Sary H?z?n Fatma Pekşen Sayı:
61 - Temmuz / Eylül 2008
Sık sık elimize geçmeyen, sarılı yeşilli, sıcak bir sonbahar günündeyiz. Beton, gürültü ve sıkıntıları geride bırakarak, kendimizi, sağa sola yerleştirilen “Çiçekleri Koparmayın, Çimenlere Basmayın” tabelâlarının bulunduğu, oldukça geniş bir parka atıyoruz. Oldum olası huylanmışımdır şu düzenli parklardan. Yeni tıraş olmuş oğlanları andıran top top ağaççıklar, bilmem hangi memleketten gelme, adını sanını bilmediğim “Yaban” ağaçlar, beton yolların, yapay havuz ve köprülerin şurasına burasına sıkıştırılan çimler ve çiçekler... Hani çingenenin manolya ağacı görünce “Bundan iyi kalbur olur” dediği gibi, gözüm iğde ağacını, akasya ağacını, meşeyi, çınarı arıyor. Şu ulu çamlar da olmasa, iyice gariplik çekeceğim...
Az önce dik sayılabilecek bir yokuşu tırmandığımız için, kendimizi yorgun kabul ediyoruz. İtiraf etmekten kaçınsak bile ihtiyarlık alametleri mi başlıyor ne?... Aheste adımlarla, sıcak görmüş yaşlı uyuşukluğuyla, koca parkı dolaşmaya başlıyor. Yeni tıraşlanmış oğlan kafalarının “Yaban” ağaçların, bir türlü adını öğrenemediğim çiçeklerin arasından, boş bulabildiği alanlara, güz güneşinin son ışıkları ulaşmakta iplik iplik... Gözlerim papatyaları, gelincikleri boş arıyor... Kırmızı bir gülü koklama teşebbüsünde bulunuyor, ta yıllar önce, bir akraba ihtiyarının “Güllerin kokusu eski kadınlarla birlikte kayboldu, boşuna koklamayın.” deyişini hatırlıyor, yaklaştırdığım burnumu geri çekiyorum. Parkın bir ucundaki gazinonun yakınlarına kadar yürüyüp, oyalanmak maksadıyla afişlerdeki sanatçıların isimlerini, programları okuyup, orada bulunan büfeden çerez alıp, aynı uyuşuk adımlarla turumuza devam ediyoruz...
Şemsiye gibi kocaman bir ağacın altından, yeşile boyanmış tahta bir kanepe bize “Gel” mesajı gönderiyor, oturuyoruz. Güneş sırtımızı ana şefkatiyle okşadıkça gevşiyoruz. Şu çerez paketi de olmasa uyumak işten bile değil...
Yeni sulanmış çimlerin içinden, şekilli bir ağacın arkasından, beş-altı yaşlarında bir çocuk beliriveriyor. Sırtını, kurşunî kabuklarla örtülü ulu bir çam ağacına dayayıp bizi süzüyor. Kırış kırış şortu, kareli gömleği ve terlikleri hep uçuk mavi renkte. Bir iki dakikalık duraklamanın ardından elini arkasından çıkarıp, bize yarısı yenmiş bir simit uzatıyor, “Alın teyze, siz de yiyin.” Şaşırıyoruz. Oyuncak bebeklerin saçlarına benzeyen ipek yığınlarının, alnına dökülen parçalarının arasından, güneşe yenik düşmenin verdiği güzellikle, tek gözünü kısarak, derin derin bakan mavi bir göz bizi kendine çekiyor. Ne duru, ne saf, ne temiz bir bakış... Yumuk elleriyle simidi ikiye bölüp, uzatıyor; minik misafirimizi kırmıyor, alıyoruz. Simitten boşalan eline çerez dolduruyoruz. Çam ağacının dibine oturup yemeye başlıyor. Tek tarafına doldurduğu çerezi öyle güzel bir çiğneyişi var ki bakakalıyoruz. Açamadığı, sert kabuklu fıstıkta, yardımımızı istiyor... Öylesine soruyorum; “Adın ne, arkadaşın var mı?”
Bir demet güneş ışığının aydınlattığı güleç yüzüyle cevap veriyor; “Adım Deniz, kardeşim de yok, arkadaşım da” Benimkisi de laf mı yani?... Öyle ya olmayabilir de. Bir çok anne baba çocuklarıyla kardeş, arkadaş olup kimseyi aramıyorlar bile... “Ben terliklerimle konuşuyorum, oynuyorum” diyor, masum ve kırılgan bir ses tonuyla. Yanlış anladığımı zannederek, “Efendim, anlayamadım” diyorum, az işiten ihtiyar edasıyla.
“Akşam beni odaya kilitlediklerinde terliklerimle konuşuyorum” diye tekrarlıyor. Bozulduğumu belli etmemeye çalışarak, “Ne diyor terliklerin, ne konuşuyorsunuz?” diye soruyorum. Bir tutam sarıyla mavinin buluştuğu vitrinlik varlık cevap veriyor: “Başı çok ağrıyormuş, uykusu geliyormuş. Eğer uslu durmazsam aç kalırmışız, patron onu kovarmış... Müşteriler sesini beğenmezmiş, kocası onu dövermiş filan... Öyle diyor işte.” Pek bir şey anlamamakla birlikte “Terliğini kim dövüyor, sen mi?” diyorum. Mavi gözlerini açarak, “Yok, ben değil kocası dövüyor” diyor ve ekliyor; “Eğer uslu durmazsam kocası beni de dövermiş.” Allah Allah, bu ufaklık bizimle dalga mı geçiyor, yoksa biz mi anlayamıyoruz?... “Kocası kim, baban mı?” diyorum. “Babam, şeeyy, Kenan babam var benim, o dövüyor.” diyor. Yüreğimiz burkuluyor, “Terliklerinin canı çok mu acıyor?” diyorum. “Çok acıyor tabi ki... Başı ağrıyor, midesi bulanıyor, gözleri kızarıyor... Hem de çok ağlıyor.” diyor. Birden aklıma geliyor, “Annen yok mu senin?” diyorum. Mavili sarılı yumağın yüzünden kurşuni bir bulut geçiyor. “Annem var ama benimle konuşmuyor ki... Gece çalışıyor, gündüz uyuyor. Ben de terliklerimle konuşuyorum işte” diyor...
Çocuğun bir yandan çerez yiyip bir yandan anlattıklarına, bir tutam hâr düşmüş kalbimiz henüz alışmamışken, yanı başımızdan “Deniz!” diye tiz bir ses patlıyor. İrkiliyoruz. Dizlerinin üzerine çıkan yırtmacıyla, dar, uzun, askılı beyaz bir elbise giymiş kadının (yapılmamış saçlarına, makyajsız yüzüne rağmen) afişlerdeki ses sanatçısı olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Beton zemine döktüğü çerezi, kırışık şortunun cebine tıkıştırmaya çalışan çocuğun elini hırsla çekerek bağırıyor, “Sabahtan beri seni arıyorum, hangi cehennemdesin? Sana kimseyle konuşmayacaksın demedim mi?” Yarı suçlu, yarı kızgın bakışlarını üzerimizde dolandırıyor, yüksek topuklu terlikleriyle, burkula burkula, salına salına gazino tarafına yöneliyor. Zayıf bileğinden çekiştirdiği çocuk, yüreğimizin bir avucunu da yanına alıp giderken, dönüp dönüp bakıyor.
Güneş, sarı ibrişimli eteğini, cılız ziyalarla, son bir kez daha değdiriyor, “Yaban” ağaçlara, çiçeklere. Rüzgâr, bir yerlerden soğuk getiriyor sırtımıza. Üşüyoruz...
|