Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     1336 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Röportaj - Abdullah AKIN
Yavuz Sert

  Sayı: 106 -

Sayı konumuz olan Anadolu İrfanını ve bu irfanın en başta gelen mayalarından Hazreti Mevlânâ’yı, ŞİAR DERGİSİ YAYIN KOORDİNATÖRÜ Abdullah AKIN Bey ile görüştük.

 

–İrfan kavramı ile başlayalım, irfan ne demektir, ilimden farkı nedir?

–Lügat açısından baktığımız zaman her iki kelimenin kökü olan “aleme” ve “arefe” fiilleri bilmek anlamına geliyor ama nasıl bilmek, nasıl tanımak? Arapça'nın çeşitli nüansları vardır. İlim daha çok belgelere ve kanıtlara dayalıdır. Arefe ise somut ya da soyut herhangi bir şeyi her ciheti ile tanımak, vakıf olmak demektir. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de âyet ile sabit, Allah Teâlâ Hz. Âdem’e eşyanın isimlerini talim ettirmiştir, öğretmiştir. Burada alleme fiili kullanılır, allemel esma... Buna karşılık bir hadis-i kutside ise Allahu Teâlâ’nın zâtı için "Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu" denmiştir. Burada da arefe bilmek anlamındadır ama derinliğine bilmek kastedilmiştir. Her kim ki kendi nefsini, özünü, iç soyut dünyasını iyi bilirse Rabbini de o şekilde bilir. İlim ile irfan birbirlerini bütünleyici kavramlardır. Her âlimin ârif olması gerekmez ama her ârif olması gerektiği kadar âlimdir.

 

–Kur’ân-ı Kerîm'de ilim ve âlim kelimeleri geçerken irfan ve ârif geçmiyor. Aynı şekilde Allah'ın isimleri arasında Âlim var ama Ârif yok? 

–Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini sadece Kur’ân-ı Kerîm’de tâdat edilmiş, oradan ulemanın tespit ettiği isimler olarak biliyoruz. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın sadece 99 ismi şerifi yoktur, sonsuz sayıda ismi vardır. Ayrıca isimler ve sıfatlar arasında bağlantılar vardır. Her esma bir sıfatın kelimeye dökülmüş halidir. Onun zatında ilim mutlak olduğu ve her şeyi etraflıca bildiği için derinlemesine ayrı bir bilgi O’nun zatı için nâkıslık olarak ele alınmış olabilir. Allamel esma âyetindeki ilim fiiline baktığımız zaman öğretti anlamındadır. Allamel formunun ârif için olanı tariftir yani izah etmektir. Tarif bir noktada kendi idrak etmiş olduğunu bir başkasına kelimelerinin iktifa ettiği kadar anlatabilmendir. Tarifin üzere karşındaki kişi kendi irfan düzeyini oluşturur. Bu nedenle burada daha çok beşerî bir münasebet vardır. Talim olduğu zaman ben sana bir şeyi birebir anlatır, öğretirim. Ama tarifte nesnel veri yoktur, sadece tarif vardır.

 

–Anladığım kadarıi ile hem Kur'ân’da hem hadisi şeriflerde geçen ilim mutlak ilim olduğu için irfanı da kapsıyor sanki? 

–Şöyle bir örnek verelim. Bugünkü eğitim sistemimiz aslında maarif olarak isimlendirilmişti. Maarif de arefe kökünden geliyor. Arefe bir şeyi derinliğine, her şeyini ihtiva edecek şekilde ve o kişinin kendi idrak düzeyi ile ârif olmasına, tanımasına diyoruz. Daha sonra bunun adına eğitim dendi. Eğitimin kelime anlamı ise eğmek, iğdiş etmek. Bu şu demektir, eğitmek karşındaki nesili kendi istediğin şekilde eğmek bükmek, ona hiç bir yol tanımamaktır. Bu yeni sistem, eğitim ve öğretim kavramlarının bir araya gelmesi ile oluştu.

Bugün hâlâ kurul olarak adı var, eskiden ise talim ve terbiye kavramlarından oluşan ve adına maarif dediğimiz bir sistemimiz vardı. Talim ilimden geliyor malumunuz. Terbiye Arapça'da rub fiilinden geliyor, anlamı tohumun şişmesi, yeşermesi ve büyümesi. Mürebbi, rab kelimeleri aynı kökten gelir. Eğitimci istediği şekli ile tohumun cihetine bakmadan ne almak istiyorsa o mahsul için gerekenleri yapar. Terbiyeci ise tohumu ektikten sonra onun hassasına uygun imkânları yaratır. Sonra o kendi istidadına göre büyür. Eskiden kitaplardan değil hocalardan mezun olunurdu. Şimdi sadece bilgi ve onun aktarımı var.

 

–İrfan kavramını böylece netleştirmiş olduk. Peki, Anadolu irfanı nedir, nelerden beslenmiştir? 

–İrfanımızı Anadolu irfanı olarak belirtmemizin nedeni elimizde bu toprakların kalmış olmasıdır. Bizim kültür, irfan ve idrak coğrafyamız siyasî sınırların çizmiş olduğu haritalardan ibaret değildir. Bizim hattımız Buhara'dan Bosna'ya, Bahçesaray'dan Fizan'a kadardır. Doğudan batıya, kuzeyden güneye... Anadolu irfanı diyoruz ama bizim Anadolu’nun üç katı büyüklüğünde irfan coğrafyamız vardı. Kaşgar'dan Kandahar'a kadar, Belh'den Tebriz'e kadar o coğrafya bir "Türkistan" coğrafyasıdır. Biz elimizde son kalan toprak olduğu için "Anadolu İrfanı" diyoruz ama ben buna “Türk İslâm İrfanı” demeyi tercih ediyorum. Galat-ı meşhur lügat-i fasihten evlâdır. Anadolu İrfanı güzel, hoş, meramını anlatan bir kavram.

İrfan neydi tekrar edelim, nesnel olan veya olmayan her şeyi etraflıca, hakkıyla, olması gerektiği şekli ile bilmektir. Örneğin bir binek hayvanının fizik hesapları yaparak ne kadar yük taşıyacağını hesaplamak ilim işidir, direnç noktaları vardır, hayvanın gücü vardır, buna göre hesaplanır. İrfan ise o hayvana taşıyabileceğinden çok yük yüklememenin tabiî insanlık durumu olduğunu herhangi bir bilgi olmadan idrak edip, sezebilmek ve uygulamaktır. İlim artı irfan mükemmel bir medeniyet demektir. Kalıcı bir medeniyetin oluşumunda insan değerini en merkeze koyacak en önemli faktör irfandır. Bir toplumun her türlü değerini tamamı ile en ince noktasına kadar bilmek, buna ârif olmaktır. Anadolu irfanını toplum olarak düşünürsek Türklerin genetik bir komünal, paylaşımcı, koruyup kollayıcı yapısı İslâm'ın ahlâkî değerleri ile bir araya geldikten sonra bahsetmiş olduğumuz bu geniş coğrafyada Türk İslâm medeniyetini, kültürünü ve Türk İslâm irfanını oluşturmuş oldu. Hayatta gördüğümüz bazı örneklerde seçici davranıyoruz ve ona Anadolu irfanı diyoruz. Meselâ sosyal deneyler yapılıyor, giysileri yerinde birine yemek ısmarlayan simitçi çocuk için Anadolu irfanı diyoruz. Acaba kaybettiğimiz bir değer olduğu için mi böyle örneklerle açıklıyoruz irfanı. Jung bazı değerlerin genetik aktarıldığını söyler. Bu durum bazı atasözlerine de yansımıştır: Arap'ın cimrisi, Türk’ün korkağı olmaz gibi. Bizim genetik kültür kodlarımızda bu altyapı var. Biz dünyayı Avrupa merkezli tanıyoruz. Meselâ Amerika'nın keşfi diyoruz, Amerika Avrupalılara göre keşfedildi, orada yaşayan yerli halk birileri ile karşılaştı, onlar da yeni birilerini keşfettiler ama onların zararına oldu. Bu yaklaşımın sonucu olarak bir sınır çiziliyor, Şark ve Garb diye. Şark ve Garbın kesişme noktası Anadolu'dur. Hâlâ Anadolu Asya'da mı Avrupa'da mı tartışılır. Şarkta, elbette kanunsuz değil ama, daha çok toplumun otokontrolü yöntemi ile her şeyi kanunlara bırakmadan toplumun kendi etiği ile bir arada yaşanır. Batı ise yaptırımlarını kanunlar üzerine oturtur. Örneğin bizdeki vakıf sayısı kadar hiçbir yerde vakıf yoktur. Çünkü Avrupa sosyal devleti kanunlar ile oluşturmaya çalışırken Doğu en küçük çekirdekten başlayacak önce komşusu sonra mahallesi, sonra beldesi, şehri, ülkesi ve coğrafyası ile halkın üst bir güce ihtiyacı olmadan organize olduğu bir sistem vardır. Kırmızı ışıkta geçilmez, yere çöp atılmaz kuralları için konan ağır yaptırımlarını kaldırın görün bakın Avrupa ne hale gelir. New York'ta birkaç saat elektrik gitse milyonlarca dolarlık talan olur derler, tüm gözlem duracağı için. Batıda devlet tamamen kontrol edici, bizde devlet temel şartları belirledikten sonra alt düzeydeki yaşama sorunları insanların kendi aralarında halletmesini teşvik etmiştir. Bu yüzden din, dil, kavim farklı olmasına rağmen milliyetçilik akımlarına kadar neredeyse sorunsuz bir şekilde bir arada yaşamışız. Bunu yaşatacak şey de bilgi değildir, irfandır. Köyde okuma yazma bilmeyen bir çiftçinin dahi toplumun kendisine öğrettiği ve kendi içinden gelen hissiyat ve ahlâkî değerlerle bu uygulamaya dâhil olduğu bir çerçevemiz var. Kısacası garb kanunların, şark ahlâkın coğrafyasıdır. 1925'den sonra çok hızlı bir şekilde asrî ve batılı olalım diyerek tabiri caizse üstümüze olmayacak bir kısmı bol bir kısmı dar gömlekleri giyip arzı endam etmeye çalıştık. Karga, keklik gibi yürüyeceğim derken yürümeyi unuttu misali ne şarklı olabildik ne garplı. Bu yüzden bu tip irfan göstergesi olan, insanların kendi fıtratından gelen iyilik düşünceleri ile karşılaştığımız zaman Anadolu irfanı diye övünüyoruz. Ama bunun zıttı da oluyor. Özellikle manevî hisleri suistimal ederek dolandırıcılık yapan birini görünce de nerede bu Anadolu irfanı diyoruz. 99 depremi olduğu zaman yağmacılar, hırsızlar da vardı ama gördük ki oranları çok azdı yüzde bir diyelim. Ama kalan yüzde 99’umuz bir olduk, yekvücut olduk. Benzer durumu 15 Temmuz'da da gördük, siyasî görüş, ekonomik farklar ortadan kalktı insanlar bir araya geldi. Bunun altındaki maya da Anadolu irfanıdır.

 

–Tasavvuf yollarının bu mayadaki yerleri nerededir? 

–Türklerin tarihî anlamda müslüman oluşları ile derviş oluşları çok yakın zamanlardadır. Biz Anadolu'ya kurumsal bir İslâm düşüncesini getirmedik. Bizim tasavvuf kültürümüzün temelinde Yesevîlik vardır. Biz İslâm'ı Anadolu'ya Yesevî dervişleri ile kurumsal olarak gelmeden önce getirdik. Henüz daha bireysel olarak Alparslan Malazgirt’e veya ondan önce Pasinler’e, Artukoğulları Mardin’e akın yapmadan önce Yesevî dervişler buralara çoktan gitmişlerdi. Osmanlıya baktığımızda da aynı şeyi görüyoruz. Bir devlet bir yerleşim yerine önce askerî olarak gider, bu askerî sistemi idarî bir sisteme dönüştürerek kalıcılığı hedefler. Oraya mülkî anlamda yerleşir ve orayı kendi kültür ve yaşam coğrafyası haline getirir. Bu işgal değildir. O coğrafyayı kendi öz toprağından farksız hale getirme meselesidir. İşte Orhan Gazi Rumeli’ye geçmeden çok önce Sarı Saltuk Dobruca'ya kadar gitmişti. Sadece o değil, Fuat Bey kolonizatör derviş diyor bu ismi beğenmiyorum, biz alperen Türk dervişleri diyelim, alperen dervişler henüz orada idarî, mülkî bir varlık oluşturmak üzere devletin organları gelmeden, sivil toplum kuruluşu olarak oradaydılar, âdetâ devlet oraya geldiğinde zaten alperen dervişlerin elinde İslâm’a hazır mayalanmış bir kitle buldu. Trabzon'un Türk toprağı oluşu Kosova'nın Türk toprağı oluşundan yüz elli sene sonradır. Ama bugün Kosova Türk kültür coğrafyası değil gibidir ama Trabzon öyledir. Önemli olan buralarda kalıcılığı yaratacak unsurlardır. Din, insanın olduğu her yerde ahlâk ve nasihat çerçevesinde büyümektir. Hz. Peygamber din nasihattir diyor, din güzel ahlâktır diyor. Birleştirelim, din güzel ahlâkla ilgili nasihat vermektir. Bunu en güzel suretle yapmak için Yesevî dervişleri, Yesevîlik’ten gelen Bektaşi dervişleri, Vefaî dervişleri henüz devletin gelmediği zamanlarda gayrimüslimlerin arasına girip, onlara güzel örnek olup, onların dertlerine derman olup, onların o feodal yapı içerisinde çektiği sıkıntılara çözüm üretip zaten bu toprakları Türk İslâm medeniyetinin kurulması için hazır hale getirdiler. Onun için Anadolu’ya ayrı bir şey geldi diye düşünmeyelim. Türklerin Anadolu’ya gelişinde, orduların atlarının önünde dervişlerin ayak izleri vardır. İrfanımızı oluşturan unsurları sac ayağı gibi düşünürsek en önemlilerinden biri de mutlak suretle dergâhlardır, zaviyelerdir, tasavvuf ve tekke kültürüdür. Bize ait Türk-İslâm tasavvufudur. Biz Türkler göçebe bir toplumduk. Büyük bir medeniyet kurabilme imkânını ancak İslâmla müşerrref olduktan sonra bulabildik. İlk yapılara baktığınız zaman şunu görürsünüz, cami etrafında mutlaka medrese, tekke ve arasta vardır. Cami ortak noktadır, bu noktanın bir yanında ilim vardır, bir ucunda tekkeler yani irfan vardır, bir ucunda da olmazsa olmaz medarı maişetin sağlanabileceği arasta çarşı yapıları vardır.

 

–Hz. Mevlânâ’ya geçersek, Hz. Pîr hakkında çok şeyler söylenir, konuşulur ama onu hakkı ile tanıyor muyuz? 

–Hz. Pîr’i çok az tanıyoruz. Çünkü bir bardak kabın içerisinde ummanı tarif etmeye çalışıyoruz. O bir bardak kap bugün Hz. Mevlânâ’ya giydirmeye çalıştığımız evrensellik, hümanizma, insan hakları gibi beşerin kendi ürettiği değerler. Velilerin öyle bir özelliği vardır, herkes bir ciheti ile Hz. Mevlânâ’ya yakınlık bulur. Kimine şiiri ile kimine semaı ile kimine aşkı ile... Ama bu durum, bunları bütün halinde görmemize engel olmamalıdır. Hz. Mevlânâ her şeyin başında bir veliyullah yani İslâm velisidir. Ne yazık ki Hz. Mevlânâ’yı evrensellik ve hümanizma kabına sığdırmaya çalışanlar, Hz. Mevlânâ’nın İslâmî cihetini -ki asıl Mevlâna’yı Mevlânâ yapan budur- görmezden geldiler ve muhayyel bir Mevlânâ portresi çizmeye çalıştılar. Romanlarla, filimlerle, belgesellerle ortaya konmaya çalışılan budur. Gel ne olursan gel Hz. Pîr’e ait olmasa da ona yakışan bir sözdür. Düşünce olarak bunu der ama “gel, geldiğin gibi kal” demiyor, “dönüş, insan ol” diyor. İslâm ahlâkının öngördüğü şekilde insân-ı kâmil ol. Hz. insan kavramını bilmeyen Hz. Mevlânâ’yı anlayamaz.

Hz. Mevlânâ hakkında bir takım anlatım problemlerimiz var. Örneğin Hz. Şemsle olan ilişkisi. Divân-ı Kebîr’e bakınca bir beşerin aklının idrak edeceğinin ötesinde ulvî, lâhutî, müthiş bir muhabbet görüyoruz. Ancak şu var ki, Hz. Mevlânâ sanki Şems’ten önce hiç yokmuş da, Şems’in topraktan yoğurup haşa var ettiği bir varlıkmış gibi sunuluyor. Halbuki Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya geldiği tarihte Hz. Pîr 37 yaşında olmasına rağmen bir Kübrevî şeyhi olarak dervişleri var, medresede kürsü sahibi, talebeleri var. İlk şeyhi aynı zamanda hocası ve pederi Sultanu’l Ulema Bahaeddin Veled hazretleri, daha sonra Kayseri’de medfun Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî hazretleri pederinin halifesi. Her ikisi de mükemmel âlim, her ikisi de Kübrevî şeyhi.

Hz. Mevlânâ Şems’ten önce zühd ve takva dönemindeydi Şems’ten sonra aşk dönemine geçti deniyor. Bir defa aşk mayası tohumu olmayan adam, aşkı coşturur mu? Kübreviyyeye mensup olan meşayih, yolun başı Hz. Pîr Necmeddin Kübra dâhil, aşktan bihaberler miydi? Hz. Mevlânâ’nın pederi, ilk şeyhi, ikinci şeyhi aşktan bihaber miydi? Hz. Mevlânâ tüm kabloları, tesisatı döşenmiş, ampulleri hazır, her şeyi hazır bir devre gibiydi, birinin fişe takması gerekiyordu o Hz. Şems oldu. Hz. Mevlânâ bir yerde şöyle demiştir, eğer pederim Sultan Veled on sene daha muammer olsaydı Şems’e ihtiyaç duymazdım.

Hz. Mevlânâ’nın devasa eserleri vardır. Divân-ı Kebîr başlı başına bir olay, Mesnevîsi bir edebiyat şaheseri. Ama Hz. Mevlânâ kendini şu beyitler ile tarif ediyor:

Men bende-i Kur'ânem eger cân dârem

Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem

Eger nakl kuned cüz in kes ez güftârem

Bizârem ez u vez an suhen bizârem

Bu can bu tende oldukça Kur’ân’ın bendesiyim, Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum. Kim ki benden bundan başkasını naklederse ondan da, o sözlerden de şikâyetçiyim. Hz. Mevlânâ’nın kendini böyle tanımladığı yerde biz müslüman veli Hz. Mevlânâ’dan yola çıkamazsak onu anlayamayız. Evet, her insanın zâhirî ve bâtınî tekâmül süreleri olduğu gibi Hz. Mevlânâ’nın da vardı. Ama 1241’de Seyyid Burhaneddin hazretlerinin âlem-i cemale göçmeden bir yıl önce Hz. Mevlânâ’ya irşat ve ilim icazeti ile mücehhez kıldığını düşünürsek, Hz. Şems gelmeden beş sene önce mürşid olarak Konya’da olduğunu görürüz. Orada cilvey-i rabbanî olarak Hz. Mevlânâ’nın içinde kaynayan aşk coşkunluğunu dışarıya doğru taşıyacak oluğu açan, o yanmaya hazır kandilin fitilini yakan Hz. Şems olmuştur. Bir de şuna bakalım, Hz. Şems Konya’ya 1244 sonlarında geldi, 1248’de ise gitti. Arada da gitme gelmeler var. Demek ki yaklaşık dört senelik bir birliktelik var. Hz. Mevlânâ 67 yıl yaşadığına göre çocukluğu çıkartırsak elli senelik bir hayatta dört sene gibi Hz. Şems var, peki kırk beş senede ne var? Hz. Şems’ten sonra Hz. Pîr’in otuz yıl kadar ömrü var. Bu esnada Selahaddin Zerkubî hazretlerini, Hüsamettin Çelebi hazretlerini yerine kaim makam olacak şekilde yetiştiriyor, kitaplar yazıyor, ilmî derslerine devam ediyor. Bunun haricinde o zamana kadar fıtratında olan ama zuhur etmeyen semaı ve sema ile birlikte bütün güzel sanatları bir araya getirecek bugünkü ayinin temelini atıyor. Hz. Pîr, Şemsle aralarındaki ünsiyetten kaynaklanan bir takım hususiyetle mensup olduğu Kübreviyye yolu üzerine bir takım içtihatlarda bulunup Mevlevîlik yolunun piri oluyor. Hz. Mevlânâ’nın sahip olduğu ahlâkî, insanı özellikler sair pîranda yok mu, var. Ama bazıları bir takım özelliklerle teşehhür ediyorlar. Meselâ Hz. Ahmed er Rıfai kerametleri ile, Hz Şah-ı Nakşibend zühd ve takva ile, Hz. Mevlânâ da aşk ve muhabbette biraz daha temeyyüz etmiş, öne çıkmış bir zat. Bu sebeple aşkın piri demişler ama bunların hiçbiri İslâm çerçevesinin dışında değildir.

 

–Hz. Pîr deyince akla hep aşk geliyor ama aynı zamanda bir fakih ve geçimini de bu yoldan temin ediyor değil mi? 

–Evet hayatının sonuna kadar geçimini müderrislikle sağlamıştır. Hiçbir zaman ilim yolunu da bırakmamıştır. Hayatını Hz. Mevlânâ kadar bildiğimiz az zat vardır. Kendisini gören Feridun Sipehsalar ile başlayıp, oğlunu ve torununu gören Eflakî hazretleri, bizâtihi oğlu Sultan Veled hazretleri Hz. Pîr hakkında bilgileri eserlerinde yazmışlardır. Ama biz her şeye satih yaklaştığımız gibi bu konuya da öyle yaklaşıyoruz. Konya, sema merasimi, evrensellik, gel ne olursan gel, bir de Şems. Başka da bir şey bilmiyoruz.

 

–Hz. Pîr’in Hz. Şemsle ilişkisinin tasavvuftaki yeri nedir, buna sohbet şeyhliği mi deniyor? 

–Bunu Ârif Nihat Asya çok güzel söylemiş: “Senden el aldığım gün sana vermiştim izin/Hem müridi hem şeyhi olduk birbirimizin” Burada unutulan şey şu, sadece Hz. Mevlânâ değişmemiştir, Şemsi Tebrizî de değişmiştir. Biz bunu bizatihi Hz. Şems’in kaleminden çıkan makalatından biliyoruz. Hz. Mevlânâ’daki zahirde görünen değişim sırasında Hz. Şems de değişmiştir. Şemsi Tebrizî bir Kalenderî şeyhidir. Fiilî anlamda şeyhlik yapmamıştır. Hz. Şems günlerce yalvarıyor, ya rabbi, beni velilerinden biri ile karşılaştır diye. Sonra manevî işaret ile Konya’ya geliyor. Sohbet şeyhliği bu zaten. Ne kadar Hz. Şems Hz. Mevlânâ’nın sohbet şeyhi ise Hz. Mevlânâ da Hz. Şemsin sohbet şeyhidir. İki denge arasında bizim vakıf olamadığımız ancak onların kendi manevî lezzetlerine malik oldukları bir sohbet ve zevk alışverişi vardır.

 

–Hz. Mevlânâ deyince akla Şems geliyor ama etrafında başka önemli isimler de var. Meselâ Mesnevi’nin bir ismi Hüsaminame, Hüsamettin Çelebi var, Selahattin Zerkubî var. Bu isimleri de analım.

–Hüsamettin Çelebi Ahi Türkoğlu diye maruftur. Babasının vefatından sonra ahiler kendisine bağlanma arzusundalar ama o çok genç yaşlarda, Şems’in gelişinden bir iki sene evvel Hz Mevlânâ’ya bağlanmıştır. Kendisine ahi lideri olmasını isteyenlere de hz Mevlânâ’ya gitmelerini söylemiştir. Hz. Mevlânâ ile çok genç yaşta karşılaşmış, onun elinde yoğrulmuştur. Hüsamettin Çelebi, Hz. Mevlânâ’nın vekilharcıdır. Dergâhın bütün geliri gideri onun elinden geçer. Hz. Mevlânâ o kadar itibar etmiştir ona. Hz. Mevlânâ hem ilmî hem edebi eser yazımına bizatihi Hüsameddin Çelebinin teşviki ile başlamıştır. Hz. Mevlânâ’nın irşadının umumi hale getirilmesine vesile olan Mesnevii Manevî fitilini yakan kişi Hüsameddin Çelebi hazretleridir. Hüsameddin Çelebi’nin, Hz. Mevlânâ üzerinde Hz. Şemsten az bir tesiri yoktur. Nasıl ki Hz. Mevlânâ, Divân-ı Kebîr’in ismini o muhabbetle Divan-ı Şemsi Tebrizî koymuştur, Mesnevisine de Hüsaminame ismini vermiştir. Veliyullah arasında zaten öyle bir şey yoktur ama bu durum gösteriyor ki Hz. Pîr için Hz. Şems ve Hüsameddin Çelebi arasında bir fark yoktur. Selahaddin Zerkubî hazretleri de var. O da Seyyid Burhaneddin Tirmizî hazretlerinin dervişlerinden olup yaşça Hz. Pîrden büyük ama ona bağlanmış olan biridir. Hz. Pîr ile Hz. Şemsin sohbet meclisleri onun evinde olmuştur. Konya esnafından bir kuyumcudur. 

Hz. Şemse göre Hüsameddin Çelebi ve Salehaddin Zerkubî’nin şöyle bir farkı vardır, Kübrevî usulünden Hz. Mevlânâ’nın içtihatları ile seyri sülukları Hz. Mevlânâ’dandır. Arapça’da bir kaide vardır sohbet eden kişiler karşılıklı olduğu zaman buna musahiplik derler. Karşılıklı sohbet için bir denklik gerekir. Rahmetli Muzaffer Efendim öyle dermiş, akranım kalmadı. Sen şimdi dağda bir çobanla konuşsan iki koyunun çeşidi, üç ağacın türü dersin sohbet biter. Peki onlar neden günlerce her tür sahada sohbet edebiliyorlar, çünkü birbirlerinin denkleri. Hz. Şemse böyle yaklaşmak lazım.

 

–Hz. Pîr ile ilgili hem kurgu romanları hem de diğer tür birkaç kitap karıştırdım. Baktığım zaman tüm kitaplar Eflakî Dede’nin kitabını kaynak gösteriyorlar, o kitap da Sipehsalar risalesini kaynak almış. Buna rağmen faklı kurgular görüyoruz. Özellikle Hz Pîr'i yanlış tanımaya vesile olacak şekilde çok duygusal bir dünya var bazı kitaplarda, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

–Romanın bir kapasitesi var, ulaşabileceği insan sayısı fazla değildir. Görsel sanatlarda, sinemalarda bilginin yanlış aktarılması çok daha önemlidir. Edebiyat ve görsel sanatların kendine ait kaideleri vardır, dramatik bir yapı isterler. Bu dramatik yapı için elinizdeki malzeme yeterli olmazsa o gerçek malzemeye bir şeyler katarsınız, dışarıdan karakter eklersiniz veya gerçek tarihî karakterlere ilâve fiiller ve sözler eklersiniz. Duvara tosladığımız yer burası. Bunu "bizim mahallenin" hoş görmesini kabul edemiyorum. Örneğin en çok ilgi gören tarihî dizilerden biri Muhteşem Yüzyıl ona birçok eleştiri gelmişti. Şimdi bizim kendi değerlerimizi anlatacağımız yakın zamanda Diriliş Ertuğrul vardı, Kuruluş Osman var, yapımcı ve senaristlerini kısmen tanıyorum, defaatle de uyardım aslında. Şimdi de Büyük Selçuklu Uyanış geldi, orada da benzer şeyleri yaşıyoruz. Niye tarihî karakterleri olduğundan farklı gösterme yoluna gidiyoruz. Hz. Mevlânâ için de aynı şey geçerli. Elimizde Hz. Mevlânâ portresi ile ilgili çok fazla nakil var. Sahih Ahmed Dedenin Tevarihi’l Mevleviyye var, Mevlevîlik tarihi, günü gününe bir çok şeyi aktarır. Ayrıca Sultan Veled’in İbtidanamesi Hz. Şemsle birebir ne konuştuklarını anlatır. Hz. Şems’in makalatı var. Ancak birkaç tane Mevlevîlikle ilgili uzman sayılan kişiler var, biri de ne yazık ki Abdülbâki Gökpınarlı, bunların bir takım hezeyanlarını gerçek kabul edip kurgularına yerleştiriyorlar. Örneğin bir tane İran filmi var, Kimya diye, henüz gösterime girmedi. Burada muhayyel bir Kimya anlatımı var. Malum Kimya Hz. Mevlânâ’nın üvey kızı. Şemsi Tebrizî ile nikâhlanıyor, kısa süre sonra da rahatsızlanıp vefat ediyor. Bu arada bir de Hz. Mevlânâ’nın küçük oğlu Alaaddin var. Kaynakların bize tam olarak ne olduğunu aktarmadığı bir gerginlik var Alaaddin ile Hz. Şems arasında. Abdülbâki Bey bunu her ne hikmetse sadece Eflakide geçen, Alaaddin Çelebi’nin bir gün Şems’in hücresinin önünden geçerken ona “delikanlı bir daha buradan geçme senin bacaklarını kırarım" gibi bir sözüne dayanarak Alaaddin’in Kimya’ya açık olduğunu Şems ile evlenince Şemse diş bilediğini, yine Eflakî’nin uzak anlatımına dayanan bir rivayete göre de birkaç Şems’e düşman kişi ile Şems’i öldürdüğünü aktarıyor. Bu dramatik yapı için bulunmaz bir nimettir.

 

–Mesnevi şerhi ve mesnevihanlık kültürü ne zaman başlamıştır, Hz. Pîr’den sonra hemen şerhler yazılmaya başlanmış mı?

–Mesnevihan kelime anlamı ile mesnevi okuyan olsa da onu şerh eden anlamındadır. Mesnevi şerhleri Hz. Pîr’den yaklaşık iki asır sonra başlamıştır. Önce Farsça sonra Türkçe çok sayıda şerh yazılmış. Ancak bunlardan çoğu ya Mesnevî’nin bir bölümünü veya birinci cildinin şerhidir.

İsmail Hakkı Ankaravi hazretleri ilk defa tüm mesneviyi şerh etmiş, Hz. Şârih lakabını almıştır. Ondan sonra yazılan şerhler arasında tüm Mesnevî’yi Türkçe şerh eden eser sayısı dört veya beştir.

 

–Sizin kendinize yakın gördüğünüz şerh hangisi? 

–Ankaravî şerhini yakın bulurum ama halen Türkçe’ye latin harfleri ile aktarılmadı. Ama benim için hem anlama hem tekâmül açısından herkes Tâhirü’l Mevlevî der ama bana sorarsanız Ahmed Avni Konuk'un tam Mesnevî şerhi en mükemmel şerhlerden biridir. Efradını cami âyârını mani bir şekilde bir şerhtir. Hazret gerçekten büyük adam. Hem Füsusu hem Mesnevî’yi şerh olarak okunabilecek yakın zamanda yazılmış en önemli eserlerdir.

 

–Mevlevîlik yolunun kurumsal olması Hz. Pîrin hayatında mı oldu yoksa sonra mı? 

–Zaten bir dergâh kültürü vardı. Hz. Mevlânâ bir Kübrevî şeyhi. Ancak Hz. Pîr Kübrevî seyrü süluku görürken usul kelime-i tevhid usulü olmasına rağmen kendisi “bizim Sultan Veled’den aldığımız zikir İsm-i Celâl’dir” demiştir. Sanki Sultan Bahaeddin Veled Hazretleri’ni müctehid gibi görüyoruz burada. Sultan Veled, aşkın en bariz izharı olarak gördüğümüz semaa Hz. Mevlânâ’yı teşvik edenin Hz. Şems olduğunu söylüyor. Bunun yanında farklı rivayetlerde öncesinde de sema ettiği de var. Meselâ Selahaddin Zerkubi’nin kuyumcu dükkânındaki çekiç sesleri üzerine sema etmesi anlatılır. Bugün Mevlevîliğin ayırıcı vasfı olan sema ise çok sonra şekillenmiştir. Eflakî’de özellikle okursanız, Hz. Pîrin çok sema ettiği, etrafındakileri de teşvik ettiği anlatılır. Ama sistemsel esasları kurumsallaştıran Sultan Veled hazretleridir. Daha sonra pîr dediğimiz Pîr Ulu Ârif Çelebi, Pîr Hüseyin Çelebi bugünkü anlamı ile sema mukabelesi ve Mevlevîliğin ritüelleri ateşbaz veli makamı  gibi kurumları oturtmuşlardır. Safi Arpaguş hocanın Mevlevîlikte manevî eğitim kitabında bunların detayları var. Bunlar Hz. Pîr zamanında yok, olsa aktarılırdı.

Tarikatlarda iki nokta vardır, bir tarafta işin maneviyatı varken diğer tarafta da kültür vardır. Tekkelerde ayinler, aynı zamanda edebiyat, musiki, nakış, hat sanatı ile bir kültür oluşmuştur. Bizler Hicaz ve Kufe ekolu olan tarikatların kültürlerini Türkleştirdik. Bugün hâlâ bizim Anadolu Kadiriliği, Anadolu Rufailiği, Anadolu sadiliği Irak’taki, Suriye’deki Kadirilik’ten, Rufailik’ten farklıdır. Kendi kültür dokumuzla tarikat usulleri iç içe geçmiştir. Mevlevîlik müesseleşirken kültürünü de beraber getiriyor, doğal olarak her zaman üzerine bir şeyler ekleniyor. Hz. Mevlânâ zamanında hanendeler hazretin şiirini makamla okuyorlar, biri ney üflüyor, rebab çalıyor, Hz. Mevlânâ da sema ediyor. Sema esnasından ismi celal zikrine devam ediyor. Ama bunun bir standartı yok. Şunu diyebiliriz, manevî ciheti itibari ile Hz. Mevlânâ zamanında esasları oluşturulmuş, daha sonra da Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi, Pîr Adil Çelebi, Pîr Hüseyin Çelebi zamanlarında o dönemin şartlarına göre kurumsallığa ulaşmıştır.


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Gazze biz ne öğretti?... - Sayı 119
Bir tufanın ardından: Fil... - Sayı 119
Adalet Mülkün Temelidir... - Sayı 112
Bir bürokrat şârih: Abidi... - Sayı 106
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Eline, canına, yüreğine sağlık olsun hocam. Allah razı olsun Bu güzel için teşekkürler.... osman eroğlu

 Şiirin bestesini firdevs altındaş yaptı ve kendisi okuyor. Sevgiler...... Dilara

 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira


*Eskiden Allah için verilen selam, artık “rüşvet deyü” veriliyor.
*İnsanlığın ölçüsü olan selamlaşmak, kaybolalı beri, çevrede insan görmek zorlaştı.
Kardelen-Gazete: Sayı 3, 1989
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Öz musikimizin piri: Mustafa Itrî Efendi
Ah
Eşek ve deve


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14638373
 Bugün : 949
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 632609
 Bugün : 51
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 87
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 2
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim