KIR SA?LI OZAN Fatma Pekşen Sayı:
67 - Temmuz / Eylül 2009
Kimi günler, "okumada dünya standartlarının çok altındayız. Afrika'da şu kadar, Uzakdoğu'da bu kadar, Avrupa'da, Amerika'da bilmem ne kadar kitap-gazete-dergi okunurken biz dizimizin üzerinde emekliyoruz" teranelerini savuruyor, kimi zaman da, büyük kitapevlerinin, yayınevlerinin özverileriyle yapılan etkinliklerle bilgileniyor, hâlâ okuduğumuzun(!) bilincine varıp seviniyoruz.
Malûm, Anadolumuz boydan boya âşıklar yatağı, ozanlar diyarıdır. Şimdiki sınırlarımızın dışında kalanları da şöyle bir hatırlayacak olursak, güldestelere filân zor sığacak sayıya erişiriz bu konuda.
Erzurumlu Emrah deriz, Dadaloğlu deriz, Pir Sultan deriz, Âşık Veysel deriz. Hâlâ yaşamakta olanıyla, ebedî âleme göçeniyle, her şehrin ayrı âşığı/şairi bulunur.
Diriliklerine fazla sahip çıkmazken, öldükleri andan itibaren "badem gözlü" yapmaya bayıldığımız bu âşıklarımız/şairlerimiz için, valilikler, kaymakamlıklar, belediyeler, üniversiteler vs. bir bakarsınız ki kolları sıvarlar. "Turizm haftası, Orman haftası" filân gibi haftalarla, "Şehrin Kurtuluş Günü" gibi günlerle veya adı geçen şahsın doğum-ölüm yıldönümleriyle onu tanımayanlara, genç kuşaklara anlatarak, halka kültür hizmetinde bulunmaya gayret ederler. İyi de yaparlar.
İşte bu hikâyemiz de böyle bir anma günlerinde doğdu:
Kim demiş, "sizin şehrinizdeki okuma oranı az. Hiçbir şairinizi ozanınızı tanıtan programlar tertip etmiyorsunuz. Yeni yetişenler kendi öz hemşehrilerini tanımıyorlar" diye...
İlin kültür müdürü öyle bir program tertip edecekti ki izleyenler parmak ısıracak, "arkadaş, program dediğin işte böyle olur. A'dan Z'ye her şey dört dörtlüktü" diyeceklerdi...
Şehrin medar-ı iftiharı, ünü ülke sınırlarını aşmış, "Kara Toprak" diyen ozanın anısına, -kendisinden öncekiler siftah etmemiş dahi olsa- şiir günleri düzenleyecek, düzenlemekle de kalmayıp bunu diğer senelerde de tekrarlayarak rahmetlinin şimdiye kadar yenen hakkını yerine getirerek sahasında bir ilke imza atacaktı.
Komşu illerin önceki yıllarda benzerini hazırlayıp, çatlatır gibi bir de davetiye göndererek çağırdıkları etkinlikler bunun yanında havada kalacaktı.
Üff, heyecandan yerinde duramıyordu.
Evvelâ, komiteyi tayin etmek gerekiyordu sonra da çağrılacak şairleri. Gerçi bu gibi işlerin kurdu Macit Bey varken, komiteye filan da gerek yoktu ama her işin bir raconu vardı elbette ki. Bir takım resmî işlemler, komiteler yazışmalar filan olmadan bu tür işlere kalkışmak yakışık almazdı. Hem de "adam sağolsun epey emek çekti" dedirtmezdi insana. İşi usûlüne uygun, tadını çıkara çıkara yapmalı, yüzünün akıyla geçmeliydi gazetelere.
*
Ahizeyi yerine koyarken, kültür müdürü keyifle kaykıldı koltuğunda. İşler kolay yürüyeceğe benziyordu.
Yirmiye yakın şair davet edilmişti ilk etapta. Ki bazıları Türkî cumhuriyetlerdendi. Bunların içinden ikisi üçü gelemese diğerleri yeterdi nasıl olsa.
Yirmiye yakın da yerli âşıklardan, yerli şairlerden, ağzı laf yapan, kaleme kâğıda yakın olanlardan davet edilenler olacaktı. Bu da demek oluyordu ki üç gün sürecek olan etkinlik, bal kaymak gibi insanların ağzında eriyecek, uzun müddet hafızalardan silinmeyecekti.
Şu Macit Bey zehir gibi çocuktu vesselâm. Kim derdi ki buna daha otuzuna bile gelmemiş çiçeği burnunda memur... Genç suratına yakışmayan, yüz mumluk ampul gibi ışıldayan kafasını biraz kaşıdı mıydı, önüne sürülen mesele halloldu gitti demekti... Ah bir de yükseğini okumuş olsaydı, alimallah vali bile olurdu. Kendisi gibi dört müdürü cebinden çıkarırdı.
Şehrin en lüks, en konforlu oteli ayarlanmış olup, dört grup halinde ağırlanacak olan dışarlılara yerli şairlerden/ozanlardan refakat edecek olanlar tespit edilmişti.
Faaliyet ilk gün, adı geçen şairin mezarı başında başlayacak, daha sonra şehrin, Selçuklu ve Osmanlı döneminden kalan tarihî yapıları gezdirilerek, restore edilmiş konaklarında ikram edilen yöre yemekleriyle renklendirilecekti.
İkinci gün, tarihi özelliği bulunan, birkaç yakın ilçedeki kervansaray, han, camii gibi binalar, şifalı kaplıcalar vs. gezdirilecek, huzurevi ziyareti yapılacak, üniversitenin ikram ettiği yemekle nihayetlenecekti.
Üçüncü ve son gün ise, tespit edilen bazı okullarda konferanslar verilecekti. Sunumunu yerlilerin, konuşmasını misafir şairlerin yapacağı bu konferanslardaki konu, malûmu olduğu üzere şiir olacak, dinleyicilerin de soru sormasına fırsat tanınacaktı.
Müdür kaykıldığı koltuktan, uykuya doymuş çocuk gibi pembe-beyaz, mutlu bir yüz ifadesiyle kalktı.
İyiydi iyi. İşler iyi gidiyordu. İşin ucunda vali beyden teşekkür belgesi, yok yok plâket almak bile vardı. Şöyle eski zaman gelinlerinin bindallısı gibi kırmızı kadife kaplı, ışıl ışıl yanan plâketi oturma odasındaki kütüphanenin üstüne yerleştirdi miydi, bir de yakışırdı ki... Kütüphanenin raflarına sıralanmış, çocukların teşekkür/takdir belgelerinin yanına bir renk katardı ki...
Hayır hayır göze girmek için onca çabanın neticesinde alacağı plâketin yeri orası olmamalıydı. En iyisi kitapların arasına değil, gelen misafirlerin görebileceği bir yere, salona hattâ salondaki televizyonun üstüne koymalıydı. Alelade bir biblo imiş gibi koyup, içten içe de gelenin gidenin dikkatini oraya çekmeli, fark etmelerini sağlamalıydı.
Vallahi, işte o zaman kaynanasının bile gözüne girer, gözlüklerinin üstünden bakarken, yerçekimi kanununa uyup aşağı doğru asılan yüzü bir parça yanlara doğru gerilirdi. Her fırsatta öbür damadının yazlığından kışlığından dem vurarak çatlatmaktan geri kalırdı.
Keyifle gülümsedi.
*
Oh be. Her bir şeyin yerli yerinde olduğunu bilmek ne güzeldi.
Az evvel son hazırlıkları anlatıp çıkan Macit Bey için de bir teşekkür belgesi hazırlamak artık şart olmuştu. Her ne kadar vali yardımcılarından en cevval olanı ilgileniyormuş gibi görünse de ağır yük bunun omuzlarındaydı. Bu özelliği belki de şehrin yerlisi olmasından, hangi damarda hangi kanın bulunduğunu bilmesinden kaynaklanıyordu.
"Müdürüm, emrettiğiniz gibi şehrin giriş çıkışlarına, en işlek caddelerine bez afişleri astık. Okul kapılarına, kitapçılara, resmî dairelere kâğıt afişleri yapıştırdık. Şehrimizin bütün televizyonlarına ve radyolarına haber verdik. Her şey yolunda... Yarın sabah altıda yola çıkıp, misafirleri Ankara yol ayrımında karşılamaktan başka hazırlığımız kalmadı"
Yok yok. Canını dişine takıp kaç gündür didinen bu gözüpek memura teşekkür belgesi az olurdu. Bir de yemek yedirmek lazımdı. Ya da iyisinden gömlek, kravat hediye etmek...
*
–Nasıl gidiyor Macit Bey? Misafirlerimizin keyfi yerinde mi?
–Tabiî ki yerinde Müdürüm. Daha nasıl olsun ki? Hem siz daha iyisini bilirsiniz. Karşıladınız, beraber gezdiniz, yediniz içtiniz.
–Ben heyecandan gidişatın farkında olamıyorum ki. Hani senin ağzından duymak... Ne bileyim işte, daha güvenilir oluyor. Yani halk ne düşünüyor?
–Onlar da memnun Müdürüm. Gençlik pek değilse de orta yaş son derece memnun, dua bile ediyorlar.
–Gençlik niye memnun değilmiş ki?
–Bilmez misin Müdürüm. Popçu topçu onları daha ilgilendiriyor. Şiiri, şairi ders konusu gibi görüyorlar. Zaten yıl sonuna da geldiler ya, bıktılar dinlemekten.
–Hay Allah. Bunu iyi söylemedin Macit Bey. Ya, yarın sabahki konferanslarda salonlar boş kalırsa? Üstelik de hepsi okullarda olacak.
–Merak etmeyin Müdürüm. İçiniz rahat olsun. Öğretmenler o işi halleder artık. Ucunda not korkusu da olunca...
–İnşallah. Bütün arkadaşlara haber verin, salonları kontrol etsinler... Ola ki öğrenciler kaytarır da gelmez olurlarsa yoldan, çarşıdan tuttuğunuzu oturturun sıralara.
–Okullar kolay Müdürüm. Asıl akşamki yapılacak şiir gecesi mühim. Halka açık diye ilân ettik ama ya bir de salonu dolduramazsak?
–Tövbe de Macit Bey tövbe de! Rezil oluruz vallahi.
–Sizden önceki müdürün zamanında valilik-üniversite işbirliğiyle bir eğlence gecesi düzenlenmişti de biraz tatsız neticelenmişti. Yağmurlu, fırtınalı bir akşama tesadüf etmiş, yarıdan çoğu boş kalmıştı salonun.
–Deme yahu! Şimdiden tezi yok, bütün daire çalışanlarına haber verin gelsinler. Üstüne üstlük en büyük salonu kiraladık... Hay Allah! Küçüklerden birisi olsaydı daha mı iyi olurdu yoksa?
–Yok yok. O kadar da korkmayalım, şimdiden dolacağa benziyor Müdürüm. Millet şiire susamış görünüyor.
–İnşallah öyledir. Yoksa rezil rüsvay oluruz kerli ferli adamlara. Ta nerelerden kalk gel. Boş salonlara konuş, şiirini oku git.
–Telâş etmeyin siz efendim. Bana güvenin.
Macit Bey kapıyı çekip çıkarken bıyık altında gülüyordu. Bugün üçtür aynı şeyleri söylüyordu Kültür Müdürüne.
Hayırlısıyla bir de yarını atlatalardı... Önce okullardaki konuşmalar tamamlanacaktı. Sonra yemek yenecekti. Akşam sekizden gece yarısına kadar ise şiirle ziyafet çekilerek program bitirilecekti. Öbür gün de karşıladıkları yer olan Ankara yol ayrımına kadar konvoy eşliğinde yolladılar mıydı derin bir nefes alacaklardı... Oh be, ne güzel olurdu işte o zaman.
Kültür Müdürünün yüreğine soğuk sular serpecek sözler söylese de Macit Beyin kendi yüreği henüz refaha kavuşmuş değildi. Her an bir aksilik çıkabilirdi. Şehri adına aksilik çıkmasını da arzulamazdı elbette ki.
*
–Alo, Macit Bey. Kız Meslek Lisesinde durum nasıl?
–...
–Alâ. Dolu olmasına sevindim. Arkadaşlardan bir haber var mı? Endüstri Meslek Lisesi ne vaziyetteymiş?
...
Mükemmel. İmam-Hatip de iyiymiş. Biraz önce Ömer beyle konuştum. Biz de şimdi Ticaret Meslek Lisesine doğru gidiyoruz. Duruma bakacağız, biraz da konferans dinleyeceğiz, yemekte buluşuruz.
Cep telefonunu yerine yerleştirirken, gayriihtiyarî gülümsedi. Şoförün omuzuna küçük bir şaplak vurup, arkasına doğru yaslandı.
Şehirleri güzeldi be. Var mıydı bunun gibisi çevrede? Küçük ama temiz, derli toplu. Yeşili de fena değil. Ozanı/şairi de bol. Gelecek vadeden turist çekecek olan konakların restoresi de bitti miydi ohhh.
*
Okul müdürü, yardımcıları, öğretmenlerin birçoğu ilk sırayı teşkil etmişler, dikkâtle dinliyorlardı konuşmacıları. Sıradaki konunun, "Türk Şiirinde Hece ve Serbest Kavramı" olduğunu arkaya asılı koca afişi okuyarak anladı Kültür Müdürü.
Sunumunu yerlilerden "Kır Saçlı Ozan" lâkabıyla tanınan yaşlıca bir beyin yaptığı programın ilk konuşmacısı da, Türkî Cumhuriyetlerden birisinden gelme tanınmış bir şairdi. Kültür Müdürü, "Azerbaycan Edebiyatında Şiir ve Destan" konulu bu konuşmayı kaçırdığına üzüldü.
Oldum olası meraklıydı destanlara. Dedesinin belleğinde canlılığını koruyan, ara sıra okuduğu Erzincan Depreminin destanı, Tokat'ın Sel Destanı, Yangın Destanı, daha birçoğu kulaklarındaydı hâlâ...
Ta küçük yaşlardayken dinlediği, keklik avına gidip geri gelmeyen bir gencin anlatıldığı destanın,
"Gitmiş idim ben de keklik avına,
Keklik beni çekti kendi dağına..."
Satırları geldi aklına; iç geçirdi. Epeyce uzun olan destan, o yıllarda herkesin dilindeydi. Nedense, destanların acı tarafları kalıyordu insanın aklında.
Daldığı çocukluğundan sıyrılarak, kendisini salonun gidişatına vermeye çalıştı.
Azerî şair, şiirlerinden birisini okuyarak noktalıyordu kendisi için ayrılan süreyi:
"Senin içün
Karlı bir zirve olsan
Ak bulutun oluram
Derin hayâle dalsan
Men sükûtun oluram"
Başıyla hafif bir selam veren şiir ustası, dokümanlarını elindeki dosyaya yerleştirirken, salona göz attı. Neredeyse uyuklamaya niyetlenen öğrencilerden, "oh be, kurtulduk" mesajı veren, öğretmenlerini bile şaşırtan abartılı bir alkış koptu. Azeri Türkçesiyle anlatılan konular fazla cazip gelmemişti anlaşılan...
Yaz akşamı eğlenceleri gibi, ıslıklara filan kalkışılmadan, son konuyu takdim için mikrofonu eline aldı Kır Saçlı Ozan.
Tebessümlü ama heyecanlı bir ifadeyle bekleyen misafir ekibin en genci Özcan Bey, elindeki kâğıtları ile birinci sınıf öğrencisi sıkılganlığını yaşıyordu onca bakışın arasında.
Sunucu, adına etkinlik düzenlenen şairden, uzun bir şiirle başladı konuya. Yerli aksanıyla, arada bir gözlerini yumup, sesini yükseltip alçaltarak, şiiri bitirince, "bundan da kurtulduk" alkışı geldi, ilk iki sıranın ardına dizililerden.
Gözlerinde şiir pırıltıları gördüğümüz bu evlâtlarımızı, saygıdeğer öğretmen kardeşlerimizi ve Müdür Beyleri fazla bekletmeden, hece ve serbest şiir konusunda bizleri bilgilendirecek olan konuk şairimize mikrofonu uzatacağım.
Konuk şairin gözleri yeniden ve hazla kıpırdadı. Nihayet birbuçuk saat gibi bir bekleyişin ardından ağzını açabilecekti.
–Lâkin genç arkadaşımıza söz vermeden evvel küçük bir hususu anlatmak istiyorum. Şöyle ki...
Halk tarzı şiirin ustalarından, yüzyılın başlarında rahmetli olan, şehrin önemli isimlerinden bir başka ozanın uzun bir şiirini okumaya başladı Kır Saçlı. Avurduna doldurmuş gibi durduğu dizeleri, gözlerini yumup açarak, sigaradan hırıldamış sesinin akordunu ince ince ayarlayarak neredeyse beş dakikada bitirdi.
"Bu da bitti" alkışının ardından tekrar kıpırdadı genç şair. Elindeki kâğıtlar terden ıslanır gibi olmuştu. Ağaç döşemeden yapılmış sahnenin orta yerindeki masanın en ucunda, iğreti duruşuyla gözlerini döşemeye sabitlemiş bekliyordu. Eğer bakışlarını kendisine dikmiş insanlara bir kaydıracak olursa her şey mahvolur, tılsım bozulurdu. Bir dakika daha sabredip, öylece beklerse mikrofon aşaması kolaydı. İlk kelimeyi söyledikten sonra gerisi kendiliğinden gelirdi nasıl olsa.
Ama ne yazık ki beklediği o bir dakika, uzun bir nutkun ardından geldi. Öğrenciler esnemeye, öğretmenler göz ucuyla saate bakmaya başlamıştı. Misafir şair artık kendi sırasının iptal olacağını düşünüp ümitsizliğe kapılırken, yaşlı ozan mikrofonu ona doğru uzattı. Aleti kaparcasına alan genç şair, Kır Saçlı'nın:
–Sizlere Özdem Beyi takdim etmekle gurur duyuyorum, diyerek yanlış isim, hem de bayan ismi söyleyerek ilk gafını yapmasını gülümseyerek dinledi.
İçinden, "buna da şükür. Hiç değilse konuşabileceğim" diye geçirdi; yarım saatliğine farklı bir isimle anılmanın hiçbir sakıncasının olmadığını düşündü.
–Değerli idareciler, öğretmen arkadaşlar ve öğrenci kardeşlerim. Son konuşmacı olarak sizleri uzun tutacak değilim. Şiirde hece ve serbest kavramı hakkında bir ko...
–Yani Öznur Bey demek istiyor ki...
Öğrenciler kocaman bir gülüş koyuverdiler. İkinci kez bayan ismi telâffuz ediliyordu. Uykulu öğrencilere doping tesiri göstermişti.
Mahallî televizyonların ve radyoların, mikrofon bağımlılığı olduğunu bildikleri için, yapılan âşıklı hiçbir programa davet etmedikleri Kır Saçlı Ozan, az önceki konuşmacının, hem yaşça büyük olmasından hem de ülke dışından geliyor olmasından dolayı fazla müdahalede bulunmayıp, hevesini genç şaire saklamışa benziyordu.
Daha cümlesini tamamlamadan lafını ağzına tıkan ozana bir garip baktı genç olanı. Daha önceki etkinliklerde, ülkenin farklı yerlerinde gördüğü bilmiş şahıslardan daha bir ayrıcalıklıydı bu seferki. Cümlesini tamamlar tamamlamaz kaldığı yerden devam etti genç şair:
–Dağdaki çobanından, tahttaki padişahına kadar şair olan bir milletin fertleri olarak, siz yaştaki öğr...
Özden Bey, bu yaştakilerin şiirle ilgilenmesinin güzel olduğundan dem vuruyor. Bizim âşıklık geleneğimizin önemli isimleri siz yaştayken bade içmişti.
Bu sefer ilk iki sıradakiler de kahkahalara iştirak ettiler.
–Biz, kilometrelerce yolu sizlerle buluşup, şiirin altın kanatları...
–Şiir altın kanatlı bir kuştur demek istiyor Özge Bey. Bu kuşun kanatları ninelerimizden, dedelerimizden dinlediğimiz masal kuşlarından zümrüdüankayı andırır. Küçükken hepimiz soba başlarında ninelerimizin dedelerimizin dizleri dibinde masallar dinledik. Hele rahmetli dedem bir Köroğlu şiirleri okurdu ki, vaktimiz kalınca aklımda kalanları sizlere takdim etmekten şeref duyacağım.
–Şiir, hayatın her döneminde okunur, dinlenir ama gençlik döneminde...
–Özgül Bey her ne kadar gençlerin şiirle daha fazla ilgilendiğini kastediyorsa da durum hiç de öyle değil. Ben şahsen altmışımı çoktan geçtim. Hâlâ şiir diyorum. Şiirin yaşı başı olmaz.
Tuhaf bakışlarla yaşlı olanın konuşmasını dinleyen Özcan Bey, bu sefer söz sırasını kaptırmayacağa benziyordu:
–Şiirde bir klâsik üslup vardır bildiğiniz gibi, bir de...
–O hiçbir şeye benzemeyen, şarkı mı türkü mü, üst üste dizilmiş kelimeler mi ne olduğu belli olmayan serbest adı verilen üslûp vardır demek istiyor.
–Serbest şiirin öncüsü ki ben de üstadım kabul etmişimdir kendilerini...
–Öncüsü artçısı olmaz. Bu türün akılda kalan bir tarafı yok. Öyle zannediyorum ki yakın bir gelecekte Özdemir Bey de usanacak, klâsik tarza dönecektir.
Cumhuriyetin ilk yıllarıyla birlikte Garipçiler akımı vücuda gelmiş olup, Orhan Veli Kanık rahmetli de bu akımın önderliğini yaparak yeni bir tarz geliştirmiştir. Garipçiler, Melih Cevdet, Oktay Rifat ve...
–Garipçiler, Talipçiler, Yahyacılar... Hiç böyle akım olur mu Özhan Bey? Yanlış bilmeyeseniz? Çocuklar siz de yalan yanlış bilgilerle donanıyorsunuz, kusura bakmayınız artık.
–Ama efendim müsaade etseniz de arkadaşlarla bir konuşabilsem. İnsanların zevklerine karışma hakkımız yok... Evet, nerde kalmıştık? Ha, serbest tarzın ustalarında...
–Serbestin ustası mı olurmuş? Hiç tuğlaları gelişigüzel dizmeyle ev yapılır mı?
Öğrenciler fıkırdamaya başlamışlardı; öğretmenler ise sahnedeki masanın etrafına dizilmiş üç kişiye göstermemeye çalışıp, kızarıp bozararak gülmelerini engelleme gayreti gösteriyorlardı.
Az evvelki sıkıcı hava, eğlenceli bir gösteriye dönmüştü Kır Saçlının sayesinde.
–İlk şiir kitabına Garip ismi veren Orhan Veli...
–Soyadı mı Garip'miş Ozan Bey?
–Hayır efendim ne münasebet? Soyadı Kanık.
Nerden çıktı bu Garip öyleyse? Göbek adı filan olmasın? Bizim köyde doğan erkek çocuğuna, ebenin kocasının, kız ise ebenin kendi isminin göbek adı olarak takılması geleneği vardır.
–Aman efendim sizin köydeki ebenin kocasının isminin göbek adı konulmasıyla bizim konumuzun ne alâkası var?
–Ama siz demediniz mi, soyadı Kanık diye?
–Dedim! Ne var bunda?
–Ne var bunda olur mu? Şu gözlerinde pırıltılar yanan mücevher misali çocuklarımıza yanlış bilgi yutturmuş oluyorsunuz böylece.
Söylenen her kelimeyi lâyıkıyla anlamasa da sıra dışı ama eğlenceli bir durum olduğunu tahmin eden, Azerî şair de gülmeye başlamıştı salondakilere bakıp.
Göz ucuyla baktığı konuk meslektaşının da güldüğünü gören Özcan Bey kıpkırmızı oldu. Şunca senelik şairlik hayatında böylesiyle karşılaşmamıştı hiç. Dişlerini sıkıp bir Kır Saçlıya baktı, bir de utancından koltuğuna gömülüp kamufle olma çabası gösteren Kültür Müdürüne.
Müdürün iki gündür hayâlini kurduğu plâketin yaldızlı görüntüsü gitmiş, yerine Macit Beyin sıkılmaktan kızarmış boğazı gelmişti. İçinden, "eğer elime geçersen Macit Bey, seni parçalayacağım" sözü geçiyordu. Rezil olmuştu sayesinde. Kendisi çiçeği burnunda Kültür Müdürü olarak durumu fazla bilmiyordu ama onun bu çenesi düşük adam hakkında mutlaka malûmatı bulunurdu.
Mırıltı halinde, "seninle görüşeceğim program bitiminde Macit!" derken gözü sahneye çevrildi. Genç şair elindeki kâğıtlarını hırsla bükerek inerken merdivenlerden, açık kalan mikrofondan Kır Saçlı'nın Azeri'ye hitaben yaptığı konuşma geliyordu:
Bunlar tıfıl üstadım tıfıl. Şair olacak da şiir yazacak da sorulara cevap verecek de benim gözüm görecek. Bir kere saygısız... İki çift öğütte bulunalım dedik yol yakınken, konuşmasını yarıda bırakıp kürsüyü terketti. Bak hiçbir öğrenci soru sormadı. Ama konuşma sırası sizdeyken öyle miydi? Bir kere adında meymenet yok. Özlem diye erkek adı olur mu? Özcan, Özkan filan koysaymış anası babası...
*
O gün akşam yemeğinde ve halka açık olarak yapılan şiir dinletisinde Kır Saçlı'dan uzak durmaya çalıştı Özcan Bey. İl Kültür Müdürü'nden de. Küskün bir tavır çizdi her ikisine de.
Kültür Müdürü, her ne kadar diğerlerinden bir şikâyet duymadıysa da, gönül rahatlığı içinde bakamadı genç şaire. Garip bir suçluluk duydu içinde.
Gelen misafir ekip ertesi gün otobüsle geri giderken, Özcan Beyin, Yozgat Dinlenme Tesislerindeki mola esnasında, tuvalet kapısında kır saçlı bir vatandaşı görerek, otobüsüne geri kaçtığı söylendi fısıltı gazetesince...
|