olarak! Hani ata dörttür derler ya bizim memlekette. Onun gibi mi yani? Neslihan’a da öğretir mi acaba küçüklere sevgi, büyüklere saygı kaidesini? Bayramı kandili, ramazanı aşureyi…
“Ben iki bardak daha koyayım sofraya oğlum. Onlarınkini koymamışım”
“Onlar yemezler dedim ya anne!”
Yemezler de çay da mı içmezler? Eğilip eğilip doğrularak, gülücükler saçarak süslü fincanlarda çay içtiklerini görüyoruz hep. Eğri büğrü, dikine yazılmış bir sürü harf istifinin eşliğinde kibar kibar yudumlayıp duruyorlar.
“Hadi başlayalım biz.”
“Ayıp oğlum. Dünürler gelmeden olur mu hiç? Ne derler adama? Aaa…”
Gece gelseler bile olurdu. Kaldı ki burada olduklarını bile bile, oturup da karnımı doyuracağım… Misafirperverliğimize laf söyletmem ben. Hadi cimri mimriyim ama o kadar da değil. İki lokma eksik yerim.
“Dünürlerin burada ya anne.”
Ay üstüme iyilik sağlık! Etrafımı ecinni tayfası mı sardı? Ben niye görmüyorum onları?
Tansiyonum fırladı da gözlerime perde mi indi yoksa? O dizideki ızbandut herif de Nalân’ı dövdüğü zaman iki üç gün gözleri görmez olmuştu.
Sahi dizinin akşamki bölümünün son tarafını kaçırdıydım. Yakalandı mıydı ola o mendebur? Saadet’i görüp soramadım ki sabahtan beri. Ocak başı beklemekten zamanım mı oldu?
Dünürlerim buradaymış. Çocuk olsa inanmaz ayol. Hani o taraf memleketlerin insanları ufak tefek olurlar ama gözümden kaçacak kadar da ufak değillerdir. Kızlarını gördüğüm gibi onları da görürüm pekâlâ. O çekik gözleriyle bana gülümseyerek bakan saçsız çehreyi daha fazla bekletmemek için ilk çayları dolduruyorum.
Fincan istemiyor misafirimiz. İnce bellinin birini tuttuğu gibi önüne çekiyor. Önce havaya kaldırıyor, sonra da masaya koyduğu, içinde reçel mi bal mı ne olduğunu bilmediğim hediyelik kavanozlara doğru tutuyor birer birer.
“Demedim mi sana anne? Bak, anne babasından izin almadan, ölse ağzına lokma koymuyor Li.”
Li, anne, baba, lokma, izin…
Birisi bana olup bitenleri anlatsa ya. Ortada anne babası yokken, nasıl ağzına izinsiz lokma koyamıyormuş bu kız? Karşı sandalyedekinin pörtlek gözleri benim gözlerimi delerken, kapı gibi oğlum rahat rahat götürüyor içi sucuklu sigara böreklerini. Bir de gamsız ki…
Ah! Öyle ya! Daha önce niye düşünemedim ki? Uzakdoğu’nun bu çalışkan insanlarının teknolojideki üstünlüğünü bütün dünya kabul ediyor. Kavanoz biçimli alıcı ile dünürlerim ta kilometrelerce öteden kızlarını takip ediyorlar.
Bravo onlara! Bravo vallahi. Ben biricik kızımı gelin ettim de ta nerelere, aklıma bile gelmedi böyle takip etmek. Arada bir konuştuk o kadar.
Soğuk tatili dolayısıyla tatil edilmiş olan okulun çocuklarının, çığlık çığlığa oynadıkları kartopu oyununun sesleri doluyor mutfağa kadar. Misafirimiz suratını buruşturuyor.
“Li çocukları hiç sevmez. Evlenirsek çocuk yapmayacağız.”
Çekik gözlü ufacık çehre, oğlumun ne dediğini anlamış gibi gülümsüyor. Ama ben Neslihan için neler biriktirdim yıllardır. Onları ne yapacağım?
Belki de birkaç yıl sonra düşünürler. Okulları mokulları biter, işlerini hale yola koyarlar, sonra isterler. Hem Amerika gibi yerde kolay mı büyükler olmadan çocuk doğurmak, büyütmek!
“Bunların içindeki ne?”
Uykusunu alamadığı için kanlanmış olan gözleriyle, masanın ortasındaki iki kavanozu işaret ediyor evin yegâne bıyıklısı. Dağ kımıldadı sonunda. Nihayet üç kelimelik bir cümle çıkıyor ağzından.
Kahvaltıya yakışacak bir şeydir enikonu; ne olacak ki canım? Ayıp değil mi, kızın yanında bunu sormak. İnşallah Türkçe bilmiyordur.
“Annesiyle babası dedim ya, baba.”
Bıyıkların üstündeki gözler soruyu biliyormuşum gibi bana dönüyor tekrar. Başını iki yana sallıyor, “sen söyle” gibisinden. “A efendi, ne bileyim ben?” diyecekken…
“Trafik kazasında ölmüşler. Li de onları yaktırdıktan sonra küllerini kavanozlara doldurtup yanında gezdirmeye başlamış.”
“!!!!”
“????”
“Ben alıştım iki aydır. Üç öğün beraber yemek yiyoruz onlarla. Gece yatmadan önce de vedalaşıyoruz.”
Ay, bana bir şeyler oluyor. Lokmamı yutamıyorum bir türlü. Böreğin sucukları dirildi mi ne? Bir gece boyunca bunlarla beraber mi yattık şimdi biz. Şimdi de aynı masayı paylaşıyoruz böyle kuzu kuzu!
Neslihan’ın mamasını da bu kavanozlara gösterip gösterip mi yedirecekler şimdi? Miniğimin emziğini, biberonunu camına sürtüştürüp de öyle mi verecekler?
Aman oğlum, gözünüzü seveyim, çekilin karşımızdan! Çıkıp gidin buralardan! Giderken kavanozları da götürmeyi ihmal etmeyin sakın. Neslihan’ı kim büyütürse büyütsün. Ben parka gidip başka babaannelere Neslihan’ımı anlatmaya, “bu yaz gelecekler, iki ay kalacaklar” demeye devam ederim...
|