Aklymda Ynsan Kaldy Mustafa Kınıkoğlu Sayı:
64 - Nisan / Haziran 2009
Kuzey Kıbrıs'a yaptığım birkaç ziyareti saymazsak, ülke dışına ilk çıkışım bir Londra seyahati ile oldu.
Londra, ortasından -her ne kadar bizim Boğaziçi ile yarışması zor da olsa- Thames nehri geçen, birçok ülkeden insanların yaşadığı, çok karmaşık ve başarılı bir metro ağına sahip bir başkent.
Londra seyahatimin sebebi iş olsa da, gezmek için fırsat bulabildim çok şükür. Yazımda, bu geziden aklımda kalan birkaç notu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Londra'ya her gün birden fazla direk uçuş mevcut İstanbul Yeşilköy'den. Sadece Türk Hava Yolları değil, British Airways veya Sabiha Gökçen'den kalkan ucuz Avrupa havayollarının da Londra'ya günlük seferleri var. THY, fiyat-performans bakımından en iyi tercih şüphesiz... Hattâ bazı İngilizler bu fiyat farkından dolayı kendi havayolları yerine THY'yi tercih eder durumdalar.
Londra'ya gidiş ve gelişimde THY'nin yeni kiraladığı uzun mesafe uçaklarından Boeing 777'yi tercih ettim. Birinci sınıf (first class) hizmet için kiralanan bu uçaklar, aynı mesafeyi Airbus 321 veya Boeing 737'ye göre çok daha konforlu ve hızlı alıyorlar. THY'nin uçak içi imkânları ve yemek servisleri gerçekten kaliteli...
Kış mevsimi dolayısı ile uçaktan yeryüzü seçilemiyordu. Sadece bulutlar... İnişe geçmek için alçalmaya başlandığında bulutlar arasından birden Londra'yı ikiye ayıran Thames nehri ve koca şehir gözünüzün önüne geliveriyor.
THY'nin iniş yaptığı havalimanı Heathrow ismini taşıyor. Buradan şehir içine hızlı tren ile ulaşmak mümkün. Heathrow'un şehir merkezi ile bağlantısını Paddington istasyonu sağlıyor.
Paddington, birçok tren seferinin yapıldığı ana istasyonlardan biri. Ülkenin demiryolu ağı gerçekten çok iyi durumda... Birçok noktaya, dakik olarak seferler yapılıyor.
Daha önce Londra'ya gitmiş bir arkadaşımın verdiği şehir haritası sayesinde nereye gideceğimi az çok plânlamıştım. Plâna uygun olarak, Paddington'dan çıkarak şehri dolaşmaya başladım. İlk durak Hyde Park'tı.
Hyde Park'ı duymayan yoktur. Hani şu herkesin istediği şekilde fikirlerini beyan eden konuşmalar yaptığı ünlü köşeyi içinde barındıran devasa park.
Londra'da buna benzer birçok park var. Üstelik öyle küçük de değiller. Hani, aynı arazi İstanbul'da olsa belediyenin metrekaresini bilmem kaç bin dolara hemen satabileceği birçok alan, Londra'da park olarak tahsis edilmiş. Parklar çok ferah ve düzenli. Ağaçlar, yürüyüş, bisiklet hattâ binicilik parkurları, sincaplar parklarda göze batanlar...
Hava soğuk ama dikkatimi çeken bir nokta var, sanki mevsim yazmış gibi sportif kıyafetlerle koşan insanlar ne kadar çok burada. Üşümüyorlar mı, hastalanmıyorlar mı acaba diye düşünmemek elde değil.
Biraz daha dolaştıktan sonra, yemek molası için uygun bir yer aramaya başlıyorum. Yemek demişken, müslümanlar için yurtdışındaki en büyük zorluklardan biri, yemek yenilecek yer seçimidir sanıyorum. Helal et olup olmaması, domuz eti veya yağının kullanılıp kullanılmaması gibi sorular sürekli kafaları kurcalar.
Londra'da da çok sayıda müslüman yaşıyor. Özellikle Oxford caddesinin kuzey tarafında İran, Irak, Lübnan asıllı dindaşlarımızın açtıkları restoranlarda helâl et yemek mümkün. Ben de yemek ihtiyacımı böyle bir restoranda giderdim.
Restorandan çıkarken namaz için uygun bir yer olup olmadığını da sordum çalışanlara. Bir tarif yaptılar sağ olsunlar ve ben de aramaya başladım. Çok sağlıklı sonuç alamayınca, yine o bölgede yoğun olarak yaşayan Araplar'a sordum aynı soruyu. Ancak ilginçtir, çoluk çocuk orada yaşadıkları belli olan Araplar'dan “İngilizce bilmiyorum” şeklinde cevap aldım. “Salât, mescid” deyince anladılar ama yine güzel bir tarif alamadım ne yazık ki. Bir yandan da çantamın yanımda olması bacaklarımdaki ağrıyı artırdı, ancak çok şükür ki henüz öğlenin çıkmasına vakit vardı.
Bu şekilde birkaç kişiye daha sordum ancak nafile. Adres alıyorum ama bulamıyorum bir türlü. Bulamamamın nedenini ise bulduktan sonra anladım. Ben bizim klâsik küçük camilerimiz gibi veya mescitlerimiz gibi bir yer karşıma çıkmasını bekliyordum, ancak bahsettikleri yer bir evdi.
Tekrar arama çalışmalarıma dönecek olursam, verilen adresi bulamayınca son çare olarak Paddington istasyonuna geri döndüm ve oradaki görevliye istasyonda namaz kılma yeri olup olmadığını sordum. Görevlinin yüzü halâ aklımda. Kulağında küpesi, siyah teninin etkisi ile daha da parlayan gözleri ile “hayır yok” demekle yetinmedi ve ekledi: “size yardımcı olabilecek birisini tanıyorum, dostum”.
Hemen yerinden kalkıp beni de yanına alarak sadece görevlilerin girdiği kapıdan girdi ve uzaktan birine seslendi. Seslendiği kişi temiz yüzlü, güzel sakallı tahminen 27-28 yaşlarında biriydi. Görevli, sorunum ile ilgili o arkadaşın yardımcı olabileceğini söyleyerek bizi tanıştırdı ve işine döndü.
O görevliye de aynı soruyu sordum. Allah onlardan razı olsun inşallah, arkadaşları ile tekrar güzelce yeri tarif ettiler. Genç nereden geldiğimi sordu, İstanbul Türkiye dedim, O da Pakistanlıymış.
Londra'da hizmet sektöründe çoğunlukla yabancılar çalışıyor. Trenlerde, otobüslerde, restoranlarda çalışanlar genelde dışarıdan gelenler. Pakistan, Hindistan, Orta doğu kökenli çok insan yaşıyor Londra'da. Londra'nın kamusal alan sorunu da olmasa gerek, meselâ bir tren görevlisi veya otobüs şöförü olan Hintli başında sarığı ile çalışabiliyor veya uzun sakalları ile bir müslüman da aynı görevi yapabiliyor.
Sonunda biraz daha dolaştıktan sonra mescidi buluyorum. İkindi hazırlıkları yapılıyor, ben hemen abdest alıp öğleni kılıyorum. Daha sonra cemaatle ikindiyi kılıyoruz. Evin adı yanlış hatırlamıyorsam, Selâhaddin Mescidi idi. Yapanlardan, ayakta tutanlardan Allah razı olsun.
Hem gezme hem de mescit arama sırasında sırtımdaki çantanın da etkisi ile hayli yorulmuştum. Daha hava kararmamasına rağmen otele gitmeye karar verdim.
İki gün boyunca çalışacağım ofisin yakınlarında bir otelde yer ayırtmıştım. Otel sade bir kasabada, iki katlı güzel görünümlü bir binaydı.
Kasaba deyip geçmeyin, buralarda şehirleşme çok düzenli. Evler genelde iki katlı, bahçeli ve otoparklı. Yeşillikler ve düzgün yollar da cabası. Ama o soğukluğu hissetmemek imkânsız.
Aslında yazının sonuna yazmayı düşündüğüm cümleyi yazmanın yeri belki de. Londra olsun, belki de İngiltere'nin diğer şehirleri olsun, düzenleri, insana sağladığı kolaylıkları vs. bakımından ilk önce göze hoş geliyor. İnsanları, kurallara saygılı gözüküyor. Ama bir şey eksik... O da net aslında, maneviyat.
Kendilerine göre tabir yerinde ise tam dünyalık bir hayat kurmuşlar. Gündüzleri çalış, akşam bir bara git ve iç, yemeği dışarıda ye...
Kaldığım kasabada yemek için güvenilir bir yer ararken dikkatimi çekti, dışarıda tek tük insan görüyordum, içimden ne kadar az kişi yaşıyor burada diyordum ama gözüme kestirdiğim iki üç tane restorana dolu olduklarından giremedim. Akşamları dışarıda yemek kültürü sanırım had safhada burada.
Refah seviyesi yüksek, ülkemizde çok zenginlerde görebileceğiniz arabaları orada normal çalışanlarda görmeniz mümkün.
Oteller hafta sonu indirimli fiyat uyguluyorlar, bunun nedeni otellerin genelde hafta için tercih edilmesi. Ben hafta sonu sabahı kahvaltı ederken, oradaki görevli şu anda otelde sadece siz varsınız demişti.
İşlerimi bitirdikten sonra Türkiye'ye dönmeden önce tekrar günübirlik Londra'ya gittim. Bu kez Waterloo istasyonundan şehre girdim ve London Eye, Big Ben güzergâhında şehir turuna başladım. London Eye, size şehre yukardan panaromik olarak bakma imkânı veren devasa bir dönmedolap. Okulların tatil olmasından dolayı sıra hayli fazlaydı o yüzden sadece bakmakla yetindim Londra'nın “gözüne”. Daha sonra köprüden geçip Big Ben'de birkaç resim... Tam karşısında İnkılâp Tarihi dersinden tanıdığım isimlerin heykelleri.. Lloyd George, Churchill...
Her yerde çok yıllık devasa binalar var. Kiliseler hakeza. London Tower, British Musesum, St. Paul Katedrali metronun nimetlerinden faydalanarak gezebildiğim birkaç yer. British Museum içinde birçok medeniyetten eserler barındıran devasa bir müze. Açık söylemek gerekirse, eski zamanlardan kalan taşlar, yazıtlar beni çok heyecanlandırmadı. Sadece saatlerle ilgili bölüm ve Eski Mısır'dan kalan bir mumya ilgimi çekti.
İnsan alıştığı yaşam bölgesinden farklı bir yere gittiğinde etraf ona çok değişik geliyor. Ama orada yaşayanlar için öyle olmuyor. Örneğin iş için ziyaret ettiğim şirketin çalışanlarından biri British Museum'a hiç gitmemişti. Ben hangi metro ile nereye gitsem diye hesap yaparken o gayet sakin oraya hiç gitmediğini söylüyordu.
Gezimin ikinci kısmı Cuma gününe rastladığı için Londra'da Cuma kılmak da nasip oldu. Cuma kılmak için ilk tercihim aslında Türklerin açtığı Kültür Merkezi'ndeki cami idi ancak uzaklıktan dolayı genelde Arapların yaşadığı kuzey bölgesindeki Londra Merkez Camisi'nde karar kıldım. Cami hayli kalabalıktı. Bölgeye yaklaşırken şehir merkezinde göremediğim dilencilerin artması dikkatimi çekti.
Londra'da uğradığım bir diğer adres, birkaç sene önce açılmış olan Türk okuluydu. Okula doğru yürürken çok kolaylıkla anladım ki, o bölge Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir yer. Örneğin, küçük bir kahvehane açılmış ve içerden Türkçe konuşmalar ve okey taşı sesleri sokağa kadar geliyor. Hiç yabancılık çekmedim desem yeri. Okullar tatil olduğu için sadece o sırada okulda bulunan müdür beyle görüşebildim. Sağ olsun, kısa zamanda beni güzel ağırladı. Okul birkaç senelikti ama özellikle ahlâklı öğrenci yetiştirme konusunda yapılan bir sıralamada ilk sırayı almayı başarmışlar. Bence İngiltere'nin en büyük sorunu olan ahlâk konusunda Türk okulunun öne çıkması çok önemli.
Eve dönerken eli boş dönmek olmaz diyerek, küçük hediyelikler de baktım. Tabiî Londra denince akla otobüsleri, taksiler, geliyor. Biz de âdete uyduk, küçük taksilerden, otobüslerden, telefon kulübelerinden aldık. Ancak hepsi Çin malıydı.
Bu arada, bu satırları Hindistan'ın Yeni Delhi kentinde kaleme alıyorum. Kısmette buraya gelmek de varmış. Burası hayli ilginç bir yer. Londra ile benzerliği trafiğin soldan akması. Ayrıntılarını başka bir yazıda paylaşırım inşallah, ama burası gerçekten farklı.
*
Evet, Londra gezimde gördüklerimle ilgili aklımda kalanlar bunlar. Ancak bir de gördüklerim ile değil, hissettiklerimle ilgili bir iki cümle yazmak istiyorum.
Hem Londra'ya gidişimde, hem de Yeni Delhi'de etraftaki binalardan, tarihî eserlerden, müzelerden daha çok insanlara bakıyorum. Çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek... Herkes ayrı bir âlem, herkes kendi dünyasında yaşıyor. Ben şu satırları yazarken, dünyada milyonlarca insan kendi hayatlarını yaşıyor ve ben onların bilmem kaç tanesinin belki birkaç saniyesine, belki daha fazlasına şahit oldum.
Örneğin, Paddington istasyonundaki zenci görevli. Namaz kılma yeri konusunda bana yardımcı olan o güzel insan. Düşünüyorum, onun hali ne olacak? Konu nerden buraya geldi demezsiniz umarım ama düşünmeden edemiyorum? Kim bilir o zenci adam Efendimiz'i hiç duydu mu? Duyduysa nasıl duydu? İslâm'ı nasıl biliyor? Ben burada doğarken, o kara anne babasından kim bilir nerede doğmuş?
Ya o parkta gördüğüm anne oğul? Benim de onun yaşlarında bir oğlum var.
Dediğim gibi, belki doğru belki yanlış, yeni yerlerde en çok baktığım şeyler “insanlar”.
Londra, insanların maddî yaşamları için iyi imkânlar sunuyor ancak manevî hayat neredeyse yok gibi. Haberlerde çıkan ahlâk sınırlarını zorlayan olayları belki duyuyorsunuz. Duymadıklarımız da cabası. Dünya işleri ile ilgili kurallara bu kadar saygılı bir toplum, ahlâken hiç iyi durumda değil.
*
Özetle dostlar, ne Big Ben, ne London Tower... Aklımda, Londra metrosundaki çocuk, evini mescit yapan amca, istasyondaki zenci görevli, otelde çayımı getiren 60'lık ihtiyar...
...Hep insan kaldı...
|