Deney Sinan Ayhan Sayı:
61 - Temmuz / Eylül 2008
-Bu bir esrarkeşin düşü değil, bu bir kâhin'in düşü… - Arthur RIMBAUD
Kimse bilmez, larvasında çürümüş kelebeklerin takvimiydi kullandığım, bütün “hiç olmamış uçma talimleri” benim aklımda sınandı çünkü. Kılıç sesinden parlak bir ömrüm oldu benim; ayakları eşikte unutulmuş bir çocuk gibi, hırs yaptım tebessümlerimi masa altlarına saklarken… Siper yaptım öcü profillerine karşı loş ışıkların kanattığı “kısıkgöz-görme biçimleri”mi… Bir hakkı kalmadı üzerimde, şükür, güzel selamlardan yana; bana baygın bir çatı olanın; eşyamda kıvrım, tülümde havalanma olanın…
Utanmadım, kapımın önünü sert sessizlerden süpürürken veya bir kulem olmadı hiç sırıkla yürüyen hokkabazlara kabaran bir sesim olduğu vakitlerde… Korkmadım asla, ev kuytuluklarının, odaların, yerleşme düzenlerinin keyfini bozan hortlaklara diklenirken; üzerimden bir tılsım çalan kem gözlere karşı bir bileyim oldu ağzımda her zaman, gözlerimde çakmak çakmak bir hırsım… Korku denen kasvetli evler ressamı bir beden bulamadı bende, yapışıp kalamadı hareketlerime bir pusluluk hali gibi… Kovdum en barınmasız yerimden, bana körebelik ilmi teklif eden hünerleri… Bana bir cambazlık taslayan duruşları da affetmedim, düzenimde bir nefes yer vermedim hiç birine, hiçbir şartta…
Kimse bilmez, rüzgârın çehresiydim gün batımlarında, o vakitler öğüt diye bir şey yoktu daha… Üzere giyilecek cümleyi beğenmek, yeryüzünde kamaşanı bir şekilde kıstırmak, henüz bir tasavvurdu göklerde… ve Ruhlar, bir kavanoza koyulacakları güne kadar, orada beklerlerdi sınanmayı, taa ki şekli ısıracak bir kuvve eşyasını bulana kadar… Lakin saçı dolaşık seslerle büyüdüm ben, yorgunluğu eğitmiş seslerle, çünkü her sesin bir aklı vardı: icat edilmiş bir şekle uyan, deney… Unutma: her şekil bir akıldır…
Teninde kâbus hükmü taşıyan hiçbir ademi unutmadım, unutmadım yalnız yüzlerde kabaran “zaman-altı” şehirlerinin tavanlarına asılı kalmış Nuh tufanlarını… Kimse bilmez, iç geçirmeler kırbacımdı benim… Tenimde bir sürü tatlı su, yılan… Melez bir ışıktım, tanıdım iyiyi kötüyü; bir buğday gibi bildim, üzerimde biriken güneşi; ekmeği, kıyıklığı…
Duvarda çivi yaralarından sızan ve dahi sırça saraylarda endam eden düşünceler, şehrin sokaklarına iner inmez; sülfür yağmurları altında eridi gitti… Sonra elim, parmaklarım deney tüpüne girer girmez; buhar aklında bir görüntü oldu şeklim; boz ve bulanık klişelere karıştım, vitrin, tabela ve mide biçimli akıllar…
Yutkunurken, yivler açtım yol yol; üzüldüm, solmak gibi geldi ömür bana, bronz göğsün ve pazının çürümesi düştü aklıma… Derken anladım, ipek yolu çağlarının süslerini üzerimizden kazıyan soluklar, önümüze kauçuk tabanlı yollar açmıştı işte… Üzerinde yürünebilme şartı sadece bizon katliamlarına bağlı olan yollar…
Kimse bilmez, bir şekle tahammülüm yoktu uzun zaman, o yüzden “yeddi asır örümcek kustum ağzımdan”… Bir ağım yoktu, silmek için takvimlerde yazılı kayıtları… Haritada tüten bir dumanın terk ettiği iklimlerin, acaba hüznü andıran bir yer şekli var mıdır diye düşündüm; ufku emin bir susuzluk gibi içtiğinde bakışlar…
Bakışlarım kısaydı, aralıktı; oylumum kayıp ve kalabalıktı; ölümün beğendiği bir şekil istedim üzerimde; larvasında çürümüş kelebek takvimiydi kullandığım, bütün “hiç olmamış uçma talimleri” benim deney kabımda sınandı çünkü…
|