AY?ENYN YE?YL SANDI?I Fatma Pekşen Sayı:
46 - Ekim / Aralık 2004
"Ayşe'nin yeşil sandığı Daha elinin değdiği... Görücüsü gelmiş genç kız heyecanını yaşıyordu koskoca kadın. Bir yandan türkü mırıldanıyor, bir yandan da eve boy abdesti aldırıyordu. Hiç sıradan bir gün olur muydu? Koskoca rektördü ayaklarına kadar gelecek olan Rektör. İçinde çalıştığı kurumun en ucu, hem yaşça hem başça en büyük ismi... Söylenildiğine göre, kolay kolay kimsenin kapısına gitmezmiş. Gittiklerinin kapısına da öylesine, lakırdı olsun diye değil, işe yarayan bir maksatla gidermiş.
Öyle ya. Epeyce yaşlanmış olup, çevre iller arasında ünlenen bir üniversitenin ilk kadın dekanıydı bugüne bugün. Bun tebrik etmek için elbette ki ayağına kadar gelecekti.
Gene söylendiğine göre, tebrike geldiği insanlara da öyle şaşırtıcı hediyeler getirmiş ki görenlerin hayretten ağızları bir karış açık kalırmış. Kültüre, geleneksel değerlere önem veren bir tip olarak, hediye ettiği armağanlardan kendisi korkar, görenler arkasından, "bu hediyeyi getirse getirse Rektör bey getirir" diye tahminde bulunurlarmış.
Oh be! "Rektör Bey ve değerli eşleri cumartesi akşamı tebrike gelecekler. Eski püskü eşyaların bir iki tanesini kaldırsak artık" deyip ne iyi etmişti şu eski sandığı sattırarak... Şimdiye kadar, "aile yadigârı" diyordu da başka bir şey demiyordu Bedii. Nuh gününden kalma, üstünün kabaralarının bir kısmı dökülmüş, yeşil boyasının bir kısmı kavlamış asırlık sandığın nesini tutmuşlardı ki bunca yıl, hayret bir şey... Yadigâr olarak saklanacak başka eşya mı yoktu? Rektör deyince akan sular durmuş, umduğundan az tepki vermişti çıplak tepeli kocası. Bir punduna getirip şu sırı dökülmüş aynayı, konsolu da yok ettirmek lazımdı ilk fırsatta. En az seksen senelikmiş, pöh.
Sandığı, onca yılın ardından kuzu kuzu götürmesi, acaba, bu dekanlık sırasını ilk önce kendisinin almasından mı kaynaklanıyordu? "Karısının emrine girmiş bir koca" olmanın belirsiz boyun eğmesi miydi? Üstelik, ikisi de aynı senenin mezunları, aynı senenin doktorlarıydılar.
Ama kocası, "Nörolüji Ana Bilim Dalı Başkanı Bedii Akkor" olmayı umarken, karısı, "Tıp Fakültesi Dekanı Çiğdem akkor" oluyordu işte. Hayat bazen garipliklerle dolu değil miydi? Her ne kadar koca, "senin dekan olman, benim ana bilim dalı başkanı olmamdan daha önemli" diyorsa da içi başka türlü söylüyor olabilirdi.
"Aman Ayşe'm, mor menevşem Dağlar başı duman Ayşe'm..." İki haftadır evleri tebrike gelenlerle dolup taşıyor, mutfaktan bardak çanak şıkırtılarının sesi eksik olmuyordu. Bugüne kadar gelen giden çok olmuşsa da içlerinden, bu akşam gelecek olan misafir kadar heyecanlandıran olmamıştı hiç sanki, perdenin arkasındaki camın kirliliğini, halının altındaki tozu kontrol edecekmiş gibi, ikişer kere toz aldırmış, cam sildirmişti Kiraz Hanıma.
Epeydir elini vurmadığı hamur işlerine merhaba demiş, önemli misafirinin sevdiğini duyduğu şöbiyeti bile yapmaya kalkmıştı; diğerlerine hazır şeylerden ikram ederken...
İyi ki havalar ısınmıştı da oğlan bisiklet üstünden inmiyordu. Yoksa, doktor moktor anlamaz, (pardon dekan) "anne beni ne zaman yüzmeye götüreceksin?" diye başının etini yer, yada "anne, çoktandır mantı yapmıyorsun. Bu akşam için yapsana" diye sıkboğaz ederdi adamı.
Öyle hazır gıdalara rağbet etmediği söylenen rektör için, akşam olmadan bir de suböreği hazırlamalıydı. Hazır Kiraz Hanım da evine gitmeden... Eğer vakit kalırsa ona bir de Kars ketesi yaptırmak lazımdı ki o biçim oluyordu. Geçen yıl ayağını incittiğinde, bir tepsi yapıp getirmişti evinden, sağ olsun. Bedii ile ümit yalayıp yutmuşlardı tez elden. İyi ki Ümit, "anne, Kiraz Teyzenin ketesinden niye yapmıyorsun?" demiyordu.
Eğer elektrikler kesilmeden fırın işini bitirirse, geriye pek bir iş kalmayacaktı. Evi son kere gözden geçirecek, gümüşlerin, pirinçlerin iyi parlayıp parlamadığını kontrol edecek, içerinin havasını dağıtmak için oda parfümü sıkacak, sonra da en iyi cicilerini giyerek karşılamaya hazırlanacaktı.
"İndim Ürgüp'ün yoluna Ayrılması güman Ayşe'm" Acaba gülkurusu takımını mı giyseydi, yoksa saman sarısı pantolon-ceket takımını mı? Galiba, mavilerini giyip, boynuna da mavi tonlarda ebru fular takmak daha ağırbaşlı gösterirdi kendisini.
Bedii'yle Ümit'e ne giydirseydi acaba? Oğlan, Allah bilir eşofmanları ile gelmek isterdi yanlarına. Şu zamaneler de bir tuhafı yani. Koskoca onüçündeki oğlan, üstelik annesi doktor (hay aksi dilim sürçtü) dekan olan bir çocuk, giyinmeyi beceremeyerek, annesinin babasının ısrarlarına rağmen giydiklerinden gocunmayıp, rahat tavırlarla misafirlerin yanına gelebiliyordu.
Hepsi bir yana da iyi ki şu çarpılmış sandığı salonun baş köşesinden kaldırmışlar, yerine de devasa bir ayçiçeği sepeti yerleştirerek çağdışı görüntüden kurtarmışlardı mekânı. Bir tarafta teknolojinin bütün imkânlarıyla donanmış dışarıdan gelme sesli görüntülü cihazlar, bir tarafta ise sırı uçmuş aynalar, küf kokan sandıklar... Ayna hadi neyse; duvarın bir tarafına yapışmış, fazla yer kaplamadan ömrünü sürdürüyordu ama sandık hayli yer kaplıyordu.
"Koyun gelir yata yata Çamurlara bata bata..." Evet, evet. Günün son ışıklarının uzantılarıyla nazlı bir gelin gibi ne güzel de süzülüyordu ayçiçeği sepeti... İyi ki almışlardı. Şimdi aceleye gelmişti, "boş durmasının o köşe" diye ilk gördüklerini getirmişlerdi ama daha sonra bambu, yuvarlak bir masayla değiştirme fikrini ortaya atmalıydı. Hazır Bedii'nin kuzu damarları da üstündeyken... Çiçeği de neredeyse sandığın fiyatına almışlardı. Tabii canım. Ne de olsa ithal maldı, ederdi. Eskiye rağbet olsa... Yıllanmış eşyalar satan dükkânın sahibine yutturana kadar akla karayı seçmişlerdi. Fazla eksik demeyip vermişler gitmişti işte
*
–Bedii, ben sabahtan ben söylüyorum ama bir de sen söyle Ümit'e. Öyle sütüne başına çeki düzen vermeden gelmesin içeriye. –Olur söylerim. –Ha, Bedii, çay servisinde yardım etsen diyorum. Benim heyecandan elim ayağıma dolaşır. –Emredersin Dekan Hanım. –Bedii... –Ne var? –Bir tuhaf konuşuyorsun gibime geldi. –Sana öyle gelmiş. –Hadi öyle olsun. Şey diyorum ki... İyi ki şu eski sandığı kaldırdık. Nasıl ayıp olacaktı Rektör Beyden. –Evet ya. Bizim eski eşyalarımızı görünce, nasıl da görgüsüz, bilgesiz, çağdışı olduğumuzu düşüneceklerdi değil mi? –Evet hayatım. Gittiği yerlere çok pahalı, çok değerli hediyeler götürüyormuş. –Bize ne getirecek dersin? –Nerden bileyim ben? Ay zil çalıyor! Koş Bedii, Ümit üstüne başına dikkat et çocuğum!
Çay ocakta! Börek-kete fırında! Şöbiyetin şerbeti döküldü! Vişne soslu kek dolapta! Gümüş çay tepsisi, dantel örtü tezgâhta! Gülkürusu giyildi, Ümit eşofmanlarını çıkardı! Bedii ısrar üzerine ikinci kere sakal tıraşı oldu! Veee... Sandığa bay bay edildi! No problem!
Nihayet güleç çehresiyle kapıda belirdiler misafirler. Öyle sağlarına sollarına bakmadan, kırk yıllık ev sahibi gibi rahat buldukları bir köşeye gidip kuruldular. Malûm, hal hatır soruları, havadan sudan konularla sohbet ısınmaya başladı. Konu malûm; üniversite tarihinde ilk defa bir bayanın dekanlığa getirilişi... İdari sorunlar, hedeflenecekler filan. İyi güzeldi de, Rektörün her nereye gidiyorsa ilginç ve pahalı şeylerden seçtiği hediyesi neredeydi? Öyle ceket cebine sığacak küçüklükte bir hediyeyse...
Sırtını ağrıtarak açtığı şöbiyeti yapmasa mıydı acaba? –Evet efendim. Sebebi ziyaretimizi biliyorsunuz. Çiğdem Hanım kardeşimizi tebrik edelim dedik. –Zahmet ettiniz efendim. Evimizi şereflendirdiğimiz için gurur duyduk. –Bugün bütün öğleden sonramızı çarşıda, size hediye aramakla geçirdik Şükran hanımla... Güzel yüz hattıyla hâlâ genç bir görünüm arzeden hanım, kocasını tasdikler vaziyette hazla kırpıştırdı gözlerini. –Aman efendim rica ederim, hediyenin de bahsi olur mu? Sizin gelmeniz, hanemizi şereflendirmeniz yeterli bizim için. Değil mi Bedii? –Evet Çiğdem. Elbette. Keyifle çatalındaki keteyi ağzına attı Rektör. Gelene git demeyen dişleri büyük bir iştahla öğütüyordu kendisine sunulanı. Çiçeği burnunda dekan, içinden, "iyi ki yaptırmışım Kiraz Hanıma. Bak üçüncüsünü götürüyor" diye geçirdi. Sırtının ağrısı da tez geçirdi inşallah. –Bugünün anısına öyle güzel bir şey aldık ki... Görünce bayılacaksınız Çiğdem Hanım. –Aman efendim ne zahmet. –Olur mu efendim? Üniversitemizin güzide doktorlarından birisi ve ana bilim dalı başkanlığı yapmış bir bayan olarak, bir ilki gerçekleştiren isme az bile. Şükran hanımın gözlerinde memnunluk pırıltıları... Bedii Beyin suratı ufaktan ufaktan yerçekimi kanuna uymakta... Ümit yokolmuş. Eşofmanlarının tatlı laciverdi sinmiş koltukların orasına burasına. Gülkuruları iyi yakışıyor insana. Vişne soslu kek de bir şey etmez adama, Kiraz Hanımın ketesi de. –Azizim Bedii Bey. İnsan öyle kelepir malı gözü kapalı verir mi simsarların eline? –Bilmem? –En az yüzyirmi senelik mal. Kim bilir hangi biçarenin zor durumundan faydalanıp kandırarak yok pahasına satın aldılar. –Yaparlar efendim. İnsanlık öldü gibi bir şey. –Şükran'la bayıldık. Sağını solunu kontrol ettim. Taş gibi mal. Sahibi olacak biçare iyi muhafaza etmiş anlaşılan. İncecik sesi ve güleç çehresiyle kocasını tamamladı tombul hanım. –Hakikaten öyle. Kim bilir ne hatıraları vardı onda? Darda kalmasa satar mıydı? Benim elimde böyle bir eşya olsa koklarım yahu.
Mal... Koklamak... Taş gibi... Biçare kadın... Hatıra... Cebe sığacak büyüklükte ve kelepir. Yüzyirmi senelik. Elmas bir yüzük mü acaba? Ne sükse olurdu ama... Tıp bayramında, balolarda ışıl ışıl... İyi de elmas yüzüğü niye alsındı ki Rektör? Hem de karısı dururken. Şimdiye kadar kimseye bu tür bir hediye aldığını duymamıştı. Skandal olurdu vallahi. Ne demezlerdi adama? –Bir kete daha arzu eder miydiniz efendim? –Sağ olun Çiğdem Hanım. Bu kadar ağırlamayınız beni. Yoksa her hafta damlarım buraya. Değil mi Şükran? Kadında mutluluk pırıltıları... –Her zaman kapımız açık efendim. İki lokmalık şeyin lafı mı olur? –Siz yapmışsınız galiba. –Evet efendim. Yardımcım da var. –Elinize sağlık. Ha, ne diyordum... Baktım taş gibi mal. Bastım parayı. "Bir güzel cilâ atın, akşam üstü uğrayıp alacağım" dedim. Cilâ? Hiç elmas yüzük cilâlanır mı? Elmas değil mi yoksa? Cebe sığacak büyüklükte ne olabilir ki bu? Süslü bir cüzdan? Altın kalem? İtalyan marka güneş gözlüğü? Saçmalama Çiğdem. Dekanlık senin aklını başından almış galiba. Hiç güneş gözlüğü hediye getirilir mi? –Akşamüstü uğradım kimseler yok. Meğerse çıraklardan birisinin cenazesi varmış. Hep birlikte oraya gitmişler, dedikleri saatte hazır edememişler. Çok ayıp olacağını söyleyince, "siz merak etmeyin beyefendi. Biz istediğiniz adrese paketler teslim ederiz" dediler.
Paketlemek. Teslim etmek. O halde cebe sığacak kadar küçük bir şey değil! Ama ney? NEY? Mevlevîlerin ney'i mi? Olur mu ki? "Cilâ atın" da dediğine göre, ahşap bir şey. Şaşırtıcı hediyeler getirdiği söyleniyordu zaten. Ney niye olmasındı ki? Vitrinin görünen bir yerinde dururdu ve gelenler gıpta ile bakarlardı. –Birazdan getirirler zannediyorum. Umarım siz de beğenirsiniz. –Çok teşekkür ederim efendim. Sizin zevkinize güveniyorum. –Size değer Çiğdem hanım. –Acaba bir dilim daha vişne soslu kek alırmıydınız. –Teşekkür ederim. Fazla kaçırdım zaten... Azizim Bedii Bey, siz anlar mısınız? –Neyden Efendim? –Eyvaaah. Fakülte yıllarındaki koroyu çıkarırsak, zavallının müzikle en ufak alâkasının olmadığını öğrenirse bozulacak. –Antikadan. Antika? Oohh. Ney'den gırnatadan sormadı. –Anlamam öylesi şeylerden. Futbol tarihi daha cazip gelir bana. –Alâ. İlgilendiğinizi bilmiyordum. Karısının kendinden önce dekan olmasını hazmedemediğini de bilmiyorsun. Canım Bedii. Garibim. Şu iki hafta içinde saçların daha da mı azaldı ne? Zil çalıyor!
ZİL! Antika kamış! –Ben bakarım Çiğdem. –Ben de geleyim Bedii Bey. Tek başınıza getiremezsiniz. Tek başına getirmemek mi? Koca göbekli rektör ayakta. Bedii önde, diğeri arkada... Şükran Hanım, iki gündür arz-ı endam eden ayçiçeği sepetini kaldırıp, balkon kapısının önüne koyuyor. "Hediyeye yer açmak lazım" diye mırıldanıyor. "Buraya iyi yakışır" O da ne! Sandık! İki adamın iki kulpundan tutup getirdikleri bir sandık! Ama bu... İki gün önce defettikleri bunca yıllık kutuları... Tek farkı cilâsı... –Harika değil mi Çiğdem Hanım? –Harika! Bayıldım. –Biz de zaten çiğdem'le böyle bir şey almayı düşünüyorduk. Şükran hanım pırıltıları çoğalmış vaziyette. İnsanları mutlu etmek, isabetli hediyelerle sevindirmek ne güzel şey... Çiçeği burnunda dekan hanımın da suratı yerçekimi kanununa uyma hazırlığında. Bedii'nin ki allak bullak... İçindeki fay hattından çatlaklar çıkmak üzere ve öncü depremin belirtileri görülecek gibi. –Efendim, merakımı mazur görünüz. Kaç lire ödediniz bu şâheser için? –Hediyenin fiyatı söylenir mi azizim? –Biliyorum da... Çok beğendik... Kayınbiraderim yeni bir ev aldı. Biz de böyle bir hediye almak isteriz de onun için. –Söylemesi ayıp yarım maaşım kadar. Ama sizin gibi, değerli, kültürüne önem veren arkadaşlarıma helâl olsun. Bir sepet çiçek, yarım maaş. İthal süs eşyası, yadigârlıktan ayağa düşen nesne. Bunca yıldır attırmak için gösterdiği onca çaba? Misafirler gidince ilk fay kırıkları görülür mü? –Kapağın iç tarafındaki resim, dönemin en ünlü ressamının fırçasından çıkma imiş. Sultan Abdülmecit'in ressamıymış galiba. Mücevher kutusu olarak kullanıldığı sanılan, sandığın iki tarafına iç içe yapılmış gözlerden, yılların hatıralarının kokusu yükseliyor adeta. –Öyledir efendim. –Biz dükkânda Şükran'la kokladık durduk zaten. Enfiyeler, karanfil esansları, gül esansları, ıtırlar... Kim bilir hangi sevdalı mektuplar saklandı o gözlerde; hatıra lavanta yağlarıyla koyun koyuna –Biz de severiz güzel kokuyu. İsabet olmuş efendim. –İnsan böylesi değerli bir eşyayı nasıl elinden çıkarır, anlayamıyorum? Ya kültür değerlerinden haberleri yok, ya da maddî imkânsızlıklardan dolayı elden çıkarıyorlar... –Ya da daha değerli bir eşyaya (!) yer açmak içindir. –Anlamadım? –Hiç, öylesine söyledim. Bazıları eskiyi kaldırıp, yeniyi oraya oturtmayı görev sayıyorlar da. –Cahilliklerinden Bedii Bey... Meselâ siz? İki dünya bir araya gelse bu cahilliği yapar mısınız? –Ne münasebet efendim, aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Değil mi Çiğdem? –Şey, evet... Yani mümkünü yok. Düşünmeyiz bile. Her konuşanın ayrı telden çalmasıyla bir tuhaf bitirilen gece... Koca bir boşlukla sabahlama. Köşeye keyifle kurulan sandık.
*
Yılların emektarı, iki günlük ayrılığın ardından eski yerine geri gelip oturduysa da bir daha eski muhabbetli günlerini yaşamadı. Yaşayamadı daha doğrusu. Küskün bir tavır çizdi kendi dilince.
Geri götürülmeyen, devasa çiçek sepetine kuma nazarlarıyla baktı durdu. Sepet, içindeki sarı-beyaz güzelleri sergileme gayreti gösterirken, beriki ıtırlı kokusunu üflemeye çalıştı olanca gücüyle.
Lâvantayağı, gülyağı, filbahri. İğdeçiçeği, portakalçiçeği, nane esansı. İlk seçilme, ilk çakılma, ilk boyanma, ilk satılma. Yıllarca hizmet verme... Çamaşırlarla, bindallılarla, yağlıklarla, işlemeli uçkurlarla koyun koyuna yaşama. Türlü sızılara sırdaşlık etme.
İlk kabaranın dökülmesi, boyasının kavlaması... Gün gelip hor görülme, küskünlük ve evden uzaklaştırılış. İki gece dükkândaki diğer hemcinsleriyle gizli gizli dertleşip ağlayış... Kıymet bilen bir el hem de yâd el tarafından geri getiriliş. Yeni ama kırık dökük küskün bir ikinci bahara merhaba...
|